Dejavu mu yeni egemenlik hikayesi mi?
Şemsettin ÖZER yazdı —
- Dejavu söylemi, Kürtleri bölgesel güç dengelerinde izole etmeye ve olası dayanışma ağlarını zayıflatmaya yönelik bir strateji olarak okunabilir. Tarihsel paralellikler dikkate alındığında, bu yaklaşım geçmişte olduğu gibi siyasi şiddeti “kaderci” bir söylemle meşrulaştırma eğilimindedir.
Postmodern çağda sömürgecilik, geleneksel askeri ve siyasi yöntemlerin ötesine geçerek kültürel ve ideolojik mekanizmalar aracılığıyla varlığını sürdürüyor. Liberalizmin yapıbozucu doğası ile postmodern kültürün yüzeysel cazibesi, sömürge altındaki toplulukları -özellikle de Kürtleri- kendi kimliklerinden uzaklaştıran ve zamanla asimilasyona yol açan bir sürece itebiliyor.
Bu süreç, çoğu zaman sembolik söylemler ve retorik hamlelerle kamufle edilse de, sonuç itibarıyle mevcut iktidar ilişkilerini pekiştiren bir işlev görüyor.
Geleneksel sömürgecilik doğrudan fiziksel şiddet ve baskı yöntemlerine dayanırken, postmodern sömürgecilik hedef toplulukları kültürel bir erozyon sürecine tabi tutuyor. Bu yaklaşımın temel amacı, bireyin kendi kültürel köklerinden utanç duymasını sağlamak, onu kendi gerçekliğinden yabancılaştırmak ve egemen kültürün taklitçisi haline getirmektir.
Fanon’un deyimiyle, sömürgeleştirilmiş birey “beyaz bir maske takmaya” zorlanır. Bu, yalnızca bireysel bir yabancılaşma değil, aynı zamanda kolektif hafızanın sistematik olarak parçalanmasıdır.
Türkiye’nin Kürt politikası: Postmodern bir çerçeve
Sömürgecilik, önce bir niyet olarak filizlenir; içgüdülerle yoğrulur ve nihayetinde pratiğe dökülerek kurumsallaşır. Türkiye devletinin Kürdistan’ı sömürgeleştirme biçimi, bilindik diğer sömürge modellerinden temel bir farkla ayrılır: Mutlak bir inkâr üzerine inşa edilmiş olması.
Bu radikal inkâr, sömürge ilişkisini yalnızca fiziksel kaynakların tahsisi veya idari denetim meselesi olmaktan çıkarır, ontolojik bir boyuta taşır. Sömürgecinin varlığı, sömürülenin yokluğu üzerine kuruludur.
Dolayısıyla Türk devletinin Kürdistan’a yönelik yaklaşımı ve asimilasyon politikalarında ısrar etmesinin temel dinamiği, İslamcı ümmetçilik ile Kemalist ulusçuluğun paradoksal fakat işlevsel bir sentezinde aranmalıdır.
Bu iki görünüşte zıt ideolojik hat, “Türklük” mitinin etrafında birleşerek Kürt kimliğini hem ulusal hem de dinsel cemaatin dışında konumlandırır. Ümmetçi söylem, farklılığı dini kardeşlik perdesi altında eritmeyi hedeflerken Jakoben ulusçuluk, bu farklılığın kendisini kamusal alandan silmeyi amaçlar.
İkisinin ortak paydası, Kürtlüğün ayrı bir siyasal ve kültürel varlık olarak tanınmasına duyulan mutlak dirençtir.
Bu birleşik zihniyet, kendi kurguladığı “kurtarıcılık miti”ni sürekli canlı tutarak gelişir ve nihayetinde kendini her türlü eleştirinin üzerinde, vazgeçilmez ve mutlak doğru olarak görür. Burada söz konusu olan yalnızca bir toprak veya kaynak sömürüsü değil, daha derinde, bir halkın tarihsel hakikatinin ve kolektif benliğinin üzerini örtme çabasıdır.
Bu mantık, kendi meşruiyetini sürdürebilmek için sömürülenin varlığını sürekli bir tehdit, bir “sorun” olarak kodlamak ve böylece uyguladığı şiddeti kendi kendini idame ettiren bir güvenlik paradigmasına dönüştürmek zorundadır. Bu döngü, ancak mitin kendisi sorgulandığında ve inkârın yerini diyalojik bir tanıma aldığında kırılabilir.
“Dejavu” söylemi ve postmodern strateji
Türkiye’nin Kürt meselesine yaklaşımı, postmodern sömürgecilik kavramının güncel bir tezahürü olarak yorumlanabilir. Erdoğan’ın dış politikadaki hamleleri ve kullandığı dil, bu stratejinin bir yansımasıdır.
Örneğin, Erdoğan’ın Kürtlerle ilgili olarak kullandığı “dejavu” ifadesi, basit bir Fransızca deyim olmanın ötesinde, tarihsel bir şiddet sarmalının ironik bir şekilde tekrarına işaret ediyor.
İktidarın Kürt siyasi hareketine yönelik sert söylemleri sürerken, aynı zamanda HTŞ ile kurduğu taktiksel ilişkiler ve Rojava’yı kuşatma girişimleri, Kürtleri bölgesel denklemde etkisizleştirme niyetini açıkça gösteriyor.
Bu durum, Kürtleri bölgesel güç dengelerinde izole etmeye ve olası dayanışma ağlarını zayıflatmaya yönelik bir strateji olarak okunabilir. Tarihsel paralellikler dikkate alındığında, bu yaklaşım geçmişte olduğu gibi siyasi şiddeti “kaderci” bir söylemle meşrulaştırma eğilimindedir.
Erdoğan’ın DEM Parti’yi sözde överek “teröre karşı başarıları kutluyorum” demesi, sofistike bir nifak ve egemenlik dilinin örneğidir. Bu dil barışa hizmet etmediği gibi, Kürtlerin güvenini zayıflatıyor.
Ayrıca iktidarın El-Şara ile paralel söylemleri ve Rojava karşıtı açıklamaları, inkar ideolojisinin hegemonik dil içinde yeniden üretildiğini gösteriyor. Bu söylem, yeniden bir katliam diline eklemlenme riski taşırken, Kürt siyasi hareketinin özgün taleplerini de gölgeleyebiliyor.
Bu, sömürgeci ilişkilerde sık görülen bir ikilemi hatırlatıyor: Egemenin dilini benimseyen muhalif özne, kendi mücadelesinin anlamını buharlaştırarak tahakküm mekanizmalarının yeniden üretimine katkıda bulunabilir.
Öte yandan bazı siyasilerin Kürtlere yönelik sert ve tehditkâr ifadeleri, yalnızca bir halkı değil; hukuk, demokrasi ve eşitlik kavramlarını da bir pazarlık unsuruna indirger. Bu da siyasal söylemin etik temelini aşındırır.
Bölgesel dinamikler ve Kürtlerin konumu
“Türk-Kürt ve Arap ittifakı” vurgusu, bölgede yeni bir siyasi denklem kurma çabasının bir parçası olarak öne çıkarılsa da, bu söylem Kürtleri bu denklemin dışında bırakma riskini taşımaktadır.
Örneğin, Rojava heyetinin Paris görüşmelerinin iptali, Türk devletinin diplomatik girişimlerinin bir sonucudur. Rojava, tüm Kürtlerin ortak geleceği olarak görülmektedir; dolayısıyla Türkiye’nin Rojava’ya yaklaşımı, Kürtlere yönelik genel yaklaşımının da bir yansımasıdır.
Tarihsel olarak, benzer “birlik” söylemleri, farklı etnik ve dini gruplar arasında gerilimlere ve hatta çatışmalara zemin hazırlamıştır. Günümüzde de bu söylemin, bölgedeki kırılgan dengeleri daha da istikrarsızlaştırabileceği endişesi dile getiriliyor.
Suriye Geçici Hükümeti’nin Halep’te Kürtleri kuşatma altına alması ve bu çetelerin tehditlerinin Türkiye’den bağımsız olmadığı, artık herkesin bildiği bir gerçektir. Bu durum, Türkiye’nin Kürt barışını da doğrudan sekteye uğratmaktadır.
Ayrıca Kürtleri yalnızlaştırmaya yönelik bu stratejinin, antisemitizm gibi başka toplumsal düşmanlıkları da tetikleyebileceği göz ardı edilmemelidir. Çünkü bölge, yalnızca Kürtler, Türkler ve Araplardan ibaret değildir; çok katmanlı, heterojen bir halk mozaiğidir
Sonuç olarak, Kürtler ne meze olmayı ne de başka halkları meze olarak görmeyi ahlaken kabul ederler. Türk–Kürt–Arap birliği söylemi, eğer Osmanlıcı bir zihniyetin yeniden üretimi ve Kürtleri edilgen bir konuma indirgeme aracıysa, bu anlayış tarihsel olarak tükenmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi, halkların kardeşliğini tahakkümle değil, eşitlik, adalet ve özgürlük ilkeleriyle kurmayı hedefler. Çünkü özgürlük, kimsenin meze olmadığı bir ahlaki düzlemin adıdır.
