Genç kuşaklar normalin ne olduğunu bilmiyor

Dosya Haberleri —

Ayfer Tunç

Ayfer Tunç

  • "Günümüzde sanatsal üretimin hızı, içeriği, sunumu o kadar arttı ve farklılaştı ki, nitelikli bir sanat yapıtının bırakın meydan okuduğunun görülmesini, kendisinin fark edilmesi bile zor hale geldi. Nice roman okuruna ulaşamadan, gereken ilgiyi görmeden geçip gidiyor. 
  • Toplumsal olarak öne çıkan/çıkması beklenen erkekler olduğu ve kadınlar gölgede kaldığı için erkekler üzerinden anlatılan hikayeleri yazmayı tercih ettim. Benim edebiyata başladığım dönemde kadın yazarlardan beklenen kadınca duyarlılıklar yazmalarıydı, bunu daha en başından reddettim."

BİLGE AKSU

Bu köşede, hakkında en çok yazdığım yazar Ayfer Tunç. Bunun birçok sebebi var. Katmanlı hikayeleri, kurgu becerisi, karakterlerinin derinliği, toplumsal travmalarla yakından ilgilenmesi, psikolojik çözümleme becerileri… Ama tabii en önemlisi, kendisine olan hayranlığım. Ki onun da sebebi, diğer saydığım unsurlar.

90’lı yılların başından beri edebiyat okurunun yakından takip ettiği bir isim Ayfer Tunç. 80’lerde başladığı bu serüveninde 20’ye yakın kitap yazmış, bununla yetinmeyip senaryolarda da karşımıza çıkmış biri. En önemli özelliği, oldukça derin metinleri, dilinin akıcılığı sayesinde her türden okuyucuya rahatlıkla ulaştırabilmesi. Onu okumak ve sevmek için ‘nitelikli’ okur olmak gerekmiyor. Fakat nitelikli okurun da en favori isimlerinden. Bu açıdan bakıldığında, edebiyat kanonunun köşelerini tutmuş, halkın tamamına hitap edebilme potansiyeli taşıyor. Liselerdeki edebiyat ders kitaplarında da ismi geçmeye başladı hatta. Malum, MEB’in radarına girmek oldukça zor, hatta onların ajandasına pek uymuyorsanız neredeyse imkansız. Ayfer Tunç, günümüzün yaşayan kült yazarları arasında artık.

Bu hafta Ayfer Tunç’la, kendi edebi geçmişini, edebi kurgudaki motivasyonlarını, geldiği geleneği, geçmişe ve günümüze dair bazı toplumsal travmaları ve geleceğe dönük endişeleri konuştuk.

Size hangi soruyu sorarak başlamalıyım bilmiyorum, külliyatınızın yakın bir takipçisiyim. Eserlerinizin hepsinde, üzerinde durduğum ve etkilendiğim çok şey oldu. Ama hep aklımdaki soruyu sorayım: Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi... Bu kitap bir meydan okuma mıydı? 

Ben ilk edebiyat eğitimimi bu tarz iddialı davranışların neredeyse bir gereklilik sayıldığı bir dönemde, 80 öncesi kuşaktan aldığım halde öyle meydan okuma, bir tür manifesto yazma gibi bir tavrım olmadı. Hala yok, bugün için pek anlamlı olduğunu da düşünmediğim için olsa gerek. Fazla hatırlayan kalmamıştır artık ama o yıllarda edebiyat hayata etki etmek isteyen değerli bir işti ve bazı edebiyat dergileri bu tür iddialarla, manifestolarla yayın hayatlarına başlarlar, bazı yazarların yine bu türden iddiaları olur ve edebiyatın o gününe, geçmişine, hatta geleceğine meydan okurlardı. Bugünden baktığımda yer yer fazla iddialı, edebiyatın doğasını zorlayıcı bulsam da keşke bugün de debisi öyle yüksek, amaçları, tavırları güçlü, meselesi olan ve toplumu etkileyebilen bir edebiyat anlayışı hüküm sürseydi diyorum. Tekil olanın öne çıktığı günümüzde, edebiyat da edebiyat dergileri de iddiasını ve gücünü kaybetti. Bu tür meydan okumaların toplumsal karşılığı pek yok artık. 

Peki edebiyat içinde var mı? Sözünü ettiğim dönemlerin güçlü eleştiri kurumu da ne yazık ki artık olmadığı için edebiyatın bugününe veya geçmişine hatta geleceğine bir meydan okuma bugün ne anlama gelir, kestiremiyorum. Şunu söyleyebiliriz elbette, sen meydan oku, iddianı ortaya koy, tarih hakkını verir. Ama acaba o kadar kolay olur mu, tarih gerçekten güvenebileceğimiz bir şey mi? Bence değil. Tarih bugün ihtiyaca göre yeniden yazılan bir şey oldu. Ayrıca günümüzde sanatsal üretimin hızı, içeriği, sunumu o kadar arttı ve farklılaştı ki, nitelikli bir sanat yapıtının bırakın meydan okuduğunun görülmesini, kendisinin fark edilmesi bile zor hale geldi. Nice roman okuruna ulaşamadan, gereken ilgiyi görmeden geçip gidiyor. 

Delