Edebiyat dünyası da çölleşiyor


Kültür/Sanat Haberleri —

OMER TURKES

OMER TURKES

  • Bugün, yazarıyla, okuyucuyuyla, yayıncısıyla edebiyat dünyası siyasi meselelerle, bireyin ve toplumun hakikatleriyle yüzleşmekten iyice uzaklaştı. Türkiye toplumu “milliyetçi, sünni, erkek, heteroseksüel” bir kimliğe hapsedilmek isteniyor.

Tuğçe KARA



Geçmişte üretilen eserlere duyulan hayranlık, ne yazık ki şu dönemde kendini daha yakıcı bir biçimde hissettiriyor. Özellikle “genç” edebiyatçıların kaleminden çıkan erkek dünyası anlatımları, kişinin kendine dahi yabancılaşmasına neden olacak şekilde ele alınıyor. Bu kitaplar bazen dizi ve film uyarlamaları olarak dijital platformlarda da karşımıza çıkıyor. Ama anladığımız kadarıyla nihayetinde satıyor, okunuyor ve herkes payına düşen aforizmayı alıp odasının duvarına asıyor. 
Çağdaş Türkiye edebiyatındaki bir başka kriz ise “bizi birbirimize bağlayan” değerler kümesi olarak sunulan ne varsa şu an yeniden gün yüzüne çıkması. Kahramanlık destanı ve/veya milliyetçi, ırkçı bir referanstan bahsetmiyorum. Daha çok birbirimize ne kadar benzediğimiz ve birbirimizi nasıl da tanıdığımız, nasıl da kardeş olduğumuz üzerine kurulan anlatılar bunlar.
Üzerine bir de Türkiye’de hatırı sayılır yayınevlerinin dahi ekonomik krizden etkilenmesi eklenince, nitelikli eserlere ulaşmak gittikçe zorlaşıyor. Öyle ki, bazen bu koşullar nedeniyle yayınevine gönderilen isimsiz bir yazarın nitelikli taslağındansa, ismi olan yazarların “ortalama” kitapları yayına hazırlanabiliyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında Türkiye edebiyatında değişen politik arka planı, gün geçtikçe daha da elim bir hâl alan kadın temsilini ve nitelikli işlerin varlığı/yokluğu meselesini eleştirmen Edebiyat eleştirmeni A. Ömer Türkeş’le konuştuk.

Belli başlı yazarlar hariç bu dönemde politik roman yazanların sayısı hayli sınırlı. Sizce, bu dönem ile çokça kıyaslanan 12 Eylül döneminde de edebiyattaki politik üretkenlik aynı mıydı?
Sorunun kısa yanıtı, hayır - aynı değildi. Zira 12 Eylül darbesi sonrasında yazar ve okuyucuların geçmişle bağı henüz kopmadığı için 80’li yıllarda çok sayıda siyasi içerikli roman üretilmişti. Ancak bu durumu sayılara bakarak değerlendirmek doğru olmaz. Siyasi içerikli romanlar o yıllarda yeterince karşılık bulamadılar. Zira ANAP iktidarı ile birlikte yeni bir atmosfere girilmiş, liberal ekonomik düzen yeni “haz”lar üretmeye başlamıştı. Bir yandan sistemin gücü karşısındaki acz duygusu, diğer yandan siyasetin gücünü ve etkinliğini yitirmesi, hatta kirlenmişliği üzerinde sağlanan toplumsal konsensus, özellikle 90’lardan sonra insanları farklı ilgi alanlarına yöneltti. Elbette edebiyat da nasiplendi siyasi, ekonomik ve ideolojik düzenlemelerden. Öyle ki, bugüne gelindiğinde –yazarıyla, okuyucuyuyla, yayıncısıyla– edebiyat dünyası siyasi meselelerle, bireyin ve toplumun hakikatleriyle yüzleşmekten iyice uzaklaştı.

Çağdaş edebiyatta, yekten ırkçı bir dalga olmasa da eskiye özleme; milliyetçi referanslara, “bizi biz yapan değerlere” dönüşe denk gelebiliyoruz. Bu riskli bir tutum mu?
80’lerde atılmaya başlanan tohumlar AKP iktidarının “büyük emekleri” sayesinde serpilip filizlendi. Tam kırk yıllık bir politika bu. Türkiye toplumu bu politikalarla “milliyetçi, sünni, erkek, heteroseksüel” bir kimliğe hapsedilmek isteniyor. Sözünü ettiğiniz edebiyat ürünleri –aslında sinema filmleri ve TV dizileri de eklenmeli– bu sürecin mahsülleri. Belki doğrudan sorumlusu değiller ama barındırdıkları çıplak ideolojilerle, mesajlarla sürecin kendisini yeniden üretmesine katkı sağlıyorlar.

Çağdaş Türkiye edebiyatındaki kadın temsili neden bu denli değişti? Ya da hep böyle miydi? Şu an kadınlar ya “cefakâr ana”-kız kardeş ya da doğrudan arzu nesnesi.
Çağdaş Türkiye edebiyatı dediğimizde binlerce kitaplık bir hacimden konuşuyoruz demektir. Böyle bir hacim çok farklı renkleri ve eğilimleri barındırır. Öyleyse, Gramsci’nin de belirttiği üzere, “Belli bir tarihsel ve toplumsal anı tek bir yanıyla ele alamayız. Her dönem birbiriyle çelişen ve çatışan entelektüel faaliyetlerin bir arada bulunduğu bir süreçtir.” Özellikle günümüz Türkiyesi’nde yaşanan durum tam da budur. Kadın hak ve özgürlüklerini radikal biçimde savunanlardan kadını ikinci sınıf bir canlı türü olarak görüp eve kapatmak isteyenlere kadar uzanan bu geniş ideolojik yelpazenin edebiyata yansıması elbette çok farklı kadın tipleri doğuracaktır. Farklılıklar her zaman olmuştur. Sosyalistlerin edebiyata damgasını vurduğu yıllarda bile, yüksek edebiyatta kadınlar özgür bireyler olarak ele alınırken sağdan yazılan romanlarda ve popüler edebiyatta kadının rolü ya namuslu zevce/ana/kızkardeş ya da “fahişe”liktir.
80’ler, hatta 90’lardan önce ciddiye alınmadığı için fark edilmeyen ama her zaman varlığını koruyan bu tarz anlatılar 2000’li yıllardan sonra edebiyat alanını istila ettiler. “İstila” politik ve ideolojik istila ile, toplumun artan muhafazakârlaşması ile ve piyasa ile doğrudan ilgili. Kısacası “belli bir anda egemen olan sanatsal ya da edebi eğilimlerin o toplumun duygu ve düşüncelerini temsil ettiği apaçık ortada.”

Türkiye edebiyatının vaziyetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yakın dönem Türkiyeli yazarlar tarafından yayımlanan nitelikli işlerin sayısı neden az? Örneğin, son zamanlarda sizi heyecanlandıran bir eser oldu mu?
Hayatın diğer alanlarından pek farkı yok; yayıncısı, yazarı, okuyucusu, eleştirmeniyle edebiyat dünyası da çölleşiyor. Piyasa koşullarının belirlediği yayıncılık dünyasında “iyi” kitabın, “iyi” edebiyatın anlamı “iyi” satış haline geldi. Bu mesele başlı başına yazı konusu edilecek kadar önemlidir. Ne var ki ne yeni ne de sadece Türkiye’ye özgü bir durum. Yine de enseyi karartmayalım; bu çölün içerisine serpiştirilmiş “vaha”lar da var ki geleceğe dair umudu canlı tutuyorlar. Bütün olumsuzluklara rağmen edebiyatın hala bir direniş noktası olduğunu düşünüyorum. Son yirmi yıldır pek çok –edebi anlamda– başarılı roman okudum. Hepsi de meselesi olan anlatılardı. İlle de “siyasi” nitelemesi yapmak gerekmez, “güzel” olan devrimcidir, sahip çıkmalıyız.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.