Bir hayatta kalma stratejisi olarak anlam

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

  • İnsana avantajlar sağlayan evrimsel biyolojiyi anlatırken insanın salt fiziksel özelliklerinden hareket etme gibi bir yanılgıya düşebiliriz. Oysa bugün insan türleri arasında hayatta kalan tek tür olarak bu başarıyı önemli oranda anlam üretme kapasitemize borçluyuz.

Evrimsel biyoloji açısından modern insana baktığımızda ağırlıklı olarak fiziki özelliklerini gören bir gözlük takma eğilimindeyiz. İnsanın beyin büyüklüğünün vücuda oranı, iki ayak üzerinde yürümesini sağlayan omurga yapısı, baş parmağın gelişimi vs... Bu gözlüklerle baktığımızda insanların diğer canlılarla düşünsel farklılıklarının, kültür oluşturma yeteneğinin nasıl bir evrimsel avantaj sağladığı konusunu değerlendirme dışı bırakmış oluyoruz.

İnsan eylemlerinde anlam arayan, eyleme geçmek için anlam yaratan, insanı diğer canlılardan tamamen ayıran biricik özelliği olan anlam arayışı türümüze ne gibi avantajlar sağlamış olabilir? Anlam arayışının evrimsel olarak türümüze bir faydası var mı?

İnsan diğer canlılara kıyasla tuhaf bir varlık. Çünkü insanlar yalnızca biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik davranışlarla yetinmiyor, aynı zamanda varoluşunu da sorguluyor. Diğer canlılar büyük ölçüde içgüdüsel yönelimlerle hayatta kalmaya çalışırken, insan zihni “neden buradayım?”, “hayatın amacı nedir?”, “ölümden sonra ne olur?” gibi sorular üretiyor.

Erken insan toplulukları da anlam arayışındaydı

Antropolojik araştırmalar, en erken insan topluluklarının bile ölüm ve yaşam karşısında yalnızca pratik çözümler geliştirmekle kalmadığını, aynı zamanda bunları semboller ve ritüeller aracılığıyla anlamlandırmaya çalıştığını gösteriyor. Neandertal mezarlarında bulunan gömü eşyaları ya da Göbekli Tepe gibi ritüel merkezlerinde insanın binlerce yıl önce bile biyolojik varlığını aşan bir “anlam ihtiyacı” içinde olduğunu ortaya koymakta. Bu bulgular, anlam arayışının kültürel bir icat olmaktan çok, türün temel karakteristiği olduğunu düşündürüyor.

Evrimsel biyoloji açısından bakıldığında ise, anlam üretme kapasitesi yalnızca metafizik bir yönelim değil, aynı zamanda uyumsal bir işlev görmüştür. Belirsizlik karşısında anlam üretebilen birey, psikolojik dayanıklılık kazanmış; ortak mitlere ve hikayelere bağlanan gruplar daha güçlü sosyal bağlar kurmuş; gelecek vizyonu geliştiren topluluklar uzun vadeli planlamalar yapabilmiştir. Dolayısıyla anlam arayışı, türün hem bireysel düzeyde psikolojik sağkalımını hem de kolektif düzeyde kültürel ve sosyal gelişimini destekleyen bir mekanizma olarak karşımıza çıkar.

Felsefe cephesinde de insanın bu özelliği, varoluşunun merkezinde görülegeldi. Antik Yunan’dan itibaren filozoflar, insanı “logos” sahibi, yani akıl ve anlam üretme kapasitesiyle tanımladı. Nietzsche, modern çağda insanı “değer üreten hayvan” olarak nitelendirmiş; Viktor Frankl ise insanın temel motivasyonunu “anlam arayışı” olarak ortaya koymuştur. Modern düşünürler, bu eğilimin yalnızca bireysel bir ihtiyaç değil, aynı zamanda toplulukları bir arada tutan temel yapıştırıcı olduğuna işaret etmektedir.

