Diktatörlüğün sürekliliği 

Şemsettin ÖZER yazdı —

  • Türk mantığı ya da kurulu felsefe; Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve tüm dini/etnik azınlıkları katliamdan, soykırımdan geçirerek, kalanları zindanlara koyarak mallarına el koyup sermayesini oluşturmuş, hegemonyasını böyle kurmuştur.

Hayat bulan diktatörlük her zaman bir süreçtir; geçicidir. Zamanı geldiğinde normal bir inişle yere inmez; sert kayalara çarpar ve sonu genellikle trajikomiktir. Analitik olarak ele alındığında diktatörlük bir dizge ya da sabit bir yapı değildir, kurbanları bol olan doyumsuz bir cellattır. Celladın özgül ya da özgür bir yeri yoktur; gözü her zaman bir kurban arar, fakat zayıf ve boyun eğen bir kurban ister. Zaman ve mekâna göre üstündeki elbiseyi değiştirir, kurbana masumiyet karnesi göstermek için her türlü hileye başvurur. Ama nafile, kurban onun hilelerini sezdiğinde bir daha kurbanlık koyun olmak istemez.

Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisi, iktidarın salt zor yoluyla değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik alanlarda rıza üreterek kurulduğunu ortaya koyar. Bu perspektiften bakıldığında hegemonya edilgen bir egemenlik biçimi değildir; sürekli yenilenmek, yeniden kurbanlar yaratmak ve dış baskılarla sınanmak zorundadır. Bu nedenle karşı-hegemonya, hegemonik düzenin sürekliliğini kıran ve alternatif toplumsal projelerin doğuşuna zemin hazırlayan temel bir unsurdur.

Dolayısıyla zalimlik ya da hegemonya hiçbir zaman tekil değildir. Herhangi bir somut çözümlemede görüldüğü gibi iç yapıları oldukça karmaşıktır. Oyunda herkes görünürde birer oyuncudur. Fakat gizliden herkes hegemonya kurmaya dönük bir oyun kurar, çünkü hegemonya edilgen bir egemenlik biçimi olarak var olamaz. Sürekli olarak yenilenmesi, yeniden kurbanlar araması, yaratılması ve savunulması gerekir. Aynı zamanda dış baskılar tarafından sürekli sınırlanır, değiştirilir ve sınanır. Bu nedenle hegemonya kavramına, pratiğin sürekli ve gerçek öğeleri olan karşı-hegemonya ve alternatif hegemonya kavramlarını eklememiz gerekir.

Bu bağlamda Türk ulus milliyetçiliği, Kürt temayüllü kodlarla örülmüş; geleneksel ulus-devlet anlayışından farklı olarak, faşizan ve dincilik temelli, hiçbir etnisiteyi tanımayan bir yapıdadır. Sünni zihniyetin üzerinde şekillenen bu yapı, “benim milletim” aidiyetini dar bir mezhep üzerinden diktatoryasını kurmuş, şimdi de ne kadar selefist grup varsa onlarla ittifak kurup Ortadoğu’nun hamisi olmayı hedeflemektedir. Önündeki tek engel Kürtler olduğu için sürekli oyun kurmaktadır. Bu özellikle Ortadoğu’da ve genelde dünyanın karmaşıklığında, Rojava öncülüğünde halkların birliğine nifak tohumları ekerek yapılmaya çalışılmaktadır. Türk siyasetinin kafa yapısı budur; Kürt’ün varlığını kabul etmez ve yaklaşımı konjonktüreldir, tehlikelidir. Dolayısıyla Türk devletinin tarihsel çizgisi bu bağlamda okunmalıdır.

Siyasal kültür ve demokratik-ekonomik değerler gelişmemiş ülkelerde bu bağlamda benzerdir. Diktatoryal rejimlerin sonu genellikle aynı olur: Türkiye tarihsel olarak hem demokratik emek değerlerine yabancı olmuş hem de süreklilik arz eden kurbanlıklar üzerine kurulmuş bir düzen olduğu için komşularının da benzer olmasını ister. Bu anlamda komşuluk, bir ülkenin düzeyini ve karakterini gösterir. Türk mantığı ya da kurulu felsefe; Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve tüm dini/etnik azınlıkları katliamdan, soykırımdan geçirerek, kalanları zindanlara koyarak mallarına el koyup sermayesini oluşturmuş, hegemonyasını böyle kurmuştur.

Ancak kurban uyandıkça celladın uykusu kaçar. Psikolojisi bozulur. Oyun kurmaya çalışır ama oyunun içinde kaybolur. Bu oyunu kadın düşmanı, hırsızlık ve selefist zihniyetle nikâhlanmış bir biçimde sürdürür; özgür Kürt ve demokratik halk birliğine karşı hegemonya kurar. Ne var ki Kürt halkı artık eski Kürt olmadığı için Türkiye Cumhuriyeti çılgına dönmektedir. Çılgına döndükçe dibe batmaktadır. Dolayısıyla özgür Kürt’e karşı oyun üstüne oyun kurarken -“aç tavuk kendini darı ambarında görür” misali- teslim alınmış Kürt’ü hayal etmektedir.

Tarihsel olarak Türk devleti ile barışa giden herkes bunu zayıflık olarak görmüştür. Gerçi tarih boyunca Türk devleti ya kaybedip orayı talan etmiş ya da boyun eğmiştir. Bu yüzden Kürt Özgürlük Hareketi her iyi niyet gösterdiğinde teslimiyeti dayatılır. Rojava’ya dönük politikalar da bu bağlamda okunmalıdır.

Peki sormak gerekir: Madem “Kürtlerle kardeşiz” ve “barışalım” diyorsun, o hâlde neden kadın düşmanı, kafa kesen zihniyetlerle can ciğer gibi oluyorsun? Neden Kürtlerle komşu olmayı, onların varlığını kabul etmiyorsun? Peki o zaman kim senin “kardeşliğine” inanır?

Tüm Kürt katliamları hâlâ canlıyken Rojava’ya sadece silah bırakmak yetmez, kurumlarının da feshi gerektiği dayatılıyor. Eşzamanlı olarak Avrupa’daki kurumlar ve ardından “tüm varlığını dağıtsın, gelip Türk devletinin şefkatine teslim olsun” yaklaşımı öne çıkıyor. Bunun ardında Şark Islahatı ve Tertele uygulamaları peşi sıra gelecektir; Kürtler bunun farkındadır. Dolayısıyla Türk devletinin mantık kodlarında hâlâ “köle Kürt” tahayyülü vardır.

Sonuç olarak, Kürt fobisi devleti çılgınlığa çevirdiği gibi, sadece “Kürt anasını görmesin” misali bölgede ne kadar çete varsa toplumun ağzındakini çıkarıp onlara yediriyor, besliyor, Kürtlerin üzerine saldırtıyor ve sonra da dönüp Kürt–Türk kardeşliğinden söz ediyor.

Türk devletinin kiminle Kürt karşıtı bir ittifak kurduğunu, nasıl bir siyaset izlediğini Kürtler biliyor ve sorguluyor. Yan yana durduğun yer gölgeni çizer; iktidarın güneşi vurdu mu gölge de saf değiştirir. Türk devleti güneşin her gün aynı yerde doğduğunu düşünüyorsa yanılıyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.