Batı’nın çözülüşü: Bizi tehdit eden ne?

Dosya Haberleri —

  • Felaketin henüz başındayız. Yakında bir dönüm noktasına ulaşacağız; o noktadan sonra yenilginin nihai sonuçları peş peşe ortaya çıkmaya başlayacak.
  • Batı’nın yenilgisinin temel kavramlarından biri nihilizmdir, yani anlam ve değer boşluğu. Dini kökenli toplumsal değerlerin ortadan kalkması, ahlaki bir kriz, bir yıkım dürtüsü ve nihayetinde gerçeği inkâr etme eğilimi doğurur.
  • İmparatorluk büyük; fakat gürültü ve öfke içinde parçalanıyor. Çok merkezli, hedefleri bölünmüş ve adeta şizofrenik bir yapıya sahip; yine de hiçbir parçası gerçekten bağımsız değil. Bugünkü dönemde Trump, bu imparatorluğun fiili “merkezi” ve onun ideolojik ile pratik yönlerinin en açık temsilcisi.
  • Savaş, Avrupa’daki gerilimleri bir kademe daha artırdı. Kıtayı yoksullaştırıyor. Fakat her şeyden önce, büyük bir stratejik başarısızlık olarak, ülkelerini zafere taşıyamayan liderlerin meşruiyetini aşındırıyor. Halk tabanlı muhafazakâr hareketler (gazeteci elitlerin deyimiyle “popülist”, “aşırı sağcı” ya da “milliyetçi” akımlar) giderek güç kazanıyor.
  • Çin’in uyguladığı ekonomik baskı, özellikle askeri havacılıkta vazgeçilmez olan nadir toprak elementi samaryum ithalatında, ABD’yi abluka altına almış durumda. Artık Çin’le olası bir askeri çatışmayı hayal etmek bile mümkün değil.

EMMANUEL TODD* / Çeviri: Tijda YAĞMUR

Sloven yayınevim benden La Défaite de l’Occident (Batı’nın Yenilgisi) için yeni bir önsöz yazmamı istedi. Ancak bu metni yalnızca kitaba eklemekle kalmak istemedim; Substack’te de hemen yayımlanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bugün, tüm çatışmaların büyüme ve birleşme ihtimali her zamankinden daha belirgin. Bu yazı, içinde bulunduğumuz krizin gelişimine dair şematik ama güncel bir değerlendirme sunuyor; aslında Fréquence Populaire’de Diane Lagrange ile yaptığım son söyleşinin, “Rusya’nın zaferi, Fransa ve Batı’nın yalıtılması ve parçalanması” başlıklı röportajın sonuç kısmı olarak da okunabilir.

 

 

Yenilgiden çözülmeye

Batı’nın Yenilgisi’nin Ocak 2024’te Fransa’da yayımlanmasının üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden, kitabın temel öngörüleri bir bir gerçekleşti. Rusya fırtınayı hem askerî hem de ekonomik açıdan atlattı. Amerikan savunma sanayii tükenmiş durumda. Avrupa ekonomileri ve toplumlarıysa çöküşün eşiğinde. Ukrayna ordusu henüz tamamen dağılmadı ama Batı, çözülme aşamasına çoktan girmiş bulunuyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa’nın Rusya karşısındaki politikalarına her zaman karşı oldum. Yine de liberal demokrasiye bağlı bir Batılı, araştırmalarını İngiltere’de yapmış bir Fransız, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika’ya sığınmış bir annenin çocuğu olarak, Rusya’ya karşı akılsızca yürütülen bu savaşın biz Batılılar açısından doğurduğu sonuçları görmek beni derinden sarsıyor.

Felaketin henüz başındayız. Yakında bir dönüm noktasına ulaşacağız; o noktadan sonra yenilginin nihai sonuçları peş peşe ortaya çıkmaya başlayacak.

“Dünyanın geri kalanı”, ya da diğer adlarıyla Küresel Güney veya Küresel Çoğunluk, bugüne dek Rusya’yı, ekonomisini boykot etmeyi reddederek dolaylı biçimde desteklemekle yetiniyordu. Şimdi ise Vladimir Putin’e desteğini açıkça ortaya koyuyor. BRICS ülkeleri, yeni üyeler kabul ederek genişliyor ve aralarındaki bağları güçlendiriyor. Amerika Birleşik Devletleri tarafından tarafını seçmeye zorlanan Hindistan ise bağımsızlığı seçti: Putin, Şi ve Modi’nin 2025 Ağustos’unda Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesinde bir araya geldiği o fotoğraf, bu dönüm noktasının simgesi olarak kalacak.

Buna rağmen Batı medyası hâlâ Putin’i bir canavar, Rus halkını ise serfler olarak göstermeye devam ediyor. Oysa bu medyanın, dünyanın geri kalanının Rusları liderler ve kendine özgü bir kültüre ve egemenlik arzusuna sahip sıradan insanlar olarak gördüğünü zaten hiçbir zaman kafası almamıştı. Şimdi korkarım ki bu körlüğümüzü daha da derinleştirecekler: çünkü Batı tarafından yüzyıllar boyunca ekonomik olarak sömürülmüş, aşağılanmış bu dünyanın gözünde Rusya’nın yeniden kazandığı prestiji tahayyül edemeyecekler.

Ruslar cesaret etti. İmparatorluğa meydan okudular. Ve kazandılar.

ABD'nin yenilgisi

Burada, yenilmiş Amerikan başkanı Donald Trump’ın çelişkili görünen politikalarına bakarak, Batı’nın dağılma biçimini kabaca ortaya koyabilirim. Bu politikalar bana göre dengesiz veya sapkın bir kişiliğin ürünü değil; Amerika’nın içinden çıkamadığı yapısal bir açmazın yansıması.

Bir yanda Pentagon ve Beyaz Saray’daki yöneticiler savaşın kaybedildiğini ve sonunda Ukrayna’dan çekilmek zorunda kalacaklarını biliyor. Bu durum, onları sağduyu gereği savaştan çıkmaya yönlendiriyor. Öte yandan aynı sağduyu, Ukrayna’dan çekilmenin Vietnam, Irak veya Afganistan’daki yenilgilerden çok daha sarsıcı sonuçlar doğuracağını da gösteriyor. Çünkü bu, küresel ölçekteki ilk Amerikan stratejik yenilgisi olacak.(...)

 

 

Ulus-devlet ısrarı

Küresel ekonomide “doların hakimiyetinin sonu” başladı. Trump ve ekibi bunu kabullenemiyor, çünkü bu durum Amerika’nın imparatorluk döneminin kapanması demek. Oysa “imparatorluk sonrası bir çağ”, Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” (MAGA) sloganıyla simgelenen ulus-devlet modeline dönüş hayalinin doğal hedefi olmalıydı. Ama artık reel mal üretim kapasitesi zayıflamış bir Amerika’da, dolar basarak “borçla yaşama” alışkanlığından vazgeçmek mümkün değil (bkz. Batı’nın Yenilgisi, 9. bölüm: “Amerikan ekonomisinin gerçek doğası”). Böyle bir parasal imparatorluktan vazgeçmek, Trump’ın popülist tabanı da dahil olmak üzere Amerikan halkı için yaşam standartlarında keskin bir düşüş anlamına gelir.

Bu yüzden Trump’ın ikinci döneminin ilk bütçesi olan “One Big Beautiful Bill Act” (Tek Büyük Güzel Yasa), dışarıdan bakıldığında gümrük korumacılığına dayalı milliyetçi bir rüya gibi görünse de, özünde imparatorluk mantığını sürdürmektedir. (...) Kısacası, “imparatorluk dinamiğinin” ya da daha doğru ifadeyle “imparatorluk ataleti”nin sürmesi, üretici bir ulus-devlete dönüş hayalini içeriden çökertiyor.

Avrupa'nın durumu

Avrupa’da ise askerî yenilgi hâlâ doğru biçimde kavranabilmiş değil. Çünkü operasyonları Avrupalı liderler değil, Pentagon yönetiyordu. 2023 yazındaki Ukrayna karşı taarruzunun planlarını da Amerikalılar hazırlamıştı (o sırada Batı’nın Yenilgisi’ni yazıyordum). Amerikalılar savaşı Ukraynalılar aracılığıyla yürütmüş olsalar da, Rus savunması karşısında yenildiklerini biliyorlardı. Çünkü yeterince silah üretemediler ve Rus ordusu onlardan daha akıllıca hareket etti.

Avrupalı liderler yalnızca silah sistemleri sağladılar; onda da en kritik olanlarını değil. Askerî yenilginin büyüklüğünün farkında olmasalar da, ekonomilerinin, özellikle de ucuz Rus enerjisine erişimin kesilmesiyle felç olduğunu gayet iyi biliyorlar. Avrupa kıtasını ekonomik olarak ikiye bölmek tam anlamıyla intihar niteliğinde bir delilikti. Alman ekonomisi durgun, Batı genelinde yoksulluk ve eşitsizlik artıyor. Birleşik Krallık çöküşün eşiğinde; Fransa da ondan çok geride değil. Toplumlar ve siyasal sistemler kilitlenmiş durumda.

Daha derinde, bu çözülmenin kültürel bir boyutu var: Kitlesel yükseköğretim, toplumları tabakalaştırıyor. Nüfusun yüzde 20’si, 30’u hatta 40’ını oluşturan yüksek eğitimli kesim, [içe kapalı bir fanus gibi] yalnızca kendi çevresinde yaşamaya, kendini üstün görmeye, işçi sınıflarını küçümsemeye, el emeğini ve sanayiyi değersiz saymaya başlıyor. Oysa herkesin ilkokul eğitimi alabildiği ve okuryazarlığın evrensel hale geldiği çağda, demokrasi güçlenmiş, eşitlikçi bir bilinçaltına sahip, homojen toplumlar oluşmuştu. Yükseköğretim ise tam tersine, oligarşilerin ve zaman zaman da plütokrasilerin doğmasına yol açtı, eşitsizlik bilincinin yerleştiği tabakalaşmış toplumlar yarattı.

Ve nihayet, en büyük paradoks şu oldu: yükseköğretimin yaygınlaşması, bu oligarşi ve plütokrasilerde entelektüel düzeyin düşmesine yol açtı!

Bu süreci yirmi beş yıldan fazla bir süre önce, 1997’de yayımlanan L’Illusion Économique (Ekonomik Yanılsama) adlı kitabımda anlatmıştım. Batı sanayisi dünyanın geri kalanına, ve elbette eski Doğu Avrupa “halk demokrasilerine” taşındı. Sovyetler Birliği’ne bağımlılıklarından kurtulan bu ülkeler, şimdi yeniden Batı Avrupa egemenliği altındaki tarihsel çevre bölge konumlarına döndüler. Bu “iç Çin” modelinde, sanayi işçileri hâlâ sayıca fazla. Bunu Batı’nın Yenilgisi’nin 3. bölümünde ayrıntılı biçimde inceliyorum.

Yine de Avrupa’nın her yerinde, yüksek eğitimli elitlerin kibri, “popülizm” denilen tepkiyi besledi.

Savaş, Avrupa’daki gerilimleri bir kademe daha artırdı. Kıtayı yoksullaştırıyor. Fakat her şeyden önce, büyük bir stratejik başarısızlık olarak, ülkelerini zafere taşıyamayan liderlerin meşruiyetini aşındırıyor. Halk tabanlı muhafazakâr hareketler (gazeteci elitlerin deyimiyle “popülist”, “aşırı sağcı” ya da “milliyetçi” akımlar) giderek güç kazanıyor: Birleşik Krallık’ta Reform UK, Almanya’da AfD, Fransa’da Rassemblement National…

 

Li Hongzhongı ve Vladimir Putin / foto:AFP

 

