Kimin kararı?
Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —
- Modern dünyada bireyler, hayatlarına etkide bulunan ancak sonuçları açısından belirsizlik içeren kararları uzak kurumlara devretmiştir. Komünal ve dar yapılar ise bireyi karar mekanizmalarına direkt olarak katar ancak normatif sınırlarla kısıtlar. Bu noktada şu soruları sormamız önemli: Bireye karar gücü nasıl geri kazanacak? Ve Komün nasıl demokratikleşecek?
Özgürlük, yalnızca seçim yapma kapasitesi olarak değerlendirilemez; aynı zamanda yapılan seçimlerin sonuçlarını üstlenme sorumluluğunu da içermektedir. Bu nedenle özgürlük ile sorumluluk arasındaki bağ koparıldığında, birey kendi hayatını etkileyen kararların öznesi olmaktan çıkar, kararlar başka odaklara devredilir.
Günümüz dünyasında bu odaklar çoğunlukla devlet, piyasa ya da siyasi-ideolojik örgütlenmeler biçimini almıştır. Bireyler, kimi zaman bilinçli kimi zaman farkında olmadan, hayatlarını etkileyen konulardaki kararları uzak bürokratik yapılara ya da toplulukların kolektif iradelerine havale ederler. Bu dinamiğin modern toplumlardaki bireyler üzerindeki etkileri çok ciddi bir tartışma konusu.
Özgürlük ve karar alma
Modern düşüncede özgürlük, en yalın haliyle bireyin kendi hayatını ilgilendiren konularda kendi iradesiyle karar verebilmesiyle tanımlanır. Bu tanım, bireyi dışsal otoritelerden, geleneksel hiyerarşilerden ve keyfi baskılardan koruyan bir çerçeve sunar. Ancak bu tanım sorunludur. Özgürlük yalnızca seçme gücü değildir; aynı zamanda seçimin sonuçlarını üstlenme iradesini de içerir. Bir kararın yalnızca verilmesi değil, aynı zamanda doğurduğu sonuçların sorumluluğunu taşımak da özgürlüğün ayrılmaz parçasıdır.
Tam da bu noktada özgürlük ile belirsizlik arasındaki gerilim ortaya çıkar. Kararın sonuçlarının kestirilemediği, geleceğin öngörülemez olduğu durumlarda özgürlük bir kazanım olmaktan çok bir yük haline gelebilir. Özgürlüğün getirdiği seçenek bolluğu her zaman bireyin güçlenmesi anlamına gelmez; çoğu zaman bireyi karar verme baskısı altında yalnızlaştırır. Modern dünyada bu baskı, bireyin “özgürlük” ile “güvenlik” arasında bir denge arayışına girmesine yol açar.
Bu bağlamda birey, özgürlüğünü yaşamak ile belirsizlikten korunmak arasında bir ikilemle karşı karşıya kalır. Özgürlüğün sunduğu özerklik, aynı zamanda belirsizliğin yarattığı kaygıyı artırır. Kararların örgütlere, kurumlara ya da ideolojik yapılara devredilmesi, bu ikilemi yönetmenin bir yolu olarak ortaya çıkar. Örgüt ya da kurum, bireyin karşı karşıya kaldığı belirsizliği “hazır reçeteler” ve kolektif normlarla ortadan kaldırır; birey ise bu sayede kararın sonuçlarına ilişkin sorumluluğu paylaşarak kendini daha güvende hisseder.
Dolayısıyla mesele, sıkça dile getirildiği gibi “insanlar düşünmekten kaçıyor” gibi basit bir açıklamayla geçiştirilemez. İnsanların kararlarını örgütlere devretmesi, rasyonel düşünceden kaçıştan çok, belirsizliği yönetme ve kimliksel bütünlük kurma çabasıyla ilgilidir. Zira kimlik, yalnızca bireysel seçimlerin toplamı değil, aynı zamanda toplumsal çerçeveler içinde anlam kazanan bir yapılandırmadır. Aslında çoğu zaman özgürlük, bireysel özerklikten çok, belirsizliği azaltan ve kimliği istikrara kavuşturan bir kolektif aidiyetin içinde daha yaşanılır hale gelir.
