Bir mezarda iki yoldaş: Bager ve Şehmus
Dosya Haberleri —

Bager ve Şehmus'un mezarı
- Bir mezarda yatan iki yoldaş. Ölümün bile ayıramadığı Bager ve Şehmus’un yoldaşlığı. Kürdistan’daki destansı gerilla öykülerinden sadece biri. İki yoldaşın hikayesini Bager’in kardeşi Selim Çınar anlattı. Selim: “Bager ve Şehmus’u ayıramadık. Ayıramazdık. Bedensel bütünlüklerini çoktan aşmışlardı onlar...” diyor.
MÎRCAN SÎDEM
Bir mezarda yatan iki yoldaş. Ölümün bile ayıramadığı Bager ve Şehmus’un yoldaşlığı. Kürdistan’daki destansı gerilla öykülerinden sadece biri. İki yoldaşın hikayesini Bager’in kardeşi Selim Çınar anlattı. Selim Çınar, henüz 8 yaşında küçük bir çocukken ayrıldığı ağabeyi Bager’i (Hatip Çınar) anlatıyor. Selim’in dilinden hasretle yoğrulmuş, yorgun olduğu kadar canlı sözcükler dökülüyor.
“Bir yaz akşamıydı. 92’nin sıcaktan biraz serinliğe evrilen bir yaz akşamı’’ sözleriyle başlıyor Bager’i anlatmaya. O gün, Bager’i bir daha görmeyeceğini anladığı gün olduğu için hep hatırındadır: "Her zamanki gibi anam damlara yataklarımızı sermiş, bizler de uzanmıştık. O gece yorganı değil de yıldızları sermek isterdim üstüme. Belki yıldızları sersem korkularımı gizlerdim. Belki de annemin telaşlı, tedirgin bakışlarıydı beni böylesine korkutan. Biraz sonra babamın ayak sesleri geldi avludan. Ağır ve yorgun adımlarla dama çıktı. Derin bir nefes çektikten sonra sanki dünyanın bütün sükuneti bedenine çullanmışçasına derin bir sessizlikle annemin yanına doğru adım attı. Sükunetinin sebebini çok sonra anlayacaktım. Belli belirsiz bir sessizlikten sonra 'Bekleme gelmeyecek, artık bizim yapabileceğimiz bir şey yok. O, gitmek istediği yere gitti' sözlerini duydum. Bir an başını kaldırıp yıldızlara baktı babam. Annemin gözlerinden ise gözyaşları süzülüyordu. Babam, 'Ağlama' dedi, başı dik ve gururla... 'O' dediği ağabeyimdi. Her şey çok karmaşık geliyordu bana. Anne ve babamın gizemli konuşmasının arasından aklımda sadece tek bir soru vardı. Biraz ürkek, biraz çekingen dönüp anneme sordum, 'Hatip ağabeyim bir daha dönmeyecek mi?"
Bir çocuğun düşleri
Bir nefes çekiyor Selim, o gecenin benliğinde bıraktığı izleri sarmalarcasına bir nefes. Ben dökülecek sözcüklerin peşindeki bir avcı misali sabırsızlıkla bekliyorum onu, bunun farkında olmalı ki, sesinde bir gülümseme beliriyor ve devam ediyor: “Ağabeyimle aramızda 11 yaş fark vardı. Ben 8, o ise 19 yaşındaydı. Zaman zaman Mêrdîn’e ve Mersin’e gider, her dönüşte bana hediyeler getirirdi. En son gidip döndüğünde bana gerilla elbisesine benzer bir elbise getirmişti. Nereden bilecektim ki, aslında o geceden sonra Hatip’in artık hep bir gerilla elbisesiyle dolaşıp gerilla olacağını. Artık Hatip değil de Bager olacağını. Benim çocukça tek derdim, bir daha bana hediye getirip getirmeyeceğiydi.”
Yalnız değil yol arkadaşlarıyla
“Şeker Portakalı” kitabı geliyor aklıma, yaşamın beklenmedik zorlukları karşısında büyük sarsıntılar yaşayan Zeze’nin hikayesi. Tabii ki Kürdistan çocuklarının yaşadığı sarsıntıların yanında Zeze’ninki biraz artçı kalıyor. Ve bir çocuğun düşleri diyorum kendi kendime, ne kadar masum ne kadar kendince. Devam ediyor Selim: “Köyümüz, Derîk’e bağlı Meşkînan (Bozok) köyü. Üzüm bağlarının, meyve bahçelerinin olduğu bir köy. Bager, çocukluğundan itibaren hep bu bağlarda, bahçelerde çalışmış. Hayvanlara bakarak çobanlık yapmış. Hayatı erken yaşta görmüş, öğrenmişti. Gözlerinden yaşadığı ciddi sorunlardan dolayı Almanya’da yaşayan halam tedavi için ağabeyimi kendi yanına almayı istedi. Hatip ağabeyim bunu kabul etti, daha doğrusu öyle gösterdi. Herkes onu Almanya’ya gitmeye hazırlanıyor sanıyordu. Oysa Bager, yönünü çoktan dağlara vermişti. Bir tek kendi yönünü değil, en yakın arkadaşlarının yönünü de dağlara çevirdi. Almanya’ya gidişine bir hafta kala Bager, Xebat, Karker, Mizgîn ve Botan köyden ayrılıp dağlara yol aldı.”
