Harran, Nusaybin ve Rönesans

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

  • Antik Yunan felsefesinin sözlü ve yazılı mirası tarih boyunca defalarca kesintiye uğrama ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu süreçlerin en kritik noktalarından birinde Nusaybin ve Harran vardı.

Antik Atina’da, Sokrates’in öğrencileri bilginin mahiyetini sorgularken; Platon, Akademia’sının gölgeli avlularında idealar dünyasının izini sürüyor, Aristoteles ise Lykeion’un bahçelerinde mantık ve doğa bilimlerinin metodolojik temellerini kuruyordu. Bu üç düşünür, yalnızca kendi çağlarının değil, aynı zamanda bütün insanlık tarihinin entelektüel ufkunu biçimlendiren kurucu figürler olarak ortaya çıktı. Ne var ki onların sözlü ve yazılı mirası, imparatorlukların yükseliş ve çöküşleri ile dini geleneklerin yayılış süreçlerinde defalarca kesintiye uğrama ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Atina’da başlayan bu sorgulayıcı düşünce serüveninin, yüzyıllar sonra Mezopotamya’nın Harran ve Nusaybin gibi kentlerinde yeniden hayat bulacağını, o dönemde hiç kimse öngöremezdi.

 

 

Atina’dan Mezopotamya’ya felsefenin göçü

MS 529’da İmparator Justinianus’un kararıyla Atina’daki Platon Akademisi kapatıldığında, bu durum yalnızca bir okulun sonu değil, felsefi mirasın sürekliliği açısından da büyük bir kırılma noktası oldu. Pagan olarak nitelendirilen filozoflar, siyasi ve dinî baskılar nedeniyle Atina’da barınamaz hale geldiler. Akademi’nin son rektörü Damascius, Aristoteles yorumlarıyla bilinen Simplicius, ayrıca Priscianus, Eulamius, Diogenes, Hermias ve Isidore gibi isimler, yanlarında değerli el yazmalarını da alarak doğuya yöneldiler.

Bu entelektüel göç, Sasani İmparatoru I. Hüsrev Anuşirvan’ın koruyucu himayesinde Mezopotamya’ya ulaştı. Anuşirvan, bilginlere verdiği destekle tanınıyordu ve bu sayede Atina’dan koparılan felsefi gelenek, Harran ve Nusaybin gibi merkezlerde yeni bir entelektüel zemin buldu. Böylece, Yunan düşüncesinin sürekliliği için Mezopotamya, adeta bir sığınak işlevi gördü.

 

 

Nusaybin: Doğu’nun Akademisi

Roma ile Sasani İmparatorluğu arasındaki sınır hattında yer alan Nusaybin, yalnızca askeri değil, aynı zamanda kültürel ve entelektüel anlamda stratejik bir merkezdi. Kentin gelişiminde en önemli kurum, kuşkusuz Nusaybin Okulu oldu.

Okulun kökenleri, 325 yılında kurulan Edessa (Urfa) Okulu’na uzanır. Erken Hristiyanlığın en önemli teoloji merkezlerinden biri olan bu kurum, 489’da Bizans İmparatoru Zenon’un emriyle kapatılınca, Nasturi bilginler doğuya, Nusaybin’e göç etmek zorunda kaldılar. Böylece Nusaybin kısa sürede Doğu’nun yeni entelektüel başkenti haline geldi.

Nusaybin Okulu’nun ilk döneminde kentin piskoposu Yakup, hem teolojik hem de felsefi tartışmaların önünü açtı. Onun ardından Efrem-i Süryani’nin katkılarıyla kurum, yalnızca dini bir merkez olmaktan çıktı; şiir ve edebiyatla beslenen özgün bir felsefi gelenek gelişmeye başladı. Narsai’nin çalışmaları, Aristotelesçi mantığın Süryani Hristiyan düşüncesine yerleşmesini sağladı. Daha sonraki yüzyılda Henana von Adiabene’nin Aristoteles şerhleriyle ders programı genişledi; böylece felsefe ve mantık, teolojinin ayrılmaz bir parçasına dönüştü.