Psikolojik dayanıklılık

İnsan, evrimsel süreçte yalnızca fiziksel tehlikelerle değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal sorunlarla da yüzleşmiştir. Bu bağlamda, ölüm bilinci, belirsizlik ve acı, insan zihninin karşılaştığı en büyük tehditlerden biri olmuştur. Ölüm bilinci insana özgüdür ve bu bilinç, kontrol edilemediğinde bireyi felce uğratabilecek kadar güçlüdür. Eğer bu kaygı yönetilememiş olsaydı, bireylerin işlevselliği zayıflar, grup içindeki rollerini sürdüremez ve türün bütünsel uyumu bozulabilirdi.

İşte tam bu noktada anlam üretme kapasitesi devreye girdi. İnsan zihni, yaşanan acıları ve kayıpları belli bir hikaye ya da amaç çerçevesine yerleştirerek katlanılabilir hale getirmiştir. Bu süreç modern psikolojide “bilişsel yeniden çerçeveleme” olarak adlandırılır. Örneğin, yakınını kaybeden bir birey, bu kaybı “ataların ruhlarının çağrısı” ya da “ilahi bir sınav” olarak yorumladığında, yasın yıkıcı etkisini hafifletebilir. Evrimsel düzeyde bu tür yorumlar, bireyin daha yüksek psikolojik dayanıklılık göstermesine ve yeniden hayata uyum sağlamasına olanak tanımıştır.

Viktor Frankl’ın toplama kampı deneyimleri bu mekanizmayı en açık şekilde gözler önüne serer. Frankl’ın gözlemlerine göre, yaşamına bir neden bulan mahkumlar, en ağır koşullara rağmen ayakta kalmayı başarırken, anlam yitimi yaşayanlar çok daha çabuk çökmüştür. Evrimsel açıdan bakıldığında, bu durum şunu gösterir: Anlam üretebilen bireyler, yalnızca fiziksel değil, psikolojik tehlikeler karşısında da hayatta kalma şansını artırmışlardır. Bu özellik, hem genetik aktarımı hem de kültürel mirasın devamlılığını sağlamıştır.

Sosyal bağların güçlenmesi

İnsan türünün hayatta kalmasında en kritik unsur, sosyal işbirliği kapasitesidir. Tek başına insan, pençesiz, zayıf çeneli ve görece yavaş bir canlıdır. Ancak işbirliği sayesinde büyük avları yakalayabilmiş, barınaklar inşa edebilmiş ve diğer türlere karşı üstünlük sağlamıştır. İşbirliği ise yalnızca pragmatik çıkar ilişkilerine değil, daha derin bir ortak anlam sistemine dayanır.

Sosyobiyoloji ve evrimsel antropoloji, ritüellerin, mitlerin ve inanç sistemlerinin, grup içindeki güveni artıran sosyal yapıştırıcı işlevi gördüğünü göstermektedir. Dini törenler, şamanik ritüeller ya da modern çağdaki ulusal bayramlar, bireylerde ortak bir aidiyet duygusu yaratır. Bu aidiyet, bireylerin kendi çıkarlarını aşarak grup yararına davranmalarını sağlar. Örneğin, ataların ruhuna duyulan inanç, bireyi yalnızca bireysel çıkarları için değil, topluluk için de fedakarlık yapmaya yönlendirmiştir.

Richard Dawkins’in “memetik” yaklaşımı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Ona göre, fikirler (memler), genler gibi kopyalanır ve çoğalır. Ortak anlam sistemleri, bu fikirlerin topluluk içinde tutunarak bireylerin davranışlarını şekillendirmesiyle kalıcı hale gelir. Böylece mitler ve ideolojiler, toplulukları organize eden kültürel kalıpları oluşturur.

Tarihsel olarak bakıldığında, küçük avcı-toplayıcı gruplar ataların ruhuna inanarak dayanışmayı sürdürmüş, büyük tarım toplumları dinler etrafında birleşmiş, modern çağda ise toplumsal örgütlenmeler şemsiyeleri altındaki insanları ortak ideolojiler ve semboller aracılığıyla bir arada tutmuştur. Bütün bu süreçlerde anlam üretimi, biyolojik açıdan savunmasız olan insanı sosyal dayanışma yoluyla güçlü kılmıştır.

Gelecek tasarımı ve uzun vadeli planlama

Anlam arayışı yalnızca şimdiyi değil, geleceği de kuşatan bir özelliktir. İnsan, “hayatın amacı nedir?” sorusunu sorarak, aslında “geleceğe dair nasıl yaşamalıyım?” sorusuna yanıt arar. Bu, uzun vadeli planlama kapasitesinin metafizik yansımasıdır.

Antropolojik bulgular, tarımın ortaya çıkışını yalnızca teknik bir ilerleme değil, aynı zamanda zihinsel bir sıçrama olarak yorumlar. Tarım, bugünün emeğini geleceğe yatırmayı gerektirir: Toprağı ekip aylarca ürün beklemek, bugünü geleceğe feda etmeyi mümkün kılan bir düşünce yapısını zorunlu kılar. Bu ise yalnızca, yaşamı daha geniş bir anlam sistemi içine yerleştirebilen bir zihinsel çerçeveyle mümkündür.

Yerleşik hayata geçiş, kentlerin ve medeniyetlerin kurulması da bu “gelecek tasarımı” yetisinin ürünüdür. Yalnızca bireyler değil, toplumlar da geleceğe yönelik ortak anlamlar üreterek planlar yapmışlardır. Örneğin, piramitler yalnızca mimari yapılar değil, aynı zamanda ölümden sonraki hayata dair anlam sisteminin maddi yansımasıdır.

Evrimsel düzeyde, geleceğe yatırım yapabilen topluluklar kaynaklarını daha verimli kullanmış, kıtlık ve felaketlere karşı daha hazırlıklı olmuşlardır. Bu da uzun vadeli planlama kapasitesi yüksek olan grupların, diğerlerine kıyasla daha istikrarlı ve uzun ömürlü olmalarını sağlamıştır. Dolayısıyla anlam arayışı, yalnızca bireysel motivasyon değil, kolektif başarının da temeli olmuştur.

Soyut düşünce ve sembolik dil

Anlam üretme kapasitesinin en belirgin tezahürü, sembolik düşünce ve dildir. İnsan, yalnızca gördüğü nesneleri değil, görmediği, hayal ettiği ya da hiç var olmamış şeyleri de temsil edebilen bir varlıktır. Bu kapasite sayesinde mitler, hikayeler ve metaforlar ortaya çıkmış, bunlar aracılığıyla bilgi ve deneyim kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.

Sembolik dil, yalnızca iletişim aracı değil, aynı zamanda kültürel sürekliliğin de taşıyıcısıdır. Bir topluluğun “orman ruhunun öfkesinden kaçınmak için bu bölgede ateş yakma” biçimindeki bir miti, aslında ekolojik bir bilgiyi aktarır. Mitin doğruluğu metafizik açıdan tartışmalı olabilir; fakat topluluğun davranışını yönlendirerek doğayla uyumlu bir yaşama katkıda bulunur.

Clifford Geertz kültüre ilişkin tespitleri çok çarpıcıdır. Ona göre kültür, insanların dünyayı anlamlandırma biçimlerinden oluşan sembolik bir ağdır. İnsan, bu ağ olmadan “eksik varlık” haline gelir. Evrimsel düzeyde bu, anlamın yalnızca bireysel bir psikolojik ihtiyaç değil, aynı zamanda kültürel aktarımın ve türün başarısının temel taşı olduğunu gösterir.

İnsanın anlam arayan doğası evrimsel biyolojinin en önemli ayaklarından biridir. Nihayetinde kültür yaratan anlam oluşturan doğa biyolojik evrimin bir sonucudur. Bu durum, evrimsel biyolojinin ve felsefi düşüncenin kesiştiği bir noktada insanı tanımlayan temel gerçekliği gözler önüne serer: Anlam, insanın hem hayatta kalma stratejisi hem de varoluşsal kaderidir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.