'Dağlar niye bekler bizi?’
Bir şairin dizelerinde duymuştum, şu soruyu: ‘Dağlar niye bekler bizi?’ Niye beklediğini en iyi bilenlerdendi Bager ve yol arkadaşları. Onların yol aldığı dağlara, 'Niye gidelim?' diye sorulmaz ki! Çünkü şair sözlerin devamını şöyle getirir: ‘Gidelim. Yolun kısası, sözün uzunu kötüdür? Gitmek aydınlatır.' Bager’in yolculuğunun merakıyla soruyorum Selim’e, bir daha görebildi mi özlemini yüreğinde taşıdığı yolcuyu: “Bir daha hiç göremedim Bager’i. Dağlara yol aldıktan altı ay sonra dayım onu görmeye gidiyor. Geldiğinde herkese, 'Hatip bambaşka biri olmuştu. Ki zaten artık o Hatip değil Bager. Siz onu tedavi için Almanya’ya göndermeye çalıştınız ama sübhanallah gözleri öyle bir iyi olmuştu ki. Dağlar iyi gelmiş Bager’e.' Ailenin en küçük çocuğu bendim. Bundan dolayı bana daha bir özenli yaklaşırdı Bager. En çok beni görmek istemiş olması bana hem mutluluk verdi hem de bir sorumluluk yükledi. Ömrümün bu anına kadar da o sorumluluğun farkında olarak yaşamaya çalıştım.”
Yarım kamyonetle göç yollarına
Çocukluğunun geçtiği köyünden ayrılmak zorunda kaldığı anları anlatmak ağır geliyor ama anlatıyor: “Bager, katıldıktan çok kısa bir süre sonra köyde bulunan karakola bir gerilla baskını düzenlendi. Köy korucuları, askerler ve karakol komutanı baskından Bager’i sorumlu tuttu. Hemen sonrası ailenin tüm erkek fertlerini aldılar. En büyük ağabeyim Piro, Amed’e kaçmak zorunda kaldı. Babam, 25 gün boyunca işkence gördü. Ömer ağabeyim, Mardin Tugayı’nda iki gün işkence gördü, işkence sonrası bir kolu felç oldu. Annem, o anda hemen karar aldı. Benden bir büyük ağabeyimi ve iki ablamı İzmir’e gönderdi. Amed’de saklanan Piro ağabeyim kısa bir süre sonra Avrupa’ya geçmek zorunda kaldı. Köye dönük baskılar her geçen gün daha da arttı. Aynı yılın yani ’92’nin sonbaharı bize köyü terk etmemiz söylendi. Askerler 'Üç gün içinde köyü boşaltın' dedi. Bağımızdaki üzümleri daha yeni toplamış ve kurutmaya bırakmıştık. Onları toplamamıza hiçbir şekilde izin verilmedi. Koca evi yarım bir kamyonete doldurduk. Köy boşaltma kararı sadece bizim aile için değildi. Köyün tamamı boşaltıldı. Daha sonra köye korucular yerleştirildi.”
Tek bir iz kalmamalıydı geriye
"Hiç unutmuyorum" diyor Selim, yeniden söze başlamadan önce. Nasıl unutulur ki? Şöyle devam ediyor Selim: “Bir atımız vardı. Aslında at bizimdi ama tüm köy bu atı kullanıyordu. Köyün tüm ağır işleri bu atın sırtındaydı. Atımızı köyde bırakmak zorunda kaldık. Köyde kalan korucular ve askerler, bu ata dahi tahammül gösteremedikleri için kafasına sıkarak hayvanı öldürmüşler. Bütün bağ bahçeyi yakıp yıkmışlar. Hatta korucular, büyük bir arsızlıkla bizden kalan tarlaları ekip biçmek istemiş ama buna izin verilmemiş. 'Onlara ait tek bir iz kalmamalı' diyerek bir daha yeşermesin diye ağaçları köklerinden sökmüşler. Yıllarca köye gitmemiz yasaktı. Köy adeta ‘Çınar’ soy ismine yasaklandı. 2000’den sonra köye gidebildik. Yıllar sonra gittiğimde çocukluğumun köyü gitmiş; yerine yanmış, yıkılmış, harabe bir köy kalmıştı. Köyümü o halde gördüğümde yaşadığım acıyı hiçbir şekilde anlatamam.”
