Normatif davranışın biyolojik boyutu

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

  • Yapılan gözlemler ve deneyler insan topluluklarında normatif davranışın hem biyolojik hem de kültürel kökenlere sahip olduğunu gösteriyor. Yani normlar, yalnızca soyut değerler değil, yaşamın sürekliliğini sağlayan biyososyal adaptasyonlar olarak önümüze çıkıyor.

Normatif davranış, yani bireylerin toplumsal normlara uygun hareket etmesi, insanlık tarihinde en temel davranış kalıplarından biridir. Evrimsel açıdan baktığımızda normatif davranışa uygun bireylerin, toplulukların birlikte hayatta kalma becerisini artırdığını, işbirliği ve güven ortamı yarattığını görüyoruz.

2024 yılında aramızdan ayrılan Hollandalı primatolog Frans de Waal’in primat toplumları üzerine yaptığı araştırmalar, insan dışı hayvanlarda bile sosyal düzenin yalnızca güç ilişkilerine değil, normatif beklentilere dayalı olarak şekillendiğini gösteriyor. Waal’in özellikle şempanzeler üzerinde yaptığı uzun dönemli gözlemler, bireylerin sadece biyolojik çıkarlarının peşinde koşmadığına, aynı zamanda grubun bütünlüğünü koruyan kurallara uyduklarına işaret ediyor.

Adalet ve işbirliği biyolojik kökenlidir

Deneyler ve gözlemleri sırasında De Waal, örneğin yiyecek paylaşımı sırasında haksız bir dağılım olduğunda şempanzelerin öfke, reddetme veya protestoya benzeyen davranışlar sergilediklerini kaydetmişti. Bu tür tepkiler, basit bir hayatta kalma refleksinden öte, bir adalet beklentisinin varlığını düşündürtmekte. Waal’in ifadesiyle, “adalet ve işbirliği biyolojik kökenlidir”; yani bunlar yalnızca kültürün inşa ettiği değerler değil, evrimsel süreçte sosyal türlerin ayakta kalabilmesi için geliştirdiği adaptasyonlardır.

Bu perspektif, insan toplumlarının kökeninde normatif davranışın, insan aklının ürünü olmadan önce de evrimsel düzeyde var olan bir strateji olarak işlev gördüğü savını ortaya atıyor. Buna göre grup içinde güvenilirlik, dayanışma ve öngörülebilirlik sağlayan normatif kalıplar, yalnızca bireyin değil, tüm grubun hayatta kalma şansını arttırıyor.

Dolayısıyla normatif davranışın evrimi, bireysel çıkarı aşan bir kolektif uyum mekanizması olarak anlaşılmalıdır.

Rekabete karşı dayanışma

Benzer şekilde, 19. yüzyıl düşünürü Peter Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı eserinde evrim anlayışına farklı bir perspektiften bakıyor. O dönemde hakim olan sosyal Darwinizm, evrimi “güçlü olanın ayakta kalması” şeklinde okuyor, toplumsal düzeni de rekabet ve mücadele üzerinden açıklıyordu. Kropotkin ise bu bakışa karşı çıkarak, doğada yalnızca rekabetin değil, aynı zamanda dayanışma ve işbirliğinin de güçlü bir evrimsel kuvvet olduğunu vurguladı. Kropotkin’e göre, birçok türde olduğu gibi insanlarda da topluluk halinde yaşama, kaynakları paylaşma ve karşılıklı yardımlaşma, hayatta kalmayı kolaylaştıran temel faktörlerdir.

Kropotkin’in özellikle vurguladığı nokta, küçük topluluklarda gelişen adil paylaşım normlarıdır. Avcı-toplayıcı gruplarda avın tüm grup üyelerine eşit biçimde dağıtılması, hasta veya zayıf bireylerin korunması, yalnızca etik bir seçim değil, aynı zamanda türün uzun vadeli evrimsel başarısını garantileyen bir davranış biçimi işlevi görmüştür. Kropotkin bu nedenle, normatif davranışın kökenini bireysel rekabette değil, karşılıklı yardımlaşmada görür. Normatif düzen, burada iktidarın dayatmasıyla değil, topluluğun kolektif çıkarlarını koruma ihtiyacından doğar.

Yani bu açıdan bakacak olursak normatif davranışın hem biyolojik hem de kültürel kökenlere sahip olduğunu görüyoruz. Normlar, yalnızca soyut değerler değil, yaşamın sürekliliğini sağlayan biyososyal adaptasyonlar olarak önümüze çıkıyor.

