Bir milenyum karnavalı

Dosya Haberleri —

.

.

  • Bu tımarhanenin neyi temsil ettiği, bana sorarsanız açık. Özellikle zaman kurgusuna bakınca tanzimattan milenyuma uzanan bir kuşaklar hikayesi bu. Mekan çoğunlukla Türkiye. Ermeni, Rum, Kürt, Çerkes, Alevi, Süryani gibi farklı etnik kimlikler de mevcut. 

BİLGE AKSU

Edebi kurguda kimsenin vazgeçemediği belli başlı izlekler vardır bilirsiniz. Ölüm, intihar, intikam, göç, kavuşma… Büyük yazarların hemen hepsi bu izleklerden en az bir ya da birkaçına muhakkak değinmiştir. Bunun sebebi muhtemelen, gerçek yaşantılarda çaresini bulamadığımız mevzulara kendi yarattığı evreninde çare bulmak veya halihazırda içini kemiren çözümsüz durumlara kurgularında da yer verip onlarla iyice yüzleşmek falandır. Bu husus epey derin, ayrıca tartışılmaya değer. Tabii burada saydıklarımla sınırlı da değil bu temalar. Çağların üzerinde kalan, her dönemi ilgilendiren, herkesi kendine çeken bu temalardan biri de delilik olsa gerek.
 Delilik mefhumunu bu köşede daha önce de başka eserler bağlamında ele almıştım. Toplum normlarının dışında bir hayat sürmek, aykırı olabilmek, korkusuzluk, atılganlık gibi davranış örüntüleri edebiyatta delilik imgesiyle verilir genellikle. Yazarın karakterine biçemediği ya da biçmeye kıyamadığı sınırlardan taşar, kimlikleri yırtar, alışılmışı tersine çevirir delilik. Ayrıca olağan gerçekliği eğip bükmek için de mükemmel bir enstrüman işlevi taşır yazar için. Çünkü deliliğin başrolde olduğu eserde okur da delidir, özdeşlik kurduğu karakterin kaotik zihnine bırakır kendini ve yazarın bile boyunu aşan sayısız dalgaların arasında kaybolurken nesnel gerçekliği bir süreliğine de olsa bir kenara fırlatır.

Bizi de cereyanda bırakıyor
Ayfer Tunç’un klasikleşmiş bir romanından bahsedelim bugün. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, 2009 yılında yayımlanmıştı. Yaklaşık 500 sayfadan oluşan bu roman, içeriğinde konu ettiği deliliği öylesine özümsemiş bir eserdi ki, bu durumu adının tuhaflığında bile taşıyordu. Akademik bir metinde görmeye alışık olduğumuz bu uzun başlık, edebi bir eserin kapağında karşımıza çıkınca önce hafif bir şaşkınlık yaratıyor haliyle. Hani saçma sapan ve tutarsız bir hikayeyi aşırı ciddiyetle anlatan bir meczup gibi desek yeridir. Üslupla içerik arasında bir çatışma mevcut. Cereyanda kalmış bir cümle bu ve bizi de cereyanda bırakıyor.
Peki ne anlatıyor bu kitap? Bir Karadeniz şehrinin sahil kenarında sırtını denize dönmüş bir akıl hastanesini... Aslında hayır. O hastaneye konferans için gelmiş bir akademisyenin odağında akademik bir ortamı? Yine hayır. Hastanenin yapılışında büyük emeği geçen erken cumhuriyet aydınlarını? O da değil. Hastanenin hademesi Kulaksız Ziya’nın kulağını kesen doktor Hilmi Ziya Ötüken’in büyük büyük babası Kalemkari Köse Kasım Paşa ve tanzimat dönemi? Yine maalesef…
 Deliliğin sayıklamayla yakın bir ilişkisinin olduğunu Dostoyevski’den beri biliriz. İşte bu kitap da tam olarak öyle. Ne anlattığını çıkarabilmek dahi zor. Bir ana kahraman tespit etmek, belirgin bir çatışma yakalamak, olay örgüsü kurmak zor. Bu bakımdan, vitesi boşa alıp kim nerede ne yapıyordu diye sorgulamadan gelişigüzel okumaya devam etmek en iyisi. Biçim ve içeriğin edebi kurgudaki en başarılı danslarından birini görmek için bunu yapmak zorundayız. Ayfer Tunç, okuyucudan en çok bunu istemiş.

300 karakterin hikayesi birbirine bağlanmış
Gelgelelim edebi bir eseri incelemenin yolu da ne yazık ki bu tespitlerden geçiyor. Karakteri kim ve nasıl bir ruh halinde, olayların tetikleyici sebebi ne, temel ve yan hikayeler nasıl örülmüş, yer ve zaman öğeleri nasıl kullanılmış? Bütün bu soruları cevaplamadan ilerlemek mümkün değil. Bu yüzden örneğine az rastlanır ölçüde katmanlı bu eser için bulabildiğimiz en genel izleklerden yola çıksak iyi olacak.
 Deliler evi, yani tımarhane öncelikli alegorimiz. Bu ‘binada’ toplumun her kesiminden insanın hikayesine rastlamak mümkün. Doktor, akademisyen, hademe, eczacı, hakim, kumarbaz, asker, manifaturacı, duvar ustası, müzayedeci, antikacı, hurdacı… Yaklaşık 300 karakterin hikayesi tek tek üzerinde durularak birbirine bağlanmış. Örneğin eserin başlarında karşımıza çıkan, şehrin vali muavini Hikmet Bey’in hikayesi önce eşi Tülay Hanım’a bağlanır. Aile saadetleri, hatıralar, hayaller derken bir bakarız ki Tülay Hanım’ın anne ve babası Tuğrul-Berat çifti önümüze çıkar. 
İlerleyen sayfalarda, bu şehirden tamamen alakasız bir yaşam süren Zeynep ile aynı yere döneriz. Kumarbaz bir kadın olan Zeynep ve eşi, bütün paralarını kaybetmelerine rağmen oynamaktan geri durmadıkları için, Yalova’da yapılacak bir partiye giderken komşularının arabasını ödünç alıp yolda kaza yaparlar ve oracıkta can verirler. Bu arabanın sahibi vali muavini Hikmet’in kayınpederi ve validesi, Tuğrul-Berat çiftidir. Zeynep ise akıl hastanesinin bulunduğu şehrin ilk hakimi emekli Türkan Hanım’ın yeğenidir. Anlatı, bu şekilde yaklaşık 300 karakterin eksiksiz biçimde birbirine bağlanmasıyla devam edip gider.

Tanzimattan milenyuma kuşaklar hikayesi
Bu tımarhanenin neyi temsil ettiği, bana sorarsanız açık. Özellikle zaman kurgusuna bakınca tanzimattan milenyuma uzanan bir kuşaklar hikayesi bu. Mekan çoğunlukla Türkiye. Ermeni, Rum, Kürt, Çerkes, Alevi, Süryani gibi farklı etnik kimlikler de mevcut. Bu açıdan düşünüldüğünde, tımarhanenin Geç Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sini temsil ettiği sonucuna varabiliriz. Ve bu ‘deliler evinin’ tarihi ‘yalan yanlış’ anlatılmış. Bu vurgulama ise Ayfer Tunç’un resmi tarihe karşı aldığı tavrın en somut göstergesi. 
Ek olarak, karakterler arasında sayılmasa da, Türkiye ve dünya yakın tarihinin önemli figürleri de kitapta kendine yer buluyor. Kenan Evren, Turgut Sunalp, Cüneyt Arkın, Pinochet bunlardan bazıları. Özellikle 12 Eylül darbesinin olduğu zamana denk düşen kısımlarda yazarın anlatıcı kişiliğinden çıkma derecesine gelip öfkeli bir üslupla olup biteni anlattığına şahit oluyoruz. Yine ekonomik krizler, 6-7 eylül pogromu, Ermeni soykırımı, Kürt katliamlarına da yeri geldikçe değinerek ilerliyor Ayfer Tunç.
Bu açıdan, kitabın başlığındaki akademik tarih anlatısı sosu biraz olsun kendine anlamlı bir alan yaratır hale geliyor.
Ayfer Tunç’un karnavalesk bir yakın tarih anlatısına girişmesi ve bunu deliler evi alegorisiyle ortaya koyması hayranlık uyandırıcı ölçüde makul ve başarılı bir girişim. Yaklaşık 150 yıla yayılan bir zaman kurgusuyla, gerek kurgusal gerek gerçek dünya olaylarını 300’e yakın karakter etrafında bir araya getirdiği bu külliyatı okumak, daha doğrusu okurken kafa karışıklığı yaşamaktan korkmak epey normal. Ama bunun önlemi de alınmış. Kitabın sonunda sayfalarca süren bir karakter-olay dizini mevcut. Kimin hangi sayfalarda ve kaç kez göründüğünü bu bölümden takip edebiliyorsunuz.
 
Sayısız olay birbirinin sebebi sonucu
Karnavalesk romanın kriterlerini ortaya koyan Bahtin’e göre bu kavram, ortaçağ karnavallarıyla ilişkili. Bu benzetmeyi, sıradan hayatın içinde, günün birinde bütün kuralların alt üst olduğu ve kostümler maharetiyle herkesin her şeye dönüşebildiği gerçek karnavallardan yola çıkarak yapıyor Bahtin. Ona göre, bir karnaval esnasında sıradan halk kitleleri, yalnızca o etkinliğe özgü olarak bambaşka birilerine dönüşebilir, kral ya da kraliçe olabilir, halkı selamlayabilir ve hatta taç bile giyebilir. Tamamıyla bir kaotik görüntünün hakim olduğu karnavallarda herkes birbirine temas eder, yiyip içer, hiçbir sorumluluğu ya da mantıksal düşünce akışı yokmuşçasına gününü geçirir. O gün, kuralların alt üst edildiği sıradışı ve her şeye gebe bir gündür.
 Ayfer Tunç da bu eserde bunu yerine getiriyor. Sayısız karakterin hikayesi birbirine dokunuyor, sayısız olay birbirinin sebebi ve sonucu haline geliyor. Aklı başında okuyucu ilkin direnç gösterse de, bu karnavalesk deliliğe kendini bırakmak zorunda kalıyor ve anlatı bitene kadar, bir başka deyişle günün sonuna kadar, mantık kuralları devre dışı kalıyor. Hastanedeki doktorlardan birinin yaptığı kek kelli felli akademisyenleri ve yaşlı başlı hekimleri sarhoş ediyor. Hastalar başıboş, hastane başıboş. Çünkü malum kekin içine hatırı sayılır miktarda esrar konulmuş. Esrarı getiren ise akıl hastanesinde tedavi gören bir torbacı. Deli olup olmadığından şüpheliyiz, çünkü hastanede esrar satarak yolunu bulmayı başarmış. Öte yandan psikologlardan biri, hastalardan birine aşık. Fakat bu hasta o kadar kendi dünyasında yaşıyor ki durumdan haberi bile yok. Roman ilerledikçe psikolog da hastasının hastalığını taşımaya başlayıp şizofrenik örüntüler gösteriyor. Çok yakışıklı bu hastanın da kendisine aşık olduğundan emin, hatta ona sorarsak, sevgililer! Fakat hastane kurallarından ötürü görüşemiyorlar. Bunu aşmak için yeni şizofrenik psikoloğumuz hastaneyi yakıp çıkacak kaosta sevgilisini oradan kurtarmayı amaçlıyor. Ne var ki yangın umduğundan hızlı büyüyor ve bir felakete dönüşüyor. Sonuçta, yakışıklı hastamız da dahil bir sürü kişi yanarak can veriyor.

Deliliğin sayıklamayla yakın bir ilişkisinin olduğunu Dostoyevski’den biliriz. İşte bu kitap da tam olarak öyle.
Yıllar geçse de üzerine konuşulacak bir eser bu. Okumayanın çok şey kaybedeceği bir eser.

Okumayanının çok şey kaybedeceği eser
Karnavalesk romanın temalarını ortaya koyan Bahtin’e göre, karnaval esnasındaki rol değişimleri, taç giyme törenleri, kostümlerin yeni kimliklere bürünmelerinin yanısıra, bir de yaşam sevincini/libidoyu temsil eden sahneler öne çıkar. Yeme içme teması bunların başında gelir ki son sahnelerde ortaya çıkan esrarlı kekin maharetiyle herkesin mutlu mesut kahkahalar atarak hastanede bir oraya bir buraya dolaşıp durmaları tamamıyla buna denk düşer. Doktorların delilerle yer değiştirmesi, karakterlerin bir arada eğlenmesi, toplumun her kesiminin orada bulunması ve belirttiğim üzere, son kısımda bir şenlik havasının oluşması, Ayfer Tunç’un bu romanı kurgularken başından sonuna kadar müthiş bir kontrol kabiliyeti ve yetkinlik içerisinde hareket ettiğini kanıtlıyor bize. 150 yıllık bir ülke tarihini yerleştirdiği satır araları da cabası. Yıllar geçse de üzerine konuşulacak bir eser bu. Okumayanın çok şey kaybedeceği bir eser.

 

Ayfer Tunç kimdir?

1964 yılı Adapazarı doğumlu olan Ayfer Tunç, öykü, roman ve senaryo yazarıdır. 
Erenköy Kız Lisesi'nin ardından İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar yazmaya başladı. 
Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından itibaren çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Sokak dergisinde, Güneş ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalıştı. 1989 yılında "Saklı" başlıklı öyküsüyle Yunus Nadi ödülünü kazandı. 
1999-2004 yılları arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak çalıştı. 2001 yılında yayımlanan "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" başlıklı yapıtı, 2003 Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. 
2003 yılında Sait Faik'in öykülerinden hareketle yazdığı "Havada Bulut " başlıklı senaryosu filme çekildi. "Aliye" ve "Binbir Gece" dizilerinin senaryo ekibinde yer aldı.

Eserleri

Öykü: Saklı (1989), Mağara Arkadaşları (1996), Aziz Bey Hadisesi (2000, 2014), Taş Kağıt Makas (2003), Evvelotel (2006).
Roman: Kapak Kızı (1992), Kapak Kızı (2005), Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (2009), Yeşil Peri Gecesi (2010),  Suzan Defter (2011), Dünya Ağrısı (2014), Kırmızı Azap (2014), Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura (2018).

Masal: Belki Varmış Belki Yokmuş (2003).

Araştırma: İkiyüzlü Cinsellik (Oya Ayman’la, 1995).

Yaşantı: Bir Maniniz Yoksa Annemler Size - 70'li Yıllarda Hayatımız (2001, 2005; Arnavutça, Fan Noli, 2011).

Senaryosunu Yazdığı Diziler:
Leke (2019)
Sessiz Fırtına (2007)
Aliye (2004)
Havada Bulut (2002)
Kızlar Yurdu (1992)
 
Senaryosunu Yazdığı Sinema Filmleri:
72. Koğuş (2010)
Usta (2008)
Düş, Gerçek, Bir de Sinema (1995)

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.