Kararların uzak kurumlara devri
Modern insanın hayatını etkileyen en kritik kararların çoğu, bireyin doğrudan etkisinin zayıf olduğu uzak kurumlar tarafından alınır. Devletlerin belirlediği ekonomik politikalar, kentlerin nasıl büyüyeceğini tayin eden planlamalar, eğitim müfredatları ya da sağlık sistemleri, bireylerin gündelik yaşamlarını derinden şekillendirir. İnsan, ne kadar bireysel tercihlerde bulunduğunu düşünse de aslında yaşadığı evin konumundan aldığı maaşın değerine, çocuğunun okulda öğreneceği bilgiden bir hastanede göreceği tedaviye kadar pek çok kritik unsur, bireyin kontrolünün ötesindeki yapılarda belirlenir.
Yani bireyin yaşamı üzerinde etkili olan kararlar, doğrudan demokratik tartışmalardan çok teknik uzmanların ve bürokratik yapıların tasarrufuna bırakılmıştır. Birey bu süreçte edilgenleşir; çünkü sistemin işleyişi, uzman olmayanların müdahalesini meşru görmez.
Böyle bir düzende bireyin rolü, kararların sonuçlarını yaşamaya indirgenir. Örneğin, bir kentte toplu ulaşımın nasıl düzenleneceği belediye ve planlama ofisleri tarafından belirlenir; vatandaş yalnızca belirlenen sistemden yararlanır ya da şikayet eder. Benzer biçimde, bir salgın döneminde hangi tedbirlerin alınacağı, hangi aşıların uygulanacağı ya da hangi ilaçların kullanılacağı sağlık otoritelerinin kararına bağlıdır. Bu kararlar teknik bilgiye dayanır, ama aynı zamanda toplumsal hayatı kökten biçimlendirir.
Bu noktada birey açısından çifte bir dinamik işler. Bir yandan, karar verme sorumluluğundan kurtulmak bir rahatlık sağlar. Doğru kararı verme yükü artık bireysel değil, kurumsaldır. Hata olursa sorumluluk kişide değil, kurumda aranır. Öte yandan bu süreç, bireyin özne olma kapasitesini daraltır; yaşamını belirleyen kritik tercihler, kişisel iradesinin dışına çıkar. Bu paradoks, modern özgürlük anlayışının en temel açmazlarından biridir. Birey özgür görünür, ama hayatına etki eden kararların çoğunda pasiftir.
Modern şehir ve karar yorgunluğu
Metropol yaşamı bireye geniş bir özgürlük alanı açar gibi görünür. Eğitimden iş hayatına, ilişkilerden kültürel tüketim biçimlerine kadar seçenekler neredeyse sınırsızdır. Bir kişi aynı gün içinde onlarca farklı yaşam tarzı imkanıyla karşı karşıya kalabilir. Hangi mesleği seçeceği, hangi mahallede yaşayacağı, hangi ideolojik duruşu benimsediği ya da hangi sosyal ilişki ağında yer aldığı konusunda çok sayıda alternatif mevcuttur. İlk bakışta bu çeşitlilik, bireyin özgürlüğünü artırıyor gibi görünse de gerçekte yoğun bir karar baskısı doğurur.
Psikoloji literatüründe bu durum “karar yorgunluğu” olarak tanımlanır. Seçeneklerin artması, bireyin rasyonel seçim kapasitesini artırmaktan çok, zihinsel ve duygusal yükünü ağırlaştırır. Birey, sürekli seçim yapmaya zorlandığında ya kararları erteler ya da dışsal otoritelerin sunduğu hazır kalıplara yönelir. Burada özgürlük, paradoksal biçimde, bireyin kendi özerkliğini zayıflatan bir faktöre dönüşür.
