Barınma hakkı sermayenin elinde

Dosya Haberleri —

Depremde yaşanan yıkımın mevzuatın uygulanmamasının bedeli olduğunu belirten imar tarihçisi ve mimar Burcu Arıkan ile kentsel dönüşümün cenderesine terk edilen yurttaşların yaşadıklarını ve devletin sermaye ile ilişkisini konuştuk...

  • Deprem teknik olarak karşısında çaresiz kalmanın kaçınılmaz olduğu bir durum asla değildir. Mevzuatın uygulanmamasının bedelidir bu. Van Depremi sonrasında kamusal denetim mekanizmaları zayıflatıldı. Özel yapı denetim şirketlerinin yetkilerinin artması, bakanlığın pek çok yetkiyi yerel yönetimlerden kendisine alması gibi süreçler aslında mekân üretiminde köklü değişikliklere sebep oldu.
  • Müteahhittin kentsel dönüşüm kapsamında arsa sahipleriyle yaptıkları pazarlıkları anlatmaya başlarsak kitap olur. Burada devlet en başından beri sahip olduğu rantın kâğıt işleri rolünde devam ediyor. Yönetmelikleri çıkarıyor, eline gelen projelerde üstüne düşen onayları veriyor ama süreçte malikler ve müteahhitler birlikte oluşturuyor projeleri. Orta ve üst orta sınıf muhitlerde bir pazarlık oluyor.
  • Hasar tespit meselesi maalesef kimsenin sarih bir bilgi aktarmaması yüzünden büyük bir kafa karışıklığı haline geldi. Artçıları geçiyorum, haftalar sonra 6.5 şiddetinde bir deprem daha oldu. Bunun öncesinde az hasarlı denilen yapıların bir kısmı şu anda orta ya da ağır hasarlı oldu. E-devletten gördüklerinde 30 gün içerisinde itiraz edebilirler. İtirazların çok olması yetkilileri sıkıştırabilir.

MİHEME PORGEBOL

Hiçbir zaman canı değerli görülmedi bu coğrafya insanının. Savaşlara yalınayak gönderildi, kıtlıklarda susuzluktan çatladı, afetlerde ölenler öldü, kalanlar bir baraka bile bulamadı başını sokacak. Buna karşın devlet ve sermaye hep sefahat ve güvenlik içindeydi. Lale Devri’nde halk açlıktan kırılırken saray erkanı keyfi sefa sürüyordu. 12 Eylül’de halkın çocukları işkencehanelerde acılar içerisinde kıvranırken Yeşilçam filmleri mutluluk pozları kesiyordu. Tüm bunlar hep halı altına süpürülüp görmezden gelindiği için bugün hem Lale Devri’ni, hem savaşı, hem de 12 Eylül’ü aynı anda yaşıyoruz. 6 Şubat’tan beri yaşanan depremler ve sonrasındaki insanlık krizi coğrafya insanına biçilen değeri en çıplak haliyle ortaya koydu. İnsanın değersizliği yöneticilerin yüzündeki ifadelerden televizyonlardaki programlara, yurttaşın yardım çığlıklarından her bir ferdin kendi kafasının içerisindeki düşüncelere kadar her şeyden okunuyor. İnsanın değersizliğini görmek için bunlar yeterli değilse, afet bölgesindeki binaların un ufak olmuş enkazlarına bakmak yeterli olacaktır.

Kolonu kesildiği için, temeli olmadığı için, deniz kumu ve kağıt gibi demirler kullanıldığı için, usulsüzlüğü affedildiği için tuzla buz olmuş binalar “İçinde yaşadığımız yerlerde neden ölüyoruz?” sorusunu sorduruyor. Bunun elbette birçok boyutu var fakat hepsi birbiriyle ilişkili. İşte biz de birbiriyle ilişkili tüm bu boyutları imar tarihçisi ve mimar Burcu Arıkan’la konuştuk.

Deprem veya benzeri afet durumlarında bir binadan veya herhangi bir yapıdan ne beklememiz gerek? Daha doğrusu yapıyı depreme dayanıklı kılan esas kriterler nedir?