Normlar mikro iktidar araçları haline geldi

Ancak tarihsel süreçte normatif davranış, bu doğal ve işlevsel ekseninden uzaklaştırılarak iktidarın aracına dönüştürüldü. Michel Foucault, Disiplin ve Ceza’da modern toplumların “norm” kavramını, yalnızca düzenin değil aynı zamanda iktidarın işleyiş biçimi olarak analiz eder. Ona göre iktidar, yalnızca yasaklarla ya da açık şiddetle değil, normları içselleştirerek işler. Bireyler, dışsal zorlamadan önce kendi davranışlarını normlara göre disipline eder. Böylece normlar, başlangıçta yaşamı kolaylaştıran kolektif uyum mekanizmaları iken, zamanla bedenleri, arzuları ve düşünceleri şekillendiren mikro-iktidar araçları haline gelir.

Normlar çatışmayı minimize eden araçlardır

İnsan topluluklarının en büyük zorluklarından biri, bireysel çıkarlar ile grup çıkarları arasındaki dengeyi kurmaktır. Evrimsel süreçte, bireylerin sınırsız rekabeti, grubun bütünlüğünü bozabilecek, ortak yaşamı tehlikeye atabilecek bir potansiyele sahiptir. İşte normlar tam da bu noktada devreye girer.

Grup içinde herkesin neyin kabul edilebilir, neyin yasak olduğunu bilmesi, sürekli çatışma ve pazarlık ihtiyacını ortadan kaldırır. Normlar sayesinde bireyler, hangi davranışların hoş karşılanacağını, hangi davranışların dışlanma ya da cezaya yol açacağını önceden bilirler. Bu, topluluk içinde öngörülebilirlik sağlar. Evrimsel açıdan öngörülebilirlik, yalnızca psikolojik güven değil, aynı zamanda hayatta kalma avantajı anlamına gelir.

Modern antropolojik araştırmalar da gösteriyor ki küçük ölçekli topluluklarda normlar, yazılı hukuk olmadan da düzeni sağlar. Elman Service’in tanımladığı “band societies” gibi ilkel toplumlarda, bir liderin mutlak otoritesi yoktur; düzen, büyük ölçüde topluluk normlarının uygulanması ve sosyal baskı mekanizmalarıyla korunur. Bu, evrimsel bağlamda normların çatışma maliyetini düşürerek kolektif uyumu artıran bir araç olduğunu gösterir.

Normlar sadece sosyal değil biyolojik tatmin de yaratır

Ayrıca nörobilimsel araştırmalar, normlara uymayan bireylerin grup tarafından cezalandırılmasını izleyen diğer bireylerin beyinlerinde “ödül merkezlerinin” aktifleştiğini ortaya koymuştur. Yani, çatışmanın bastırılması ve normların korunması yalnızca sosyal değil, aynı zamanda biyolojik düzeyde de tatmin edici bulunur. Bu durum, normların insan beynine kadar işleyen derin bir evrimsel temeli olduğuna işaret eder.

Normlar, “biz” duygusunun inşasında merkezi rol oynar

Normlar yalnızca bireyler arası düzenleyici işlev görmez; aynı zamanda toplulukların kimliklerini inşa eden en güçlü araçlardan biridir. Bir grubun üyeleri, hangi yiyeceklerin yenip yenmeyeceğini, hangi davranışların ayıp sayılacağını, hangi ritüellerin tekrarlanacağını bildiklerinde yalnızca ortak kuralları paylaşmaz, aynı zamanda ortak bir kimlik de üretmiş olurlar.

Ritüeller, tabular ve paylaşım kuralları bu nedenle sadece davranış pratikleri değil, kimlik performanslarıdır. Bir arada ateş başında şarkı söylemek, birlikte av sonrası kutlama yapmak ya da yas sırasında belirli davranışları sergilemek, bireyleri “ben” olmaktan çıkarıp “biz”in bir parçası haline getirir.

Avcı-toplayıcı topluluklarda bu kimlik inşası özellikle hayatiydi. Çünkü dış tehditler —yırtıcı hayvanlar, rakip gruplar, doğa koşulları— karşısında bireysel olarak hayatta kalmak neredeyse imkansızdı. Normatif davranışla pekiştirilen “biz” duygusu, topluluğun dayanıklılığını artırdı. Yani bir anlamda tabu ve ritüeller, toplulukların yalnızca iç düzenini değil, aynı zamanda dışarıya karşı sınırlarını da belirlemiştir.

