Geçmişin izleriyle barışa bakmak
Dosya Haberleri —

Cumartesi Anneleri
- Bir şehrin kalbinde, kaldırım taşlarının altına gizlenmiş hakikatler var. Yılları aşan sessizlik her Cumartesi bir fotoğraf, bir ad, bir sesle deliniyor. 30 yıldır Galatasaray Meydanı’nda süren bu sessiz çığlık, yalnızca kayıplarının izini süren Cumartesi Anneleri’nin hikayesi değil, aynı zamanda bu ülkede barışın hangi temeller üzerine kurulabileceğini gösteren çarpıcı bir hafıza pratiği.
- İkbal Eren, 21 Kasım 1980’de gözaltında kaybedilen kardeşi Hayrettin Eren’in ardından, 45 yıldır süren hak arama mücadelesini anlatıyor. Başlangıçta kardeşine sağ ulaşmayı umduklarını belirten Eren, zamanla ona ait bir mezarın bile bir teselliye dönüştüğünü ifade ediyor. Eren, “Bir kemiği alana dek bu mücadeleyi sürdüreceğiz” diye vurguluyor.
- Mikail Kırbayır, 8 Ekim 1980’de gözaltında kaybedilen kardeşi Cemil Kırbayır’ın akıbetini 45 yıldır soruyor. Kırbayır, kamuoyundaki helalleşme tartışmalarına açıklık getiriyor: “Helalleşme vicdani bir duygu, güzel bir girişim. Ama ben kiminle helalleşeyim? Devlet o dönem gelip ‘İstemeyerek bir kaza sonucu öldü’ deyip mezarını gösterseydi, o zaman helalleşme mümkün olurdu.”
- 19 Ekim 1995’te kaçırıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun, “İlk başlarda sağ istedik kaybımızı ama artık umudumuz kalmadı. Şimdi bir mezar yeri, bir kemik istiyoruz. Devlet bizi kandırmasın, ‘Bilmiyoruz’ demesinler. İlk günden beri aynı şeyi söylüyoruz: Arşivler açılsın, kayıplarımızın yeri gösterilsin” ifadelerini kullanılıyor.
ERDOĞAN ALAYUMAT
Bir şehrin kalbinde, kaldırım taşlarının altına gizlenmiş hakikatler var. Yılları aşan sessizlik, her Cumartesi bir fotoğraf, bir ad, bir sesle deliniyor. 30 yıldır Galatasaray Meydanı’nda süren bu sessiz çığlık, yalnızca kayıplarının izini süren Cumartesi Anneleri’nin hikâyesi değil, aynı zamanda bu ülkede barışın hangi temeller üzerine kurulabileceğini gösteren çarpıcı bir hafıza pratiği. Türkiye’nin en uzun soluklu insan hakları mücadelesi olarak kabul edilen Cumartesi Anneleri’nin direnişi, toplumsal hafızanın da sembolü aynı zamanda.
Geçmişte yaşanan hak ihlalleriyle yüzleşmeden gerçek bir barış ve demokrasinin inşa edilemeyeceği gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıyayız ve Cumartesi Anneleri’nin 30 yıllık kararlı duruşu bu yüzleşmenin en somut çağrısını oluşturuyor.
Bu mücadelenin merkezinde yalnızca sevdiklerine ulaşma arzusu değil; adaletin sağlanması, faillerin yargılanması ve benzer acıların tekrar yaşanmaması için hukuki ve toplumsal bir yüzleşme talebi yer alıyor. Devletin farklı dönemlerde uyguladığı baskı politikaları sonucu yaşanan kayıplar, sadece bireysel trajediler değil, aynı zamanda Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin önündeki en büyük engellerden biri olarak da görülüyor.
12 Eylül ve kayıpların çığlığı
12 Eylül darbesinin karanlığında kayıpların akıbetini öğrenmek neredeyse imkansızdı. Yine de vazgeçmediler; seslerini, tırnaklarıyla kazırcasına duyurmaya çalıştılar. Darbe sonrası kurulan derneklerin ve basının desteğiyle sesleri biraz daha duyulur oldu. Ancak 1990’ların baskı ortamı, yeni kayıpları da beraberinde getirdi. 1995 yılı, Türkiye’de faili meçhul kayıplar ve hak arama mücadelesi açısından bir dönüm noktasıydı. İstanbul’da Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesinin ardından, İnsan Hakları Derneği’nin yürüttüğü araştırmalar sonucu Hasan Ocak’ın cansız bedenine ulaşılması, oturma eylemlerinin başlamasına neden oldu. İşte böyle doğdu, adalet arayışının simgesi haline gelen Cumartesi Anneleri’nin 30 yıllık direnişi. İkbal Eren, 21 Kasım 1980’de gözaltında kaybedilen kardeşi Hayrettin Eren’in ardından, 45 yıldır süren hak arama mücadelesini anlatıyor. Başlangıçta kardeşine sağ ulaşmayı umduklarını belirten Eren, zamanla ona ait bir mezarın bile bir teselliye dönüştüğünü ifade ediyor. Eren, annesinin “Karanfillerle donatacağım bir mezar istiyorum” sözlerinin, acı ve bekleyişle dayanılmaz bir hal aldığında, “Bir kemiğe razı oldum” ifadesine dönüştüğünü dile getiriyor.
Adalet ve hesap verme talebi
Cumartesi Anneleri, yalnızca kayıplarının akıbetini öğrenmekle kalmayıp, aynı zamanda faillerin adalet önünde hesap vermesini, cezasızlığın sona ermesini ve yeni gözaltıların engellenmesini talep etti. Bu talepler için 30 yıl boyunca baskı, şiddet ve hapisle mücadele ettiler. Emine Ocak gibi anneler, sadece oğullarının akıbetini sordukları için cezaevine atıldı. Ancak mücadele yılmadı; acılar paylaşıldıkça Türkiye’nin gündemi değişti. Bugüne kadar yaklaşık 50 kaybın cenazesine ulaşılmış, onlara hak ettikleri saygı gösterilerek defnedilmiş olsa da, hala birçok kayıp için arayış sürüyor. İkbal Eren, “Bir kemiği alana dek bu mücadeleyi sürdüreceğiz” diyerek, failler evrensel hukuk normlarına uygun biçimde yargılanmadıkça gerçek bir barışın mümkün olmadığını vurguluyor.
Barış ve yüzleşme
Bugün Türkiye’de barış sürecinden söz edilebiliyorsa, bunun en temel dayanaklarından biri Cumartesi Anneleri’nin 30 yıllık kararlı mücadelesi. Eren, “Mehmet Ağar gibi isimlerin olduğu bir barış çağrısına nasıl inanabilirim?” diyerek, barışın ancak faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması ve cezasızlığın sona erdirilmesiyle mümkün olabileceğini ifade ediyor. Arşivler açılmadan ve geçmişle yüzleşilmeden barışın yalnızca boş bir kavram olarak kalacağını dile getiriyor. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin barış masasının en sağlam ayağı olduğunu belirten Eren, bu ayağın eksik olmasının barış sürecinin dengesini bozacağını söylüyor. 45 yıl boyunca yüreklerinde taşıdıkları yangını ancak gerçek adalet ve hakikatle söndürebileceklerini dile getiren Eren’in “Yüreğimiz yangın yeri; adalet ve hesap vermeden barış olmaz” sözleri, kayıplar mücadelesini özetliyor.
45 yıllık adalet arayışı
Mikail Kırbayır, 8 Ekim 1980’de gözaltında kaybedilen kardeşi Cemil Kırbayır’ın akıbetini 45 yıldır soruyor. 12 Eylül darbesinin ertesi günü, devletin güvenlik güçleri tarafından evinden alınan Cemil, Kars’taki askeri cezaevinde işkenceye maruz kaldı. Son kez kardeşi Mikail tarafından gönderilen pusulada “Abi, beni merak etmeyin. Ben iyiyim” yazıyordu. Ancak o günden sonra Cemil’den bir daha haber alınamadı. Mikail Kırbayır, kardeşinin akıbetini sormaya devam ederken sürgüne gönderildi, yıllarca izini sürdü, ancak bir sonuca ulaşamadı. Babası bu acı arayış içinde hayatını kaybetti; annesi ise oğlunun akıbetini son nefesine kadar sormayı sürdürdü. Kırbayır, kardeşinin sorgu sırasında keyfi ve yargısız bir infazla katledildiğini; devletin bu cinayeti planlayarak gerçekleştirdiğini belirtiyor.
İnkara karşı hakikat
Cumartesi Anneleri’nin mücadelesine 2001’de İstanbul’a yerleştiğinde katılan Mikail Kırbayır, “Bugün 45 yıl geçti, hâlâ kardeşimin akıbetini soruyorum” diyor. Kayıpların sadece fiziksel yoklukla sınırlı olmadığını, yaşatılan acının ailelerin yaşam hakkını da ortadan kaldırdığını anlatan Kırbayır, şöyle devam ediyor: “Devlet, 48 ay askerlik yapmış, vergisini ödemiş babama, 26 yaşındaki evladının tabutunun altına girme hakkını bile vermedi. Bizim başsağlığı dileme hakkımız bile elimizden alındı.”
