Antik salgınların DNA’mızdaki izleri

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

  • Binlerce yıl önce ortaya çıkan mikrobiyal dalgalar, yalnızca antik toplumları kırmadı; genlerimizi, bağışıklığımızı ve bugün hala taşıdığımız biyolojik mirası şekillendirdi. Arkeolojik diş örneklerinden okunan bu görünmez tarih, Tunç Çağı’ndaki sessiz salgınların modern hastalıkların köklerini nasıl attığını gözler önüne seriyor.

Arkeolojik kazılarda bulunan insan dişlerinden elde edilen DNA’nın sistematik taranması işlemi son yıllarda insan evrimine ilişkin biyolojimizle ilgili ipuçlarının dışında mikrobiyal genetik izleri de beraberinde getiriyor. Çünkü diş, özellikle de diş pulpası, geçmişe açılan küçük bir kapsül. Yaşam boyunca damarlardan beslenen bu doku, kana karışan mikropları da içinde hapsediyor ve onları adeta mühürlüyor. Kemik ya da yumuşak dokular belirli bir süre sonra yok olsa bile, bu minik odacık bozulmadan kalabildiği için binlerce yıl öncesine ait hastalık izleri günümüze kadar taşınabiliyor.

Kopenhag Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi, Avrasya’da 35 bin yıldan daha geniş bir zaman dilimini temsil eden yaklaşık bin 300 bireyin diş örneklerini analiz etti. Bu dev veri seti, antik toplumların sandığımızdan çok daha geniş bir hastalık yelpazesiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar, Yersinia pestis (veba) ve lepra bakterileri gibi bilinen patojenlerin yanı sıra, leptospiroz etkenleri ve beklenmedik bir biçimde Borrelia recurrentis gibi tekrarlayan ateşe yol açan mikropların izlerine de rastladı. Bu sonuç, insanlık tarihinin “büyük salgınlar dönemi”nin Orta Çağ’dan çok daha eskiye uzandığını düşündürüyor.

En çarpıcı bulgulardan biri, incelenen bireylerin yaklaşık yüzde 10’unda ölüm anında ağır bir enfeksiyon bulunduğuna dair kanıtlar olması. Yani bu mikroplar yalnızca ara sıra görülen hastalıklar değildi; yaşamın doğal bir parçası, toplulukların sağlık yükünü belirleyen kalıcı bir tehdit oluşturuyordu. Bu tablo, enfeksiyonların yalnızca bireyleri değil, insan biyolojisini de uzun vadede etkilediğini de göstermekte.

Bağışıklık sistemimizde bugün bile görülen bazı genetik özelliklerin kökeni, işte bu kadim mikroplarla verilen mücadelede yatıyor.

Neden 5 bin yıl önce?

Antik DNA kayıtları, insanlık tarihindeki sessiz bir dönüm noktasına işaret etmekte. Yaklaşık 6500 yıl öncesine kadar, antik insanın ağız mikrobiomu büyük ölçüde zararsız bakterilerden oluşuyordu; çoğu, sindirimi kolaylaştıran, bağışıklığı dengeleyen ve günlük yaşamda görünmez bir uyum sürdüren mikroplardı. Fakat bu sakin tablo uzun sürmedi. Ne olduğu tam olarak bilinmese de çevresel değişimler, hayvanlarla temasın artması ve toplumların yoğunlaşmasıyla birlikte, zoonotik patojenlerin sahneye çıkmaya başladığını düşünüyoruz.

Bunun ardından dramatik bir kırılma geldi. Milattan önce yaklaşık 3 binlerde, yani günümüzden yaklaşık 5 bin yıl önce, hastalıkların genetik izlerinde ani bir sıçrama görülüyor. Bu dönemden itibaren Yersinia pestis (veba) başta olmak üzere pek çok tehlikeli patojen, antik insanın yaşamında belirgin bir yer edinmeye başladı. Bir anda değil, dalga dalga… Ama her dalga, toplulukları daha kırılgan hale getirip evrimsel baskıyı arttırdı.

Bu tarihsel dönüm noktası, Avrasya bozkırlarından Avrupa’ya doğru yayılan göçebe çoban topluluklarının hareketleriyle çakışıyor. Arkeogenetikte Yamnaya kültürü olarak bilinen bu toplumlar, at sırtında uzun mesafeler kat ediyor, sürülerini yanlarında taşıyor ve yeni coğrafyalara yeni mikrop ekolojileri getiriyordu.

Bu dönem, insanlık tarihinde yalnızca kültürel ve genetik dönüşümlerin değil, aynı zamanda mikrobiyal dünyanın yükselişinin de dönemi. Topluluklar genişledikçe, temas ağları büyüdükçe ve ekosistemler birbirine bağlandıkça, patojenler için yeni köprüler kurulmuş oldu. Bir anlamda, Tunç Çağı yalnızca medeniyetin doğuşunu değil; salgınların çağına girişimizi de simgeliyor.

