Türk hukuku, Kürt karşıtı bir hukuktur

Şemsettin ÖZER yazdı —

  • Türkiye’nin yaşadığı derin çıkmaz, sadece politik bir körlük değil, aynı zamanda psişik ve toplumsal bir vakadır. Kürtler, aktörlerin gözünde duyguları, düşünceleri ve ihtiyaçları olan özneler olarak değil; şekil verilecek, araçsallaştırılacak nesneler olarak görülür.

Gelişmemiş toplumlarda siyaset, çoğunlukla toplum için değil, topluma rağmen, hatta zaman zaman topluma karşı işleyen bir cinayet şebekesine bir mafya kanununa dönüşür. Bu olgunun en çarpıcı örneklerinden biri, Türk devletinin Kürt karşıtı hukukun işleyişi ve buna göre şekilenen politikalarından görünür.

İnsanın zihinsel ve eylemsel varlığı, statik değil, dinamik bir süreçler ağıdır. Düşüncelerimiz, tutumlarımız ve nihayetinde davranışlarımız, sürekli bir etkileşim, çatışma ve dönüşüm içindedir. Yaptığımız her şey, bu diyalektik akışın az ya da çok, olumlu ya da olumsuz bir tezahürüdür. Toplumsal olanla ilgilenen her entelektüel ve eylemcinin ontolojik sorumluluğu, bu dinamizmin bilincinde olmaktır. Bu bilinç ise, ancak insanı ve toplumsal yapıyı, önyargılardan arınmış bir anlama çabasıyla, yani hermeneutik bir çabayla mümkün kılınabilir.

AKP, selefist ve tüccar mantığa sahip olduğu için Türkiye'deki entelektüel dinamikleri ya susturdu ya da beyin gücüyle toplumu çoraklaştırdı. Bugün Türk toplumu, her anlamda bunun bedelini ağır ödemenin neden ve niçinlerini sormadan ödüyor. Nedeni elbette Kürtlerin inkârı üzerinde şekillenen toplum psikolojisidir. Sorgulayamayan her toplum boyun eğmeye ve çürümeye mahkûmdur.

Devletin stratejisinin merkezine yerleştirilen “Kürt fobisi” -yani Kürt karşıtı korku- hem iç hem de dış politikayı belirlemiş; yalnız Kürtlerin özneleşmesini engellemekle kalmamış, Türk toplumunu da edilgen ve bağımlı bir konuma mahkûm etmiştir. Bu durum, Türkiye ile Batı toplumları arasındaki en önemli ayrımlardan birine işaret eder: Batı’da toplumun istemediği ve onaylamadığı bir aktörün ya da politikanın uzun vadede varlığını sürdürmesi neredeyse olanaksızdır. Oysa Türk devleti, yüz yılı aşkın bir süre boyunca Türk toplumunun psikolojisini Ermenilere, Rumlara, gayrimüslimlere ve özellikle Kürtlere karşı seferber ederek bir siyasal kimlik ve toplumsal bilinç üretmiştir.

Kürtler söz konusu olduğunda bu mekanizma daha da derinleşir. Politik aktörler, Machiavelli’nin iktidar mantığını hatırlatırcasına, Türk toplumunu “sürü psikolojisi” ile yönlendirir; Kürtlerin varlığını inkâr ederken, Türk toplumunu da kısır bir döngüye sürükler. Bu döngü, gerçekliği görmeyi engelleyen bir tür kolektif hipnoz üretir. Böylece toplum, Ortaçağ Avrupası’ndaki Flagellantlar gibi, kendi kendini cezalandırarak günahlarından arınacağını sanan ama gerçekte bilimin ve özgür düşüncenin yerine hurafe ve korkuyu koyan bir zihniyete hapsolur. Akademiden medyaya, sivil toplumdan bürokrasiye kadar geniş bir alan, eleştirel aklın yerine dogmatik bir sadakati koyarak adeta birer “tarikat” düzenine dönüşmüştür. Bu manzara, yalnızca bir yönetim biçiminin değil, aynı zamanda bir uygarlık krizinin işaretidir. Türk devleti, demokratik dinamiklerin üzerine ve halklar mozaiği üzerinde kurulmadığından dolayı derinde entropik bir durum yaşıyor ama korku imparatorluğu olduğu için kimse “Kral çıplak!” demiyor. Çünkü “Kral çıplak!” denildiği zaman tüm alt-üst oluşlar yeniden, ama kendi kökleri üzerinde şekillenerek bir halklar birliğinin oluşumundan çekiniyor.

Türkiye’nin yaşadığı derin çıkmaz, sadece politik bir körlük değil, aynı zamanda psişik ve toplumsal bir vakadır. Kürtler, aktörlerin gözünde duyguları, düşünceleri ve ihtiyaçları olan özneler olarak değil; şekil verilecek, araçsallaştırılacak nesneler olarak görülür. Politik psikoloji açısından temellerini ve somut verilerle olan bağlantılarını tartışması ancak demokratik ve özgür bir irade ile olursa gelişir ve böylece de geçmişiyle yüzleşir.

Kendi geçmişiyle yüzleşmeyen bir devlet ne inanır, ne inandırır ne de gelişir. Türk liderler bunu yapacak kapasitede mi? Özellikle AKP, bunun mantığından ve kuruluş felsefesinden yoksundur; çünkü AKP yapılanması, kadını yok sayan, özgür Kürt’ü inkâr eden, tüm varlıkları üzerinde yokluğu inşa eden bir tarikatlar, Selefi ve kısacası demokrasi karşıtı bir koalisyonlar birliğidir. Zihin dünyası demokrasiyi kaldıramaz, buna hazır değildir.

Bu çıkmazdan kurtuluş ise, korku imparatorluğunu aşan bir “hakikat ve adalet siyaseti” ile mümkündür. Bunun için atılması gereken bazı temel adımlar şunlardır:

  • 1. Hukuk ve adalet sistemi, tekçi Türk varlığını merkez alan bir hukuk sistemidir; bu yaklaşımdan çıkmalı, Kürt halkının haklarını ve özneleşmesini tanıyan bir çerçeveye kavuşmalıdır.
  • 2. Kürt halkı, kendi siyasal ve toplumsal öznesi olarak kabul edilmeli ve bu özneleşme anayasal güvence altına alınmalıdır.
  • 3. Doğa, kadın, çocuk ve toplumun tüm kesimlerini kapsayacak demokratik, sosyal adalet temelli bir anayasa oluşturulmalıdır.
  • 4. Kürtçe, anadilde eğitim hakkı da dâhil olmak üzere anayasal güvenceye kavuşturulmalı; tüm etnik ve kültürel topluluklara kendi dillerinde eğitim hakkı sağlanmalıdır. (Rojava ya da İsveç modelleri bu açıdan örnek teşkil edebilir.)
  • 5. Kürt coğrafyası, doğası ve kültürel mirası korunmalı ve geliştirilmelidir.
  • 6. Kürtlerin ekonomik özgürlüğü ve kaynakları üzerindeki hakları anayasal güvence altına alınmalıdır.
  • 7. Devlet, geçmişteki işlediği suçlardan dolayı Kürt halkından özür dilemeli ve Rojava’ya yönelik politikasını yeniden düşünerek çetelerle değil, Kürtlerle ittifak kurmalıdır.

Türkiye ancak bu koşullar altında inandırıcılığını yeniden kazanabilir ve korku imparatorluğundan kurtularak demokratik bir topluma dönüşebilir. Bu aynı zamanda, hem Türkler hem de Kürtler için yeni bir siyasal varoluş biçimi yaratmanın zorunlu yoludur.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.