Komünal yaşam ve kolektif kararlar
Küçük komünal topluluklarda ise tablo farklıdır. Burada karar süreçleri daha doğrudan, yüz yüze ve şeffaftır. Birey, kendi hayatını ilgilendiren kararların alındığı sürece doğrudan katılır; bu açıdan özgürlüğünü daha dolaysız biçimde deneyimler. Katılımcılığın bu yoğunluğu, bireyin karar yükünü paylaşmasını sağlar ve topluluk içinde aidiyet duygusunu güçlendirir. Ancak Durkheim’ın işaret ettiği gibi, bu kez de “kolektif bilinç” birey üzerinde baskın hale gelir. Komünal yaşamda bireyin farklılaşması, çoğu zaman normatif sınırlarla kısıtlanır. Aidiyetin sağladığı güvenin bedeli, farklılığın bastırılması olabilir. Bu durum, kolektifin sürekliliği ile bireysel özerklik arasındaki gerilimi ortaya çıkarır.
Bununla birlikte, komünlerin olumsuzlukları yalnızca “baskıcı normlar” ekseninde okunmamalıdır. Son dönemlerde çokça üzerinde tartışılan “Demokratik komünalite” kavramı, komünlerin potansiyelini yeniden düşünmeyi mümkün kılıyor. Demokratik komünalite, yalnızca küçük grupların kendi içinde dayanışması değil, aynı zamanda farklılıkların güvence altına alındığı, çoğulculuğun korunduğu ve karar süreçlerinin şeffaf bir biçimde denetlendiği bir topluluk modelini ifade eder. Böyle bir çerçevede komünler, bireysel özerkliği tehdit eden yapılar olmaktan ziyade, onu koruyan ve geliştiren kurumlara dönüşebilir.
Demokratik komünalite çerçevesinde komünler yalnızca alternatif yaşam biçimleri değil, aynı zamanda modern demokrasilerin tıkanıklıklarına yanıt verecek güçlü bir seçenek olarak son derece güçlü bir seçenek olarak önümüzde duruyor. Katılımcı, çoğulcu ve esnek karar alma mekanizmalarıyla donatıldığında, komünler hem bireyin doğrudan özgürlük deneyimini güçlendirebilecek hem de modern şehirlerin bürokratik uzaklığına karşı güçlü bir alternatif sunabilecek bir potansiyele sahiptir.
Komünal yaşam ve şehir arasında
Modern şehir ile komünal yaşam arasındaki fark, özgürlük ve sorumluluk arasındaki gerilimin farklı biçimlerde yaşanmasıdır. Şehirde birey özgürdür ama yalnız ve yük altındadır. Komünde ise birey desteklenir, kolektif dayanışmanın güvenliğini hisseder, fakat bu kez kolektif normların baskısına tabidir. Birinde özerklik bedelini yalnızlıkla öderken, diğerinde güvenin bedeli farklılıkların sınırlandırılmasıdır. Her iki durumda da birey, farklı nedenlerle, hayatına dair önemli kararları örgütlere devretmeye yönelir.
Peki, bu iki uç arasında nasıl bir denge kurulabilir? Mesele, şehir ile komünün birbirine zıt iki yaşam formu olması değildir. Esas soru, şehir ölçeğinde komünal değerlerin nasıl kurumsallaştırılabileceğidir. Demokratik komünalite fikri, tam da bu noktada önem kazanıyor. Bireyin doğrudan katılımını, çoğulculuğu ve ortak yaşamı merkeze alan bir anlayışla, modern şehirlerin anonimliği ile komünal yaşamın dayanışmasını bir arada yaşatmak mümkün.
Komünal katılım yalnızca küçük köy ya da topluluklara özgü değildir, şehir ölçeğinde de yeniden üretilebilir. Başka bir ifadeyle, özgürlük ile sorumluluk arasındaki gerilimi hafifleten ve bireyin hem özerk hem de desteklenmiş hissetmesini sağlayan demokratik komünalite tarzı modeller, geleceğin demokratik toplumlarına dair güçlü ipuçları barındırıyor.