Kırbayır, Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin yalnızca kayıpların akıbetini öğrenme değil; aynı zamanda devletle yüzleşmeye ve adalet talep etmeye yönelik olduğunu vurguluyor. “Galatasaray Meydanı, 30 yıldır baba ocaklarına dönüşmüş durumda; imhaya, inkara karşı hakikat ve adalet talebi yükseliyor” diyerek direnişin anlamını özetliyor.
Barışın önündeki engeller
Mikail Kırbayır, kamuoyundaki helalleşme tartışmalarına da açıklık getiriyor: “Helalleşme vicdani bir duygu, güzel bir girişim. Ama ben kiminle helalleşeyim? Devlet o dönem gelip ‘İstemeyerek bir kaza sonucu öldü’ deyip mezarını gösterseydi, o zaman helalleşme mümkün olurdu.”
Bugün ise hala hesap sorulmadığını ve cezasızlığın sürdüğünü söylüyor: “Barıştan söz ediyorsunuz ama kardeşimin mezarı boş. Mezarımı bana verin, ondan arta kalan ne varsa geri verin, o zaman barışabilirim. Yüzleşme olmadan barış olmaz. Devletten alacağım var, o alacağımı almadan barışmayacağım.”
Mikail Kırbayır’ın sözleri, adalet ve hakikat olmadan gerçek bir barışın mümkün olmadığını güçlü biçimde ortaya koyuyor: “Yıllardır kayıplarımızın peşindeyiz. Yüzleşmeden, hesaplaşmadan barış olmaz. Biz bu acıyı, bu hakikati yaşatacağız.”
100 yıl geçse de unutulmaz
İstanbul’un Avcılar ilçesindeki evinin önünden 19 Ekim 1995’te kaçırıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun, 30 yıllık hak arayışını “nasıl geçtiğini bilmediği ama hep mücadeleyle dolu” bir yolculuk olarak tanımlıyor. Otuzlu yaşlarında başladığı bu yolculukta, bugün 60’ını geçmiş bir kadın olarak aynı kararlılıkla sesini yükseltmeye devam eden Tosun, “Bir yandan kayıplar mücadelesi, bir yandan insan hakları mücadelesi veriyoruz. Her hafta bir kaybın hikayesiyle acılarımız tazeleniyor. Hepsi birer can, ailenin birer parçası. Bu acı, eşyasını kaybeden birinin hüznü değil; yüz yıl da geçse unutulmayacak bir acı.”
Ne bedel olursa olsun verdik
Hanım Tosun, devletin kayıplara ilişkin suskunluğuna karşı yıllardır aynı talepleri dile getirdiklerini söylüyor ve devam ediyor: “İlk başlarda sağ istedik kaybımızı ama artık umudumuz kalmadı. Şimdi bir mezar yeri, bir kemik istiyoruz. Devlet bizi kandırmasın, ‘Bilmiyoruz’ demesinler. İlk günden beri aynı şeyi söylüyoruz: Arşivler açılsın, kayıplarımızın yeri gösterilsin.”
Tosun, 30 yılın zorluklarla geçtiğini, ancak mücadelelerinden asla vazgeçmediklerini söyleyerek “Ne bedel olursa olsun verdik ve vermeye devam ediyoruz” diyor.
Eşim terörist değildi
Barış söylemlerine şüpheyle yaklaşan Hanım Tosun, devletin tutumunun samimiyetsiz olduğunu ifade ederek şunları söylüyor: “Bir yandan ‘terör’ diyorlar, bir yandan da ‘acılar son bulacak’ diyorlar. Benim eşim terörist değildi. Bu ülkede kaybedilen insanların hiçbiri terörist değildi. Gerçekten barış isteniyorsa, önce yanlışlar düzeltilmeli. Arşivler açılmalı, kayıplar açıklanmalı.”
Hanım Tosun’a göre barış, yalnızca kelimelerle değil, somut adımlarla inşa edilir. Bu adımlardan biri de Cumartesi Anneleri’nin yıllardır yasaklı olan Galatasaray Meydanı’nın yeniden halka açılması: “O meydan gözaltında. Bariyerlerle çevrilmiş durumda. Önce bu bariyerler kalkmalı. Devlet benim çocuklarıma bir baba, bana bir eş borçlu. Onlar babasızlığı hak etmedi. Devlet bu borcunu bir an önce ödemeli.”