'Ben bu insanlara ne yaptım?’
Bager’in gerilla saflarına gidişinden sonra Çınar ailesinin yaşadıkları, ne köyleriyle ne Mêrdînle ne de gitmek zorunda bırakıldıkları batı şehirleriyle sınırlı kalıyor. Bu yolculuklarına dair anlattıkları ise birçoğumuza tanıdık: “Köyden çıktıktan sonra ilk olarak Qoser’e (Kızıltepe) taşındık. Devlet baskısı burada da peşimizi bırakmadı. Daha biz Qoser gibi küçük bir yere adapte olmadan İzmir gibi büyük, bize ırak, bize soğuk bir kente geçtik. Dil bilmiyorsun, iz bilmiyorsun... Tüm aile fertleriyle bir çadırda yaşıyorsun. Bunlar kolay şeyler değil, hele bir çocuksan hiç kolay değil. İzmir’deki insanların bize bakışlarını hiç unutmuyorum. Öylesine ötekileştiren, öylesine aşağılayan bir bakış… Çocuksu bir masumiyetle kendime soruyordum ‘Ben bu insanlara ne yaptım?' diye. Yaz geldiğinde hepimiz çalışmak zorundaydık. Çocuk yaşta üzüm bağlarında, pamuk tarlalarında çalıştım.”
Bir rüyanın sonundaki acı
Selim’in küçük bedeni ağır koşullarda çalışmayı kaldıramadığından İzmir’e taşındıktan üç yıl sonra yani ’95’in Haziran ayında hasta düşer. Hastanede kaldığı bir gece rüyasında Bager’i görür: “Bir düğün oluyordu. Kalabalık, hemen hemen tanıdığım herkesin bir arada olduğu bir düğündü. Bager de o düğüne gelmiş ve oldukça mutluydu. Annem hastaneye gelir gelmez bu rüyamı anlattım ona. Annemin bu rüyayı duyduğunda mutlu olacağını düşündüm. Oysa annemin gözlerinden yaşlar süzüldü. Mutluluktan değil, ben hastanedeyken şahadet haberini aldığı oğlu Bager içindi gözyaşları.”
Korkunun sükunetinde bir çığlık
Annesi onu İzmir’de tanıdıkları bir ailenin yanına götürür. Selim, Bager’in şahadetini burada öğrenir. “Bager, artık sonsuza dek dönmeyecekti” diyerek anlatımına devam ediyor: “Babamın tutuklanma riski olduğu için ben, annem ve yengem Mêrdîn’e doğru yola çıktık. Yol boyunca hiçbir şey düşünemiyordum. Tek bir şey istiyordum; yaşama gözlerini kapatmış da olsa, ağabeyimi son bir defa olsun görmek. Kızıltepe’ye ulaştık. Kızıltepe’deki evimizde sadece dedem ve ninem yaşıyordu. Dedemlerin evine ulaştığımızda bizleri panzer ve tanklar karşıladı. Bu, kimse taziyeye gelmesin diye bir tehditti. Arabadan indik, sokakta birkaç insan ama sus pus olmuş. Kimse tek bir söz söylemedi. Birden yengemin sessizliği delen zılgıtı ve gür sesinden çıkan 'Şehid namirin' sözleri yükseldi. Bu zılgıt korkunun sükunetinde yükselen bir çığlıktı. Eve geçtik. Birkaç kişi tek vardı evde. Tek bir genç yoktu. Kimse gelmesin diye mahalle ablukaya alınmıştı. Bir süre sonra yaşananları kaldıramadım. Kimse görmesin diye odunluğa kaçtım ve avazım çıktığı kadar ağladım…”
'Oğlumun yattığı toprağı göreyim'
Cenazeyi almaya gelmişlerdir fakat ortada cenaze yoktur. Devlet, cenazeyi vermemekte kararlıdır. Anne ise, "Cenazeyi vermiyorlarsa bile bari oğlumun altında olduğu toprağı göreyim" der. Sonunda Derîk’te belediyede çalışan birinin cenazenin bulunduğu yeri bildiğini öğrenirler. Aile, Selim’i Qoser’de bırakıp Derîk’e adamın yanına gider. Adam, korktuğu için yeri göstermeye cesaret etmez ama tarif eder:“Annem adamın tarifini kelime kelime adeta beynine kazıdı. Tarif ettiği yere gittiğinde annemin önünde dümdüz bir toprak. Hiçbir iz yok. Saatlerce orada gezinip duruyor. Sonunda yerin şeklinden Bager’in defnedildiği yeri buluyor. Bir de etraftaki insanlar, 'Burada iki hafta önce şehit düşen iki gerillanın cenazesi var' dediklerinden anlıyor doğru yere geldiğini.”
Koyun koyuna yatan iki yoldaş
Geçen günlerde üç civanmert oğlunu toprağa veren ama bir an bile olsun kavgadan vazgeçmeyen Sakine Ana’yı kaybettik. Ne diyordu bir konuşmasında, “Ben barış demekten yoruldum. Biz barış dedikçe, zalimin zulmü artıyor.” Bager’in annesi de bu zulümden nasibini alan annelerden. Üzerine gittiği mezarın ne başı belli ne ayak yeri. Okuma yazma bilmeyen ana, gidip bir kutu boya alır. Elleriyle toprağa şekil verip etraftaki taşları tek tek maviye boyar. Peki, oğluyla koyun koyuna yatan diğer civanmert, delikanlı kimdir?
İhanet iş başında
Gözleri o anda yaşananların dehlizinde kayboluyor. Bir anda gözlerini sıyırıyor o dehlizden ve sözlerine devam ediyor: “Nasıl olmuştu, nasıl şehit düşmüştü, bunu bilmiyorduk. Sonra yavaş yavaş duyuldu. Şehadetine tanık olan korucular, kulaktan kulağa anlatmaya başlamışlardı yaşananları. ’95’te Derîk ve etrafında çok fazla gerilla kalmamış, üç kişilik küçük bir grup kalmış. Bunlar Bager, Şehmus ve Rûbar. Düşman onları yakalamak için tetikte. Bager ve yoldaşlarının birlikte çalışma yürüttükleri birkaç milis var. Düşman bunlardan birine ulaşıyor. Artık tehditle mi yoksa başka bir yolla mı bilmiyoruz ama bu milis üzerinden Bager ve diğer arkadaşlara ulaşıyorlar. Milis, arkadaşlara randevu veriyor. Arkadaşlar bu milisin evine gidiyor. Rûbar arkadaş dışarıda nöbette. Milis, arkadaşların yiyecek ve içeceklerine ilaç koyuyor. Nöbet değişim saati geldiğinde Rûbar arkadaş, içeriye giriyor. İçeri girdiğinde her iki arkadaşı yerde sere serpe uzanmış görüyor. Uyandırmaya çalışıyor. Bir süre sonra Derîk tarafından gelen tankları görünce alandaki diğer arkadaşlara haber vermek için evden çıkıp köyden uzaklaşıyor. Askerler ve korucular gelip Bager ve Şehmus’u Derîk iç yolundaki karakol merkezine götürüyor. Bager ve Şehmus kendilerine geliyor. Oradan Derîk merkeze götürüyorlar.
Aynı mezara
Dört gün boyunca işkence uygulanıyor. Ne Bager ne de Şehmus, tek bir bilgi vermiyor. Bizim köyün karakoluna götürüp halka gösteriyorlar ki, halk korksun. Şehmus, askerleri oyalamak ve pusuya düşürmek için bir sığınak yerini bildiğini ve göstereceğini söyleyerek, askerleri Şebajor (Çayköy) köyüne götürüyor. Bir süre sonra asker ve korucular Şehmus'un onları oyaladığını anladığında komutan, 'Senin bize göstereceğin bir şey yok' diyerek, hemen orada Şehmus’u şehit düşürüyor. Sonra Bager’e dönerek, 'Sen konuş sana bir şey yapmayız' diyorlar. Bager’in son sözü, 'Arkadaşımı nasıl şehit ettiyseniz beni de şehit edin’ oluyor. Sonrasında Bager ve Şehmus’u getirip kimsesizler mezarlığında aynı mezara gömüyorlar.”
'Bager ve Şehmus’u ayıramazdık’
Selim, yıllarca Bager’le koyun koyuna yatan Gözlüklü Şehmus’un gerçek kimliğine, ailesine ulaşmak için çabalar. Fakat ne bir iz ne bir bilgi bulabilir. Son olarak 2007 yılında Bager’e mezar yapma fırsatı bulan aile, iki yoldaşı birbirinden ayırmadan mezarı yapma kararı alır. Neden? Sorusuna kısa bir cümleyle yanıt veriyor Selim: “Bager ve Şehmus’u ayıramadık. Ayıramazdık. Bedensel bütünlüklerini çoktan aşmışlardı onlar...”