Bitlerin yuva bulması

Yaklaşık 5000 yıl önce, insan vücudu bitine uyum sağlayan Borrelia recurrentis adlı patojenin genomunda hızlı bir küçülme yaşanmış. Bu küçülme, mikropların çoğu zaman evrimsel açıdan uzmanlaşma ve konak organizmaya daha sıkı bağlanma dönemlerini yansıtır. Aynı zamanlarda yünlü kıyafetler ve hayvansal tekstiller yaygınlaşıyordu. İnsan bedeni, kalın yün katmanlarıyla kaplandıkça; bitler sıcak, korunaklı alanlar buldu. Böylece yeni bir bulaş zinciri doğdu: giysinin lifleri arasında saklanan küçük parazitler, toplumdan topluma taşınan görünmez taşıyıcılar haline geldi.

Salgınlar göçle birlikte ortaya çıksa da mikroplar hep vardı

Britanya’nın kuzeyindeki Orkney adalarında, step kökenli soy bileşimi gelmeden yüzyıllar önce veba izlerine rastlanması, bu hikayenin doğrudan göçlerle başlamadığını gösteriyor. Yani mikrop rüzgarı, bozkırdan batıya doğru gelen göç dalgasından çok önce adalara ulaşmıştı. Aynı dönemde İsveç’te, Neolitik çiftçi topluluklarının mezarlarında üç ayrı veba dalgasının izi bulundu. Hepsi de step karışımı olmadan, kendi yerel çizgisini izleyerek gelişmiş salgınlar olarak kaydedildi. Ve daha da geriye gidersek: MÖ ~3500 civarında, Sibirya’daki Baykal Gölü kıyılarında yaşayan avcı-toplayıcılar arasında ölümcül veba örnekleri tespit edildi. Yani göçebe sürüler henüz Avrupa kapılarını zorlamadan, mikrobiyal gölgeler çoktan dolaşıyordu.

Geç Neolitik–Tunç Çağı vebası, Yamnaya hareketliliğiyle ivme kazandı; ama sahneye sıfırdan çıkmadı. Hastalık zaten vardı; farklı coğrafyalarda sessizce bekliyor, fırsat buldukça yayılıyor, insan topluluklarının birbirine dokunduğu her noktada yeni bir yol açıyordu. Bugün, bu sessiz izleri bir araya getirdiğimizde, Avrasya’nın topraklarında çok önceden kurulmuş bir patojen ağını görüyoruz, kayıtlı olmayan ama DNA’nın asla unutmadığı bir ağ…

Piresiz veba nasıl bulaştı?

14. yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran vebanın yayılmasının baş sorumlusu pirelerdi. Veba mikrobunun pire bağırsağında yaşamayı sağlayan genetik uyumu, hastalığın şehir şehir, kıta kıta dolaşmasını mümkün kılmıştı. Ancak Tunç Çağı’nda tablo farklıydı. O döneme ait Yersinia pestis bulgularında vebanın pirelerle yayılmasını sağlayan bu kritik uyum bulunmuyor.

Peki o halde nasıl yayıldı? Yanıt muhtemelen daha insana yakın bir senaryoda yatıyor. Solunum yoluyla bulaşan damlacıklar; hasta birinin nefesi, öksürüğü, konuşması… Yakın temas, paylaşılan yaşam alanları, kalabalık kış barınakları… Ve belki de enfekte hayvanların iyi pişirilmeden tüketilmesi. Bu eski veba, büyük şehirleri süpüren bir fırtına değil; daha çok küçük kümelenmeler, kısa süreli ama ölümcül parlamalar halinde ilerliyordu. Tabii tablonun aydınlatılması konusunda henüz bilmediğimiz noktalar var. O dönemde hangi hayvan türleri mikrobu taşıyordu? Kemirgenler mi, büyükbaşlar mı, yoksa tamamen başka bir rezervuar mı? Bilim insanları bugün hayvan kemiklerinden patojen DNA’sı ayıklamaya çalışıyor. Eğer bu çaba başarıya ulaşırsa, yalnızca insanların değil, kaybolmuş bir hayvan hastalık ekolojisinin de kapıları aralanacak. Sessiz tanıklar, bir kez daha konuşacak.

Neolitik düşüşün arkasında ilk salgılar mı var?

Batı Avrasya’da, Neolitik köylerin taş duvarlarında ve toprağa gömülü çanak çömleklerde, bir sessizliğin izi var. MÖ 5 binlerden itibaren, görünür bir yavaşlama başlıyor: nüfus artışı duraksıyor, bazı yerleşimler terk ediliyor, kültürel izler inceliyor. Peki neden?