Depremin ilk gününden beri kaçınmaya çalıştığımız “ama bu deprem çok büyük” algısı, tam olarak bu sorunun yanıtıyla ilgili. Depremin büyük olması mutlaka yıkım olacak demek değildir. Binaların projelendirme süreçlerinde gerekli hesaplar tahmini deprem şiddetine göre yapılır. Statik hesaplarda söz konusu alana dair çıkan hesaplar da kıtı kıtına yapılmaz, mutlaka biraz daha üstünü sağlayacak katsayılar kullanılır. Çok teknik bilgiye boğulmamak adına genel ifadeler kullanıyorum ama bir deprem bölgesinde beklenebilecek deprem şiddeti, zemin yapısı gibi pek çok faktörün ele alınmasıyla yapılacak bir yapı depreme dayanır. Bir de önemli bir başka husus, yangın ya da deprem gibi durumlar için binalardan beklenen şey hiç hasar almamaları değil insanların sağ salim tahliyesini sağlamasıdır. Örneğin yangın için hesaplar yapılırken kaçış süreleri gözetilir ve binanın bu kaçış süresini sağlaması beklenir. Sonuçta yangın olduğunda ya da deprem olduğunda illa ki yapı üzerinde bir etkisi olur ama esas alınan şey sapsağlam tahliyedir öncelikli olarak. Bir binayı her şeye uygun yapsak da deprem sonrasında kullanılmaz durumda diyebiliriz ya da güçlendirme ihtiyacı olabilir ancak içinden canlı çıkmamızı garantilemesini bekleriz ve mevcut teknolojiyle, hesap kitapla, yönetmeliklerle bu sağlanabilir.

Müteahhitlerin hesap kitap ve yapının güvenliğini gözettiğini içinde yaşadığımız yapılardan yola çıkarak bile olsa söyleyemeyiz. Peki yönetmelik ne diyor? Mevzuat neden uygulanmıyor?

Depremde gördüğümüz gibi bunca yapının içinden çıkılamayacak düzeyde yıkılması ve enkaz haline gelmesi kesinlikle uygulama ile ilgili bir sorundur. Başımıza gelen deprem teknik olarak karşısında çaresiz kalmanın kaçınılmaz olduğu bir durum asla değildir. Mevzuatın uygulanmamasının bedelidir bu. Örneğin 2018 tarihli deprem yönetmeliği oldukça iyi hazırlanmış bir yönetmeliktir. Zaten genel hatları ile bu yönetmeliğe uyulduğunda bina yapılacak her parselin zemin etüdünün olması, beton testlerinin sunulmuş olması gibi hayati koşullar sağlanır. 2011 Van Depremi sonrasında kamusal denetim mekanizmaları zayıflatıldı. Özel yapı denetim şirketlerinin yetkilerinin artması, meslek odalarının yetkisizleştirilmesi, bakanlığın pek çok yetkiyi yerel yönetimlerden kendisine alması gibi süreçler aslında mekân üretiminde köklü değişikliklere sebep oldu. 2001 sonrası yapılar yönetmelik açısından bakıldığında yıkılmaz gibi düşünülebilir ama bu yapıların fiziksel üretimi neo-liberal kentleşmenin hızla yükseldiği bir ortamda ve kamusal, bağımsız denetimlerin neredeyse ortadan kaldırıldığı bir şekilde gerçekleşti. Ama bu bizi yanıltmasın. Bunlardan öncesinde de içimiz rahat bir şekilde uyku uyuyabileceğimiz bir durum söz konusu değildi. Örneğin 1957 öncesi yapıların doğrudan iskanlı sayılması ya da 22 adet imar affı gibi pek çok şeyi düşünürsek zaten neredeyse hiçbir dönemin hiçbir yapısına güvenmek için hiçbir sebebimiz yok.

Birazdan denetim mekanizmalarına değinince daha net anlaşılacaktır ancak yönetmelik yapı malzemeleri, yapı teknolojileri ve bunların uygulamasıyla ilgili ne diyor?

1999 sonrasında yönetmelikler çok ciddi revizyonlar gördü. Örneğin 2004 senesinde hazır beton kullanımı zorunluluğu geldi. Bu neden önemli? Binanın taşıyıcı elemanlarının projedeki özelliği göstermesi ve eşit özellikte olmaları için hazır beton uygulamadaki güvenliği sağlıyor. Elle karılan beton her seferinde başka bir özellik gösterebilir. 2004 öncesi yapılarda en büyük sorunlardan birisi alınan karotlarda her kolon ve kirişin başka bir beton kalitesinde olmasıdır. Bu durumda deprem olduğunda binanın her elemanı başka tepkiler verir ve bu, yıkım riskini arttıran bir durumdur. Örneğin nervürlü demir 1998 senesinde zorunlu hale geldi ki betonarme sisteminde beton ile donatının birbirini tutması sistemi oluşturan unsurdur ve nervürlü demir betonu iyi tutar. Düz yüzeyli donatıdan daha iyi olur. Bunun gibi şeylerin hepsi taşıyıcılık kapasitesini etkiler. Yani aslında binanın eski olmasındaki temel mesele de biraz bunlarla ilgili. Tabi ki her malzeme ve sisteme göre belirli bina ömürleri vardır ama Türkiye’de yaşanan şey ömründen ziyade baştan yanlış imalatla ilgilidir. Çok konuşulan deniz kumu kullanımı deniz kumundaki tuzun donatıda korozyona yol açması, paslanmayı hızlandırması, betonarme sistemi daha hızlı bozması ile ilgilidir. Deniz kumu kullanılan bir yapının ömrü doğrudan betonarme sistemin ömrü ile eşit olamaz, çok çok erken bir yaşında çoktan dayanıksız hale gelmiş olabilir.

Yapı teknolojileri ve malzeme bakımından Türkiye’de inşaat sektörü ne durumda peki? Malzeme ve teknolojilerin temini ve kalitesinde sorunlar var mı?

Bu sorunun cevabı için de ‘sınıfsaldır’ diyebilirim. Yatırımı hak eden yerlerde kullanmaya uygun her şey mevcut bence. Kaldı ki deprem yönetmeliğinin istediği beton ve donatılar çok ileri teknoloji başlığında değiller. Bu anlamda en büyük sorun cidden maliyet ve bizim canımızın ederi. İstanbul’da tarım arazisinden ranta açılan pek çok yer var. İlkesel olarak tarım arazisinin imara açılmasına karşı olma şerhiyle şunu diyebiliriz ki, kazık temel ile yeterli derinlikte kaya zemin bulunup sağlam yapı inşa edilebilir. Ama bu en kalabalık semtlerdeki binlerce binanın belki de bir tanesinde bile bu teknoloji kullanılmamıştır. Olmadığı için değil, pahalı bir uygulama olduğu, inşa sürecini uzatacağı ve tabi en temelde bizi buna değer görmedikleri için. Bize buna değer görmeyenler kim? Hem yatırımı yapanlar hem de denetleme sorumluluğu olanlar. Başta dediğimi tekrar edeyim, malzeme ya da teknik bir imkânsızlık içerisinde değiliz. Binalar yıkılmayabilir. Belki gördüğü depremin şiddetinden sonra hasarlı olabilir ama içinden canlı çıkmamızı sağlayabilir, bunun için bilimsel bilgi, malzeme, teknoloji var.

Herkes görünür olduğu için üstyapıdaki yıkımdan bahsediyor ancak depremin vurduğu bölgelerde altyapı da kullanılmaz hale geldi. Bunların onarımı veya yeniden inşası mümkün mü, nasıl olacak, altyapıdaki hasar ne boyutlarda?

Alandan gelen bilgiler altyapının ciddi anlamda hasar aldığı yönünde ama buna konunun uzmanları bakmalı. Gerçekten genelde binalara bakıyoruz ama altyapının aldığı hasar, bunun nasıl onarılacağı da ciddi bir sorun. Binalar da aslında konut üzerinden konuşuluyor hep, iş yerleri gündem olmuyor. O saatte mesaide olanları düşünürsek ya da olası başka depremleri düşünürsek gündüz de olabilir bunlar. İş yerlerimiz de evlerimizle aynı durumda ve aslında iş güvenliği yasasını düşünürsek çoğumuzun can sağlığı tehdit altında.

Sizinle görüşmeden önce inşaat sektöründe çalışan işçi ve mühendis arkadaşlarımla da görüştüm ve ortak kanı zemin etüdünün önemi üzerineydi. Örneğin zemin etüdü zorunlu olmasına rağmen ya hiç yapılmıyor ya da baştan savma yapılıyor.

Zemin etüdü 1999 depremi sonrası zorunlu hale geldi. Ondan öncesi için güvenebilir miyiz dersen, ülkede zorunlu olan şeylerin bile varlığı muğlak iken ben müteahhitlerin zorunlu olmayan bir işe yatırım yapacağına hiç ihtimal vermiyorum. Zorunlu olan durumlarda bile yolsuzluk çok yoğun. Zaten mevzuat neden uygulanmıyor sorusunun cevabı da bu. Para ilişkileri, siyasi ilişkiler, eş dost kayırma gibi pek çok sebepten mevzuatın uygulanması güçleşiyor. Özellikle küçük yerleşimlerde denetim süreçleri çok hızla yozlaşıyor diye yorumlar yapılır. Bazen ciddi rüşvet ağları bazen de sadece bir tanıdığı gücendirmemek için asla olmayacak inşaatlara ruhsat, içine girilmeyecek binalara iskan verilebilir. Örneğin iskansız binalarda elektrik, su, doğalgaz olmaması gerekirken pek çok insan senelerce iskansız binalarda yaşar. Kimse denetlemediği için seneler içerisinde katmerlenen bir aykırılık yığını gibi geliyor bana kentler. Hani bazen öyle binalar oluyor ki ömrü içerisinde geçirdiği usulsüz, izinsiz değişimlerden projesine bakıp da denetleme imkânı bile kalmamış oluyor. Belki 25-30 yaşında bir bina, düzgün yapılsa daha ömrü de var ama o kısa ömründe kaç müdahale görmüş, bambaşka bir bina olmuş. Bu durumda bir analiz, tespit de yapmak zor oluyor. Kolon kesme konusunu hepimiz biliyoruz. Bazı binalarda örneğin kolon kesilmiş oluyor, bir başkası buraya taşınıyor, bu durumu fark edip belki iyi niyetle o kolonun olduğu yere bir çelik dikme koyuyor, ama bunu projesiz yapıyor, kaplıyor. Görünürde kolon var diye düşünüyorsun ama aslında binanın kendi taşıyıcı sistemi hasar görmüş. Hiçbir hesaba kitaba dayanmayan bir destek sonradan eklenmiş. Sonuçta inşaat sistemleri adı üstünde sistem, bütüncül çalışan sistemlerdir. Yamalar, ekleme çıkarmalar işleyişini bozar.

Türkiye’de müteahhitlik nasıl işliyor peki? Müteahhittin kentsel dönüşüm kapsamında arsa sahipleriyle yaptıkları pazarlıklar neleri kapsıyor? Ranta dayalı bu sektör nasıl hayata geçiyor?

Müteahhittin kentsel dönüşüm kapsamında arsa sahipleriyle yaptıkları pazarlıkları anlatmaya başlarsak kitap olur. Burada devlet en başından beri sahip olduğu rantın kâğıt işleri rolünde devam ediyor. Yönetmelikleri çıkarıyor, eline gelen projelerde üstüne düşen onayları veriyor ama süreçte malikler ve müteahhitler birlikte oluşturuyor projeleri. Tabi kentsel dönüşüm nerede oluyor sorusu da önemli. Orta ve üst orta sınıf muhitlerde bu daha iki taraflı bir pazarlık oluyor. Bu noktada da devlet insanları müteahhittin eline bıraktığı için hak kayıpları, davalar, uzun süre komşuluk etmiş insanların birbirine düşmesi gibi pek çok sıkıntı yaşanıyor ama yapılan bina yerinde yapılıyor, ekonomik değeri yükseliyor ve yenilenmiş oluyor. Yoksul mahallelerde ise pazarlık daha ziyade sürgüne ikna olmak ve olmamak arasında gerçekleşiyor. Bunların hepsi başka başka, kendi içinde uzun uzun konuşulması gereken konular ama hepsinde ortak bir nokta olarak vatandaşın barınma hakkının sermayenin elinde olduğunu görebiliriz.

Asıl can alıcı kısma gelelim; bütün bunları bir de yaşadığımız depremle birlikte düşününce bir imar tarihçisi olarak Türkiye’deki bu bitmek tükenmek bilmeyen, asla gereği yapılmayan denetimsizlik üzerine neler söyleyebilirsin?

Denetimsizlik, Türkiye’nin en temel sorunlardan birisi ve bu doğrudan kentsel rantla ilişkili. Türkiye’de kapitalist kentleşme Osmanlı’nın 19. yüzyıl dönemine dayanır. En temelde boş alanların, tarım arazilerinin ve bunun gibi pek çok alanın parsellere bölünerek satılması ve imara açılması ile başlamıştır. Pek çok başka şeyin yanı sıra özel mülkiyetin kutsallığının da ilan edildiği Tanzimat Fermanı sonrası süreçte yaklaşık 70 sene boyunca coğrafyanın pek çok yerinde tarlalardan ormanlara, bağlardan bazen bataklık alanlara pek çok alan arsa sahiplerinin altyapı kurmak koşulu ile parsellere bölüp satması şeklinde imara açılır. Bu çok detaylı bir süreç ama kabaca şunu diyebiliriz, en başından itibaren devlet toprağın metalaşması sürecinde bir arabulucu rolü üstlenmiştir. Yerel yönetimler de tam bu dönemde ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır çünkü bu büyük parselasyon sürecinin kağıt işlerini yapacak kurumlar gerekmiştir. İlginç bir şekilde “yerel yönetim” dediğim belediyenin en temel işlevlerinden birisi devletin imar işlerinin merkezileşmesi için yerellere nüfuz etmek olmuştur. Bu sayede pek çok ortak kullanılan toprak da dahil olmak üzere kısa sürede kadastro işlerine tabi tutulmuş, kayıt altına alınmış ve vergiye de bağlanmıştır. Bu başlangıç sonrası süreçte devlet pek çok değişim geçirse de kentleşmenin akışı kabaca bu çerçevede ilerlerler. Önce toprak üzerinde bir parçalanma ile tüm coğrafyaya yayılan kapitalist kentleşme bir doygunluğa ulaşıp da dikeyi zorladığında kat mülkiyeti yasası çıkar (1965) ve bu noktadan itibaren de kat çıkma hakları belirli aralıklarla yükselir. Müteahhitlik sistemi de en başından beri sahip olduğu neredeyse özerk konumla ilerler. Son dönemde ise bir nebze var olan kamu denetimi tamamen kayboluyor.

Bölge, günlerdir sayısız kez büyük artçı depremlere maruz kaldı. Dolayısıyla yıkılmayan veya hasar görmeyen binalar bile artık birer yorgun bina. Türkiye’de bir binanın ortalama dayanıklılık ömrü 40-50 yıl civarıyken bu kadar hırpalanmış binalara hasar tespitten olumlu not alsalar bile güvenilebilir mi?

Hasar tespit meselesi maalesef kimsenin sarih bir bilgi aktarmaması yüzünden büyük bir kafa karışıklığı haline geldi. Çok basit bir netleşme ile başlamak lazım, hasar tespiti ile oturulabilir, güvenli, risksiz tespitleri hem teknik hem hukuki açıdan bambaşka kategoriler. Ağır hasarlı oturulamaz kategorisini karşılar ama az hasarlı binaya oturulabilir demez aklı başında kimse. Çünkü adı üstünde: Hasar tespiti. Eğer yukarıda anlattığımız yolsuzluklar, imar afları, denetimsizliklerle dolu tablo olmasa yani depremden önceki haline kefil olabileceğimiz yapılar olsa depremden aldığı hasarın azlığına güvenebiliriz ama yapıların depremden önceki haline güvenmiyoruz. Ben şahsen hasar tespitinde çalışan bir mimar olsam 7.7, 7.6 ve onlarca artçı ve üstüne yeniden 6.5 gibi bir deprem silsilesi yaşamış ve hala yaşamaya devam bir bölgede az hasarlı tespiti dahi yapmam. Gözle yapılan tespitler zaten sadece gözle görülen kısma dairdir. Aslında bu hasar tespiti ideal koşullarda afet sonrası bir acil müdahale. Depreme dayanıklılık analizi değil. Bir binanın dayanıklı olup olmadığı sadece bina performans analizleri ile yapılacak modellemelerle anlaşılabilir. Az hasarlı demek güvenle oturulabilir demek değil dediğim gibi. Geçici barınma sağlanmalı, artçıların bitmesi beklenmeli. Zaten hala bu kadar aktif olan bir deprem bölgesinde yapılan tespitler de ne kadar güvenilir düşünmek lazım. Artçıları geçiyorum, haftalar sonra 6.5 şiddetinde bir deprem daha oldu. Bunun öncesinde az hasarlı denilen yapıların bir kısmı şu anda orta ya da ağır hasarlı oldu. Bunlara herkes itiraz edebilir. E-devletten gördüklerinde 30 gün içerisinde itiraz edebilirler. İtirazlar önemli, sayıların çok olması yetkilileri sıkıştırabilir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.