Nusaybin’de okutulan metinlerin başında Aristoteles’in mantık külliyatı, Eukleides’in Elementler’i ve Galen’in tıp yazıları geliyordu. Bu metinler yalnızca korunmakla kalmadı; sistematik biçimde yorumlandı, tartışıldı ve dönemin entelektüel ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirildi. Buradan yetişen öğrenciler arasında kilisede görev yapanların yanı sıra, Abbasilerin Bağdat’ındaki Beytü’l-Hikme’de çevirmen, hekim ve filozof olarak çalışan isimler de çıktı. Böylece Yunan felsefesi Süryaniceden Arapçaya aktarıldı ve yeni bir entelektüel yaşama kavuştu.

 

 

Harran: Neoplatoncu mirasın merkezi

Mezopotamya’nın kadim kentlerinden biri olan Harran, tarih boyunca farklı kültürlerin ve inançların buluştuğu bir merkez oldu. Pagan gelenekleri uzun süre koruyan kent, özellikle Ay Tanrısı Sin’in tapınağıyla tanındı. Halkın gök cisimlerini incelemeye dayalı dini pratikleri, astronomiyi günlük yaşamın bir parçası haline getirmiş ve kenti doğal olarak bilim ve felsefeyle beslenen bir yerleşim yerine dönüştürmüştü.

Harran’ın bu yapısı nedeniyle Atina’dan göç eden filozoflar burada düşüncelerini sürdürme olanağı buldular. Harran’da Neoplatoncu miras canlı tutuldu; Platon’un ve Aristoteles’in metinleri okunmaya, Plotinos’un görüşleri tartışılmaya devam etti. Kentin yerleşik halkı olan Sabiîler, yıldızlara dayalı inanç sistemleri ile Yunan kozmolojisi arasında bir köprü kurarak felsefi sürekliliği sağladılar.

9. yüzyılda Harranlı bilgin Sabit Kurra, yaptığı çeviriler ve özgün katkılarıyla İslam dünyasında büyük bir ün kazandı. Öklid’in geometrisini Arapçaya aktarmakla kalmadı, aynı zamanda matematiğe kendi özgün katkılarını yaptı. Galen’in tıp metinleri, Aristoteles’in doğa felsefesi ve Ptolemaios’un astronomi yazıları, Harranlı çevirmenler sayesinde yeni bir hayata kavuştu. Harran böylece yalnızca bir sığınak değil, aynı zamanda bilginin yeniden üretildiği bir entelektüel atölye işlevi gördü.

Çeviri hareketi ve Beytü’l-Hikme

Abbâsî halifeleri, özellikle el-Me’mun döneminde Bağdat’ı yalnızca siyasi değil, aynı zamanda entelektüel bir başkent haline getirmeyi amaçladılar. Bu çerçevede kurulan Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi), farklı kültürlerden bilginleri bir araya getiren eşsiz bir merkez oldu. Burada Arap, Süryani, Sabiî ve İranlı âlimler ortak bir entelektüel dil olarak Arapçayı kullanarak Antik dünyanın mirasını yeniden inşa ettiler.

Beytü’l-Hikme’de yürütülen çeviri faaliyetleri, kısa sürede İslam dünyasında felsefe ve bilimin altın çağını başlattı. Aristoteles’in mantığı medreselerin temel müfredatı haline geldi. Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi büyük filozofların ufku, Harran ve Nusaybin’den aktarılan bu mirasın üzerine inşa edildi.

 

 

Endülüs üzerinden Avrupa’ya dönüş

Bağdat’ta yeniden hayat bulan Yunan felsefesi ve bilim mirası, 10. ve 11. yüzyıllarda Akdeniz’in batı ucunda yeni bir yolculuğa çıktı. Endülüs, yalnızca İslam dünyasının değil, aynı zamanda Avrupa’nın da en parlak entelektüel merkezlerinden biri haline geldi. Toledo’daki tercüme atölyeleri ve Kurtuba’daki medreseler aracılığıyla, Aristoteles’in eserleri, İbn Sina’nın tıbbi yazıları, Farabi’nin siyaset felsefesi ve İbn Rüşd’ün yorumları Latinceye çevrildi.

Bu eserler, Paris, Bologna ve Oxford gibi yeni kurulan üniversitelerde temel müfredatı belirledi. Skolastik düşünce, Aristotelesçi felsefeyi İslam filozoflarının yorumlarıyla bütünleştirdi. Thomas Aquinas’ın Summa Theologica’sında görülen Aristoteles etkisi, doğrudan Harran ve Nusaybin’de başlayan bu aktarım zincirinin bir sonucuydu.

Atina’da doğan, İskenderiye’de gelişen, Bizans’ın dinî politikalarıyla baskı altına alınan felsefi miras, Mezopotamya’da Harran ve Nusaybin’de yeni bir yaşam buldu; Bağdat’ta çoğaltıldı; Endülüs aracılığıyla Avrupa’ya taşınarak Rönesans’ın temel taşlarından birine dönüştü.

Nusaybin ve Harran’daki okullara ne oldu?

Harran Okulu, okulunun zayıflaması birkaç önemli nedene dayanıyordu. Harran’daki bilgelerin büyük kısmı Sâbiî topluluğuna mensuptu. İslam hâkimiyetine girdikten sonra Sâbiîler, kendilerini Kur’an’da geçen “Sâbiîler” ile özdeşleştirerek “ehli kitap” statüsünden yararlanmaya çalıştılar. Bu sayede cizye ödeyerek yaşamlarını sürdürdüler.

Fakat zamanla bu dini hoşgörü daraldı. Abbasîlerin son dönemlerinde ve Selçukluların yükselişiyle birlikte daha katı bir dini anlayış bölgeye hâkim oldu, Sâbiîler üzerindeki baskı arttı. Öte yandan 9. yüzyıldan itibaren Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme, bilim ve tercüme faaliyetlerinin yeni merkezi haline geldi. Harran’ın en parlak bilginleri, örneğin Sâbit bin Kurra, Bağdat’a giderek çalışmalarını orada sürdürdü. Böylece Harran kendi beyin gücünü kaybetti ve yavaş yavaş önemini yitirdi.

11. ve 12. yüzyıllarda Bizans, Selçuklu ve Eyyubi mücadeleleri nedeniyle Mezopotamya’nın batısında güvenlik sorunları arttı, kültürel ortam daha da daraldı. Nihayet 13. yüzyıldaki Moğol istilaları Harran’ın kalan önemini de yok etti. Harranlı Sâbiîler ya İslam’a geçti, ya göç etti, ya da asimile oldu ve okul da tarih sahnesinden tamamen silindi.

Nusaybin Okulu ise farklı bir serüven yaşadı. 4. yüzyıldan itibaren Nesturi Hristiyanlığının en önemli teoloji merkezlerinden biri olan bu okul, 431 Efes Konsili ve 451 Kadıköy Konsili’nden sonra tehlikeye girdi. Konsillerde Nesturilik “sapık” ilan edilince, Bizans yönetimi doğrudan Nusaybin Okulu’nu hedef aldı. 489 yılında İmparator Zenon, okulu resmen kapattı. Öğrenciler ve hocalar Pers topraklarına göç ederek çalışmalarını orada sürdürdüler. Bu göç, Cundişapur gibi yeni merkezlerin doğmasına yol açtı. İslam döneminde Nusaybin’de eğitim tamamen sona ermedi, fakat artık Bağdat’ın yükselişi karşısında etkisini kaybetmişti. Eğitim dili olan Süryanice, yerini giderek Arapçaya bıraktı; bu da okulun bilimsel üretim gücünü zayıflattı. Ortaçağ boyunca Nusaybin küçük bir Hristiyan teoloji okulu olarak varlığını sürdürdü, fakat bilimsel etkisi neredeyse kalmadı. 13. yüzyılda Moğol istilaları ve ardından Timur’un seferleriyle birlikte bu gelenek de sona erdi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.