Otorite ve iktidar
Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —
- Tarih boyunca otorite, insan topluluklarının kaçınılmaz bir unsuru olmuştur; ancak onun doğası ve işlevi değişmiştir. Doğal otorite, bilgelik ve deneyim temelli bir rehberlik iken; modern otorite, denetim ve meşruiyetin araçsallaştırıldığı bir iktidar biçimine dönüşmüştür.
Elinor Ostrom’un Governing the Commons adlı eseri, 20. yüzyılın sosyal bilimler alanında bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Klasik ekonomi teorisinin “ortak kaynaklar, bireylerin bencil çıkarları nedeniyle kaçınılmaz biçimde tükenir” savına meydan okuyan bu kitap, kaynakların merkezi bir otorite tarafından yönetimine dayanan sistemi reddeder.
Garrett Hardin’in 1968 tarihli “Tragedy of the Commons” makalesiyle ün kazanan görüşe göre, bir kaynak, örneğin bir göl, orman ya da mera, kimseye ait değilse, herkes ondan olabildiğince yararlanmaya çalışır ve sonunda kaynak aşırı kullanımdan yok olur. Bu anlayış, modern devletlerin çevre ve ekonomi politikalarının çoğuna yön vermiştir. Kaynakların ya merkezi bir otoritenin sıkı denetimi gerekir ya da kaynak özelleştirilmelidir. Ostrom ise bu ikili seçeneği reddeder ve şu basit ama devrim niteliğindeki soruyu sorar: Gerçek dünyada, insanlar devletsiz ve piyasasız koşullarda ortak kaynaklarını uzun vadeli olarak yönetebilir mi?
Toplumlar modern ekonomik teoriye karşı…
Ostrom bu soruya yanıt ararken dünya çapında çok farklı coğrafyalarda yaşayan toplulukları inceledi. Nepal’in dağ köylerinde ortak sulama kanallarını paylaşan çiftçilerden, İsviçre Alpleri’nde yüzyıllardır ortak meralarını sürdüren köylü birliklerine, Japonya’nın orman köylerinden Kaliforniya’daki yeraltı su havzalarına kadar onlarca örnek topladı. Her bir vakada saha çalışması yaptı; tarihsel belgeler, yerel kayıtlar, üretim verileri ve mülakatlar aracılığıyla, bu toplulukların kaynaklarını nasıl yönettiklerini ayrıntılı biçimde analiz etti. Sonuç şaşırtıcıydı: Hardin’in öngördüğü trajedi, neredeyse hiçbir yerde gerçekleşmemişti. Tam tersine, birçok topluluk kendi içinde geliştirdiği kurallar ve yaptırımlar sayesinde, yüzlerce yıl boyunca kaynaklarını sürdürülebilir biçimde kullanmayı başarmıştı.
Ostrom, bu başarıların rastlantısal olmadığını, belirli bir kurumsal mantığa dayandığını gösterdi. Ona göre yerel topluluklar, deneyim ve karşılıklı güven temelinde, ortak havuz kaynaklarını yönetmek için kendi içlerinde kurallar geliştirirler. Bu kurallar, kaynak kullanımını sınırlayan yasaklar, ihlal durumunda uygulanan topluluk içi yaptırımlar ve karar süreçlerine katılım mekanizmaları içerir. Örneğin Nepal’deki çiftçiler, suyun hangi gün kime verileceğini belirlemek için her sezon öncesi toplantılar düzenliyor; kurallara uymayanlar ise toplumun geri kalanı tarafından sosyal olarak dışlanıyordu. Bu tür yerel normlar, yazılı yasalar kadar etkili bir denetim aracı haline gelmişti. Böylece merkezi devlet veya piyasa müdahalesi olmadan, kaynaklar uzun vadeli olarak korunabiliyordu.
Kolektif akıl gözlemlenebilirdir
Ostrom’un en çarpıcı bulgusu, bu toplulukların başarısının sekiz temel ilkeye dayandığıydı: açıkça tanımlanmış sınırlar, topluluğun karar alma sürecine geniş katılım, yerel koşullara uygun kurallar, kendi kendine yaptırım uygulama mekanizmaları, kademeli cezalar, düşük maliyetli uyuşmazlık çözüm yolları, dış otoritelerle asgari müdahale ilişkisi ve çok katmanlı yönetişim ağları. Bu ilkeler, daha sonra “Ostrom dizayn prensipleri” adıyla literatüre geçti. Onun vardığı sonuç, toplumsal sorun çözme kapasitesinin yalnızca merkezi otoritelerde değil, yerel düzeyde örgütlenmiş ortak akılda da bulunabileceğini kanıtlıyordu. 2009’da Nobel Ekonomi Ödülü’ne layık görülmesi, bu keşfin sosyal bilimlerde yarattığı paradigma değişiminin bir göstergesiydi.