Çin ve Rusya

İronik biçimde, NATO’nun Rusya’da “rejim değişikliği” amacıyla uyguladığı ekonomik yaptırımlar şimdi Batı Avrupa’da bir dizi “rejim değişikliğine” yol açmak üzere. Batı’nın egemen sınıfları, Rusya’nın otoriter demokrasisinin zaferle yeniden (hatta daha da) meşrulaştığı bir anda, kendi yenilgileriyle birlikte meşruiyetlerini yitiriyorlar. Putin yönetiminde yeniden istikrar kazanan Rusya, başlangıçta tartışmasız bir meşruiyete sahipti; bugün bu meşruiyet, Batı’nın çöküşüyle daha da pekişiyor.

2026’ya yaklaşırken tablo budur: Batı’nın dağılması, “hiyerarşik bir kırılma” biçimi alıyor. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya üzerindeki kontrolünü (ve giderek daha fazla inanıyorum ki Çin üzerindekini de) kaybediyor. Çin’in uyguladığı ekonomik baskı, özellikle askeri havacılıkta vazgeçilmez olan nadir toprak elementi samaryum ithalatında, ABD’yi abluka altına almış durumda. Artık Çin’le olası bir askeri çatışmayı hayal etmek bile mümkün değil.

Dünyanın geri kalanı (Hindistan, Brezilya, Arap dünyası, Afrika) bu durumdan yararlanıyor ve Batı’dan uzaklaşıyor. Ama Amerika, bu kez son bir aşırı sömürü çabasıyla, hatta itiraf etmek gerekir ki öfke ve intikam güdüsüyle, Avrupa’daki ve Doğu Asya’daki “müttefiklerine” [saldırganca] yöneliyor. İmparatorluk kendi kendini tüketiyor.

Batı'nın nihilizmi

Trump’ın Avrupalılara dayattığı gümrük tarifeleri ve zorunlu yatırımların anlamı da budur: Avrupalılar artık genişleyen bir imparatorluğun ortakları değil, daralan bir imparatorluğun sömürge tebaası haline gelmiştir. Liberal demokrasiler arasındaki dayanışma dönemi sona ermiştir. Trumpçuluk, “beyaz popülist muhafazakârlığın” ifadesidir.

Batı’da ortaya çıkan şey, popülist muhafazakârlar arasında bir dayanışma değil; tam tersine, iç çözülme ve toplumsal bağların kopuşudur. Yenilginin yarattığı öfke, her ülkeyi kendi hıncını kendinden daha zayıf olana yöneltmeye itiyor. Amerika Birleşik Devletleri Avrupa’ya ve Japonya’ya saldırıyor; Fransa, eski sömürgesi Cezayir’le çatışmasını yeniden alevlendiriyor. Hiç kuşku yok ki, Scholz’dan Merz’e kadar Amerika’ya boyun eğmeyi kabul etmiş olan Almanya da, aşağılanmasının acısını kendisinden daha zayıf Avrupalı ortaklarından çıkaracaktır. Bana göre, en büyük tehlike altında olan ülke Fransa’dır.

Batı’nın yenilgisinin temel kavramlarından biri nihilizmdir, yani anlam ve değer boşluğu. Todd bunu, Protestan dininin “sıfır hâli”* yeni sekülerleşmenin en uç noktası olarak tanımlar. Bu durum sadece Amerikan eğitim ve sanayisinin çöküşünü açıklamakla kalmaz, aynı zamanda insanların hayatın anlamı ve değerleri konusunda yaşadığı boşluğu da açıklar.

Ben inançlı biri değilim, dine dönüşü de savunmuyorum (bunun artık mümkün olduğunu da sanmıyorum).? Ama bir tarihçi olarak şunu tespit etmeliyim: Dini kökenli toplumsal değerlerin ortadan kalkması, ahlaki bir kriz, bir yıkım dürtüsü (insanları ve şeyleri yok etme arzusu, yani savaş) ve nihayetinde gerçeği inkâr etme eğilimi doğurur. Bu “gerçeği inkâr etme” eğilimi, örneğin Amerikan Demokratlarında “transgender” meselesinde, Cumhuriyetçilerde ise küresel ısınma inkârında görülebilir.

