Kafka’nın şatosu ve Ankara
Şemsettin ÖZER yazdı —
- Bugün Ankara, artık sadece ideolojik değil, fiilen de sömürgeci pratiklerle Kürt’e saldırmaktadır. Bu saldırı, paramiliter yapılardan medya diline kadar her alanda görünür hale gelmiştir. Ne var ki, özgürleşmemiş Kürt zihni hâlâ K.’nın trajedisini tekrar eder: Efendinin kapısında bekleyerek var olma umudu.
Gerçekliğin ağırlığı bazen bir kelimede, bazen bir fotoğraf karesinde ölçülür. Türk’ün özgür Kürt’e duyduğu nefret, IŞİD lideri El-Şara ile ilan-ı aşk; bu gizlenen bir çelişki değildir, hakikatin yerine ikame edilmiş bir çöküşün, egemenliğin ruhsal çözülüşünün göstergesidir.
Sömürgeci ruhun anatomisi
Franz Kafka’nın "Şato" romanı yalnızca bir bürokrasi eleştirisi değil, sömürgeci bilincin karanlık yapısını açığa çıkaran güçlü bir metafordur. Kafka, görünmez tahakküm biçimlerinin insan ruhunda yarattığı çaresizliği, yabancılaşmayı ve sessiz yıkımı derin bir ustalıkla anlatır.
Romanın kahramanı K., Şato’ya ulaşmak, orada kabul görmek, bir “efendi” gibi yaşamak ister. Ancak bu arzu onu sonsuz bir bekleyişin nesnesine dönüştürür. K. ne kadar çabalarsa, sistemin görünmez elleri onu o kadar dışarıda tutar. Dahil olma arzusu, zamanla bir esarete dönüşür -tıpkı sömürgeleştirilmiş insanın efendinin dünyasına dâhil olma hayaliyle kendi özünden kopması gibi.
K., neden dışlandığını sorgulamaz, yalnızca içeriye kabul edilmek ister. Bu kör arzu, onu kendi kimliğinden ve anlamından koparır. Sömürgeciliğin en sinsi yöntemi budur: İnsanı kendine değil, başkasına ait kılmak; kendi merkezinden uzaklaştırıp efendinin merkezine mahkûm etmek.
Kürt bilincinin tutsaklığı
Özgürleşmemiş zihin de tıpkı K. gibi, Şato’nun dilini anlamadan orada yer edinmeye çalışır. Bu yalnızca politik bir yanılgı değil; aynı zamanda psikolojik bir teslimiyet biçimidir.
Ankara’nın Kürt’e reva gördüğü şey, onun “kendisi olmamasıdır.”
Bu durum, tarihsel olarak Türklük bilincinin kodlarına işlemiş efendi–maraba ilişkisinin bir devamıdır.
Ankara, Kürtler için hiçbir zaman bir “kardeşlik” ya da “güven” merkezi olmamıştır. Kürtlerin zihin dünyasında Ankara hâlâ, inkârın ve hiyerarşik tahakkümün simgesidir. Çünkü eşitlik, egemenlerin doğasına aykırıdır.
Bugün Ankara, artık sadece ideolojik değil, fiilen de sömürgeci pratiklerle Kürt’e saldırmaktadır. Bu saldırı, paramiliter yapılardan medya diline kadar her alanda görünür hale gelmiştir.
Ne var ki, özgürleşmemiş Kürt zihni hâlâ K.’nın trajedisini tekrar eder: Efendinin kapısında bekleyerek var olma umudu.
Oysa Ankara’ya uzandıkça özgürlük dili yitmekte, direniş ruhu zayıflamaktadır.
Sömürgeci dilin tek mesajı: “Kendin olma”
Ankara’nın Kürt’e verdiği mesaj hep aynıdır:
“Yanımda ol ama kendin olma.”
“Kürt ol ama bana hizmet ederek Kürt ol.”
Bu, hem politik hem de psikolojik bir aşağılamadır.
Gerçek eşitlik ve özgürlük, ancak Amed’den -yani halkın kendi tarihsel, kültürel ve coğrafi merkezinden- konuşmakla mümkündür.
Ankara’nın dili, kendini inkâr eden bir Kürt ister; tıpkı bugün Türkiye’nin dış politikasında “Suriye Dışişleri Bakanı” gibi davranan Hakan Fidan figüründe olduğu gibi. Hakan Fidan tüm benliğiyle şatoya ulaşmaya çalışan K. gibi huzursuz ve mutsuzdur, mutsuzdur çünkü özgür Kürt onu kendine hatırladıkça çılgınlaşıyor
K.’nın aynasında sömürgeleştirilmiş benlik
1. “Öteki” olma hali: K., köye yabancıdır; ne köylüler tarafından kabul edilir ne de Şato’nun bürokrasisine nüfuz edebilir. Bu, sömürgeci düzenin “yerli olmayanı” dışlama refleksini yansıtır.
K.’nın kimliği sürekli sorgulanır. Bu, efendinin bakışına mahkûm edilmenin trajedisidir. Kürt de Ankara karşısında hep “yabancı”dır; Ankara da ona hep bu gözle bakar.
2. Sistematik aşağılama: K.’nın “kadastrocu” olduğu iddiası, roman boyunca bir kuşku ve alay konusudur. Bu, sömürge sisteminin ezileni sürekli “ispat döngüsüne” hapsetmesiyle aynıdır.
Neçirvan Barzani’nin Ankara ziyaretinde görünmez kılınan Kürdistan bayrağı ve Erdoğan’la verdiği pozlar, bu psikolojik ezilmişliğin ruhsal halin dışa yansıma biçiminin modern versiyonlarıdır.
Ankara’nın Kürt’e bakışı, sadece sömürücü değil; insanlık dışılaştırıcıdır. Hitler’in Yahudilere “haşere” demesiyle aynı zihinsel hattı taşır.
Özgürlük ve sahiplik arasındaki gerilim
Özgürlük düşüncesi, bilinçli bir gelişim sürecidir. Ancak düşünsel olarak gelişmemiş toplumlarda yaşam, yalnızca biyolojik düzeyde kalır.
Diktatöryal kişilik, varoluşu “sahip olmak”la karıştırır; bu yüzden özgürlükten korkar.
Güvenlik adına özgürlüğünden vazgeçen birey, kendi tutsaklığını kendi elleriyle kurar.
Paulo Freire’nin "Ezilenlerin Pedagojisi"nde belirttiği gibi, özgürleşmemiş zihin efendisinin davranışını içselleştirir. Ezilen, özgürlüğü tehlike olarak görür; çünkü özgürlük, onu itaate yabancılaştırır. Freire’nin ifadesiyle: “Ezilenin trajedisi, efendisini yeniden üretme arzusudur.”
Frantz Fanon’un "Siyah Deri, Beyaz Maskeler"de gösterdiği gibi, sömürgeleştirilmiş insan kendi değerini efendinin bakışında arar. Türk–Kürt ilişkisinde de “Türkleşme arzusu”, aynı ruhsal bölünmeyi üretir.
Özgürlük bir bilinç devrimidir
Özgürlük yalnızca siyasal bir kurtuluş değil, zihinsel ve ruhsal bir yeniden doğuştur.
İnsan, sahip olmanın değil “olmanın”; tahakkümün değil “karşılıklı tanınmanın”; korkunun değil “dönüşümün” dilini kurabildiğinde özgürleşir. Türk devleti bunun inkarı ile varlığını Kürt’ün yokluğu üzerine inşa ettikçe kendisi de bir enkaza dönüşür.
Dolayısıyla; Efendi ne kadar tahakküm kurmaya çalışırsa, o kadar kendi cehennemini yaratır.
Türk devleti, Kürt’ün özgürleşmesini engelleyerek aslında her Türk’ün içinde bir cehennem yaratmıştır.
Platon’un deyimiyle söylersek:
Türk devleti, özgür Kürt karşısında “Huzursuzdur.”