Ostrom’un çalışması, “kolektif aklın” yalnızca teorik bir kavram olmadığını, saha verileriyle gösteren ilk ampirik kanıtlardan biriydi. Bu nedenle, doğal otorite ve yerel öz-yönetim fikrini savunan modern politik ekolojiler için güçlü bir bilimsel dayanak oluşturdu. İnsan topluluklarının, uygun koşullar altında, kendi kendilerini yönetme ve sorun çözme kapasitesine sahip olduklarını göstererek, “otoritenin merkezileşmesinin kaçınılmaz olduğu” varsayımını temelden sarstı.
Peki doğal toplumlardaki otorite nasıl merkezi otorite haline geldi ve bugünkü devlet biçiminde, bireylerin ve küçük toplumların sorun çözme kapasitesini ellerinden alır düzeye ulaştı?
Otoritenin kaynağı
Otorite, insan topluluklarının varoluşunun en eski biçimlerinden biri olarak, başlangıçta baskı ya da tahakkümün değil, kolektif uyumun ve yaşamın sürdürülmesinin bir aracıdır. İlk insan topluluklarında “otorite” kelimesinin karşılığı, bugünkü gibi merkezi bir güç ilişkisini değil, doğal saygı ve deneyim temelli rehberlik anlamına geliyordu.
Antropolog Pierre Clastres’in Devletsiz Toplumlar (1974) adlı eserinde belirttiği gibi, erken dönem kabilelerde şeflik bir “komuta” biçimi değil, bir “ikna” biçimiydi. Şef, emir vermezdi; konuşurdu. Topluluk onun sözünü dinlerdi çünkü o, sözün taşıyıcısı, geleneğin koruyucusu ve kolektif bilincin ifadesiydi. Clastres bu toplumları “devlete dirençli toplumlar” olarak tanımlar; çünkü bu yapılar, iktidarın merkezileşmesini bilinçli olarak engellerdi.
Bu dönemde otoritenin doğallığı, onun yetkinliğe dayalı olmasından gelir. En yaşlı olan, en çok deneyim sahibi, en becerikli ya da en bilge kişi doğal biçimde rehberlik ederdi. Otorite, güç değil bilgelik temelliydi; görev, bireysel çıkar değil topluluğun sürekliliği idi.
Tarımsal üretimin gelişmesiyle birlikte insanlık tarihinde köklü bir dönüşüm yaşandı. Göçebe yaşamın yerini yerleşik tarım düzeni aldığında zamanla üretim fazlası ve mülkiyet kavramları ortaya çıktı. Artık “koruma” ve “denetim” gereksinimi doğmuştu; bu da otoritenin doğasını değiştirdi. Güç, meşruiyetini artık bilgelikten değil, mülkiyetten ve şiddetten almaya başladı. Bu süreçte iktidar, kendini “düzenin gereği” olarak meşrulaştırdı.
Max Weber’in klasik tanımıyla, otoritenin üç biçimi vardır: karizmatik, geleneksel ve yasal-ussal (Weber, Ekonomi ve Toplum, 1922). Weber’in çerçevesine göre ilk topluluklardaki otorite karizmatiktir — kişisel niteliklere dayanır. Ancak devlet aygıtının doğuşuyla birlikte, yasal-ussal otorite öne çıkar: birey, artık bir insana değil, bir yapıya itaat eder.
Bu, insanlık tarihinde kritik bir kırılmadır. Otorite artık doğal değil, kurumsaldır; insanın içinden değil, dışından gelmektedir. Devlet aygıtı, toplumsal dayanışmanın değil, denetimin aracı haline gelir.
Otorite saygı değil itaat talep eder hale geldi
Otoritenin doğal biçimi ile modern devlet otoritesi arasındaki fark, meşruiyetin kaynağındadır. Doğal otorite, bireylerin ortak iyisine dayalı deneyimsel bir aklın ürünüyken, modern iktidar, meşruiyetini “yukarıdan” yani yasa, tanrı ya da kurumdan alır.