Bir görüş, bu çöküşün temelinde hastalıkların yükselişini görüyor. Yeni yaşam tarzının mikroplar için ideal bir alan olduğunu düşünürsek veba benzeri patojenlerin dolaşıma girmesi, tarımla birlikte gelen yeni yaşam biçiminin kırılgan yanını açığa çıkarmış olabilir. Bu tabloda birbirine yakın yaşayan insanlar, enfeksiyonun zincirlerini hızla kuruyor; zayıflayan bireyler, toplumun ritmini bozuyor.

Fakat herkes bu yoruma katılmıyor. Başka bir kamp, hikayenin daha erken başladığını öne sürüyor. MÖ 7 binlerde soğuyan iklim, verimi düşen tarlalar, toprak yorgunluğu ve besin kıtlığı… Bitki yetişmiyor, hayvanlar zayıflıyor, insanlar zorlanıyor. Ve işte o boşlukta mikroplar fırsat buluyor. Kimi araştırmacılara göre salgınlar, asıl kırılganlığın üzerine binen ikinci bir darbe.

Antik salgınların bağışıklığımızla ilişkisi

Bugün vücudumuzda taşıdığımız birçok gen, on binlerce yıl süren bir savaşın kayıtlarını taşıyor. Araştırmalar, Avrupa popülasyonlarında bağışıklıkla ilişkili gen varyantlarının büyük bölümünün 6 bin ila 4 bin 500 yıl önce hızla yaygınlaştığını gösteriyor. Bu sıradan bir rastlantı değil; o dönem yoğun patojen baskısının tetiklediği bir seçilim dalgası.

Bazı genler, o zamanlar ölümcül olan hastalıklara karşı kalkan görevi görüyordu. Fakat tarih her zaman adil işlemiyor. Aynı varyantlar bugün, daha hijyenik ve tıbbi olarak korunmuş bir dünyada, otoimmün hastalıklara kapı aralayabiliyor. En çarpıcı örneklerden biri: multipl skleroz (MS) riskini artıran genlerin kuzey Avrupa’da daha sık görülmesi. Harita, Yamnaya soyunun genetik gölgesiyle neredeyse örtüşüyor.

Bir zamanlar ölümcül mikroplara karşı avantaj sağlayan bu varyantlar, bugün bağışıklığın aşırı tepki verme eğilimini besliyor. Yani bedenimiz hala Tunç Çağı’nın mikroplarıyla kavga etmeyi sürdürüyor — yalnızca arenamız değişti.

Süt, laktoz ve salgınlar arasındaki bağlar

Bozkırın göçebe toplulukları sütü severdi; deri tulumlarda fermente edilen yoğurtlar, peynirler, kefirler Yamnaya sofrasının temel taşlarıydı. Fakat ilginç bir ayrıntı var: Onlar da laktozu tam olarak sindiremiyordu. Bugün birçok Avrupalı’nın sahip olduğu laktaz kalıcılığı mutasyonu, o dönemde henüz yaygın değildi.

Yine de süt, hayatta kalmak için güçlü bir kaynaktı. Özellikle zorluk dönemlerinde… Araştırmacılar, laktoz kalıcılığı mutasyonunun yayılmasının, yalnızca göçle açıklanamayacağını düşünüyor. Asıl itici güç, tekrarlayan kıtlık ve salgın dönemleri olabilir. Tahıl tarlaları kuruduğunda, hayvanlar telef olduğunda ve topluluklar açlıkla boğuştuğunda, sütü doğrudan içebilen bireylerin hayatta kalma şansı artmıştı.

Yani süt, yalnızca besin değeriyle değil; evrimsel acil durumlarda sunduğu enerjiyle de değerliydi. Fermente süt ürünlerinden taze süte geçiş, toplumların hayatta kalma stratejileri değiştikçe önem kazandı. Bugün bir bardak süt içtiğimizde, aslında binlerce yıllık krizlere verilmiş biyolojik bir cevabın izlerini taşıyoruz.

Zoonotik hastalıkların ortaya çıkışı, düşündüğümüz gibi tarımın ilk günleriyle sınırlı değildi. Pek çoğu, toplumlar büyüyüp hareket ettikçe, hayvanlarla ilişkimiz karmaşıklaştıkça ve dünya küçülmeye başladıkça yaygınlaştı. Bu, insanın yalnızca çevresiyle değil, içindeki mikro dünyayla da sürekli bir pazarlık içinde olduğunu gösteriyor. Kültür genişledikçe mikroplar da genişledi. Bu süreç, güvenlik duvarları olmayan bedenlerimizin yeni tehditlere nasıl yanıt verdiğini ve bağışıklık sistemimizin hangi yönlerinin güçlendiğini anlamamızı sağlıyor. Bugün otoimmün hastalıklar, bağışıklık tepkisinin kontrolsüzleştiği noktalar olarak karşımıza çıkıyor; ancak köklerinde hala antik salgınların gölgesi var.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.