Normlar, kimin “bizden”, kimin “öteki” olduğunu tanımlayan sınır çizgileridir.

Modern toplumsal yapılarda da aynı dinamik görülür: ulusal bayrak törenleri, dini ayinler, toplu kutlamalar ya da cenazeler normatif davranışların modern versiyonlarıdır. Bunlar yalnızca sembolik değildir; bireylerde aidiyet duygusunu pekiştirerek toplumsal kimliğin yeniden üretimini sağlar.

Modern dönemde Ulus-Devlet ve yurttaşlık normları

Modern dönemde ulus-devlet ise normatif davranışları doğal topluluk yaşamından kopararak kendi ideolojik aygıtlarına entegre etti. Geleneksel komünal yapılarda normlar, topluluğun birlikte hayatta kalması için geliştirilen uyum mekanizmaları iken; modern devletler, bu normatif düzeni kendi çıkarları doğrultusunda yeniden kurguladı. Bu sürecin en belirgin ifadesi, “yurttaşlık normları”dır.

Ulus-devletin inşa süreci boyunca normlar, çeşitlilikten ve yerel toplulukların farklı yaşam biçimlerinden arındırılarak homojenleştirildi. Eğitim sistemi, hukuk düzeni, zorunlu askerlik ve resmi ideoloji, bireylerin davranış kalıplarını tek tipleştirdi.

Ulusal kimlik, bu normatif homojenliğin en güçlü aracıdır. Örneğin, ulusal marşların okunması, bayrak törenleri, resmi tatiller, ortak eğitim müfredatı, yurttaşların aynı tarihsel anlatıyı ve değerler setini içselleştirmesini sağlar. Böylece bireyler yalnızca hukuki yurttaşlık statüsüyle değil, aynı zamanda normatif olarak şekillendirilmiş “iyi yurttaş” kalıbına uyarak var olabilirler.

Modern toplumda normlar dayanışmadan daha çok itaati getiriyor

Bu noktada normların işlevi radikal biçimde değişir: artık işbirliğini ve dayanışmayı güçlendirmekten çok, itaati garanti altına almak için işlerler. Devlet, yurttaşları belli davranış kalıplarına uymaya zorlayarak, toplumsal düzenin devamını sağlar. Bu, bireyler açısından öngörülebilirlik sunsa da, aynı zamanda eleştirel düşünceyi, farklılıkları ve çoğulculuğu bastırır.

Benedict Anderson’un Hayali Cemaatler kavramıyla açıkladığı gibi, ulus-devlet “ulus”u ortak bir tahayyül olarak üretir. Bu tahayyülün içselleştirilmesi ise normlarla mümkündür: herkesin aynı dili konuşması, aynı sembolleri paylaşması, aynı ritüellere katılması. Böylece yurttaşlık, sadece hukuki değil, aynı zamanda normatif bir aidiyet haline gelir.

Normlar ve demokratik komünalite tartışmaları

Normlar açısından en büyük yozlaşma kadın-erkek eşitliği anlamında yaşandı. Kadın-erkek eşitsizliği, kölelik, kast sistemleri ya da sınıf farklılıkları, normatif düzenin içine yerleştirilerek “doğal” ve “kaçınılmaz” gerçeklikler gibi sunuldu. Oysa bunlar, normların evrimsel kökenindeki eşitlikçi ve dayanışmacı işlevin çarpıtılmasıydı. Normlar en çok da bu alanda yaşamı korumak yerine yaşamın üzerine tahakküm kuran bir araca dönüştü.

Demokratik komünalite düşüncesinin en önemli boyutlarından biri ulus devletin ve hegomonyanın oluşturduğu normatif davranışın yerine doğal ve komünal özellikleri geliştiren ve koruyan davranışın ikame edilmesidir. Normların yeniden tabandan, eşitlikçi ve katılımcı bir biçimde üretilmesini savunan yaklaşımın nasıl geliştirileceği ve bireyin özgürlüğünü bastıran değil, topluluk yaşamını güçlendiren, dayanışmayı ve çoğulculuğu artıran bir işlev kazanacağını tartışmak durumundayız.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.