Hannah Arendt, Otorite Nedir? (1954) adlı makalesinde, modern çağda otoritenin krize girdiğini ve yerini “çıplak güç”e bıraktığını söyler. Arendt’e göre antik Roma’da “auctoritas”, toplumun ortak hafızasıyla, geçmişin saygınlığıyla ilişkilidir; ancak modern dönemde bu bağ kopmuştur. Otorite artık saygı değil, itaat talep eder.
Michel Foucault ise bu dönüşümü daha radikal biçimde açıklar. Disiplin ve Ceza (1975) ve Cinselliğin Tarihi (1976) eserlerinde, iktidarın modern biçiminin sadece kurumlarda değil, bedenlerde ve davranışlarda işlediğini belirtir. Foucault’ya göre modern otorite, insanı zorla değil, alışkanlıkla yönetir. Okullar, hapishaneler, hastaneler, medya ve ekonomi, bireylerin davranışlarını “normalleştirerek” tahakküm kurar. Böylece otorite, dışsal olmaktan çıkar ve içselleştirilmiş denetim biçimine dönüşür.
Merkezi otorite sorun çözme kapasitesini köreltiyor
Doğal otoritenin işlevi, topluluk içi sorunları çözmekti. Ancak modern devletin doğuşuyla birlikte sorun çözme, bir bürokratik işleme dönüştü. Bu noktada, iktidarın varlığı artık sorunların çözümünden değil, sorunların sürmesinden beslenir hale geldi.
Modern devlet ve kapitalist ekonomi, toplumların kendi kendini yönetme yeteneğini ortadan kaldırmıştır. Merkezi otoriteler, bireylerin ve toplulukların doğrudan karar alma pratiklerini bastırmış; bu da “toplumun kendi sorunlarını çözme kapasitesini” köreltmiştir.
Bu bağlamda, iktidar bir “çözüm üreticisi” olmaktan çok, bir sorun yöneticisi haline gelmiştir. Toplumsal krizler, yoksulluk, işsizlik, ekolojik yıkım, devletin meşruiyetini yeniden üretme araçlarına dönüşmüştür. İktidar, sorunları çözerek değil, onları idare ederek varlığını sürdürür.
Otoriteye gönüllü itaat
20. yüzyılın son çeyreğinde yükselen neoliberal ideoloji, otoriteyi yeniden tanımladı. Artık birey, kendi kendinin yöneticisi ve denetleyicisi haline geldi. Neoliberalizm, bireyi bir insan sermayesi olarak kurguladı ve ona kendi yaşamını bir yatırım gibi yönetmeyi öğretti. Bu süreçte otorite, dışsal bir zorlama olmaktan çıkarak bireyin içselleştirilmiş bir zorunluluğuna dönüştü. İnsanlar artık devlete değil, başarıya itaat eder hale geldiler. Bu, otoritenin en sinsi biçimidir: çünkü baskı hissedilmez, gönüllü hale getirilir.
Toplumsal bağlar bu ideolojik dönüşümle birlikte çözülür. Dayanışma, yerini rekabete bırakır. Toplum, ortak sorunlar karşısında kolektif refleks geliştiremez hale gelir. Bookchin’in deyimiyle “komünal akıl” yerini “atomize birey”e bırakmıştır. Sonuçta, otorite tümüyle içselleştirilir: insanlar artık dışsal bir efendiye değil, kendi içlerindeki iktidar sesine boyun eğerler. Bu, modern tahakkümün doruk noktasıdır.
Tarih boyunca otorite, insan topluluklarının kaçınılmaz bir unsuru olmuştur; ancak onun doğası ve işlevi değişmiştir. Doğal otorite, bilgelik ve deneyim temelli bir rehberlik iken; modern otorite, denetim ve meşruiyetin araçsallaştırıldığı bir iktidar biçimine dönüşmüştür. Bugün insanlık, kolektif sorun çözme kapasitesini yeniden inşa etme aşamasındadır. Bu, merkezi otoritelerin zayıflatılması değil; toplumsal katılımın, yerel öz-yönetimin ve dayanışmanın yeniden güçlendirilmesi anlamına gelir.