Bu kriz, tamamen sekülerleşmiş bütün ülkelerde mevcuttur; ancak Protestanlık ya da Yahudilik kökenli toplumlarda daha derin bir şekilde hissedilir. Çünkü bu iki inanç biçimi, aşkın olana ulaşma çabasında mutlakiyetçi bir karakter taşır; buna karşılık Katoliklik, dünyanın güzelliğine ve dünyevi yaşama daha açıktır.

Gerçekten de Amerika Birleşik Devletleri ile İsrail, geleneksel dinlerin parodik [biçimsel, içi boş hâle gelmiş] sürümlerinin ortaya çıktığı iki ülkedir. Bana göre bu biçimler özünde nihilisttir. Yenilginin kalbinde, bu irrasyonel boyut yer alıyor. Bu yüzden söz konusu yenilgi yalnızca “teknik” bir güç kaybı değil; aynı zamanda ahlaki bir tükenmişlik; pozitif bir varoluş amacının yitimi, yani nihilizmin doğduğu bir anlam boşluğu.

Bu nihilizm, özellikle Baltık kıyılarındaki Protestan ülkelerin liderlerinin Rusya’ya karşı savaşı sürekli kışkırtma isteğinin arkasındaki itici güçtür. Aynı nihilizm, Amerika’nın Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırmasının da temelinde yatar; bu, ABD’nin Rusya karşısındaki yenilgiden doğan öfkenin en uç dışavurumudur.

(...) Batı’nın esas sorunu ise ulus-devletin programlı çöküşüdür.

 

 

İmparatorluğun çöküşü

İmparatorluk büyük; fakat gürültü ve öfke içinde parçalanıyor. Çok merkezli, hedefleri bölünmüş ve adeta şizofrenik bir yapıya sahip; yine de hiçbir parçası gerçekten bağımsız değil. Bugünkü dönemde Trump, bu imparatorluğun fiili “merkezi” ve onun ideolojik ile pratik yönlerinin en açık temsilcisi. Yakın egemenlik alanına çekilme arzusunu (örneğin Avrupa ve İsrail’e odaklanma) savaşçı ve nihilist dürtülerle harmanlıyor. Çekilme ve şiddet [kontrolünün daha mümkün olduğu alanlara sorunlara yönelip burada şiddetle hakim olma] eğilimleri Amerikan kalbinde de mevcut; burada hiyerarşik çözülme içeriden işliyor. Artan sayıda Anglo-Amerikan yazar yaklaşan bir iç savaştan söz ediyor.

(...) Kendimizi, tarihin içinde kaybolmuş, yenilginin yarattığı çaresizlikle sarsılmış ve halkları tarafından bir gün yargılanacak olma korkusuyla titreyen Avrupalı liderlerimiz tarafından savaşa sürüklenmeye bırakmayalım. Ve her şeyden önemlisi, şeylerin anlamını düşünmeye devam edelim.

(*) Protestanlığın (ve genel olarak Batı’daki sekülerleşmenin) “sıfır hâli”, bir yandan dinler giderek içerikten yoksun, içi boşalmış kabuklar haline gelirken, diğer yandan dinin toplumsal ve kültürel etkisinin tamamen kaybolduğu, yani dini değerlerin artık neredeyse hiç yaşanmadığı aşamadır. Burada “sıfır” kelimesi, etkisiz, boş, yok olmuş anlamında kullanılıyor. Todd’a göre bu aşama, sadece bireylerin dini inançlarını kaybetmeleri değil, aynı zamanda toplumun norm ve değer sistemlerinde de bir boşluk yaratıyor. Yani kültürel ve ahlaki bir “nihilizm” oluşuyor.

Kaynak: https://emmanueltodd.substack.com/p/the-dislocation-of-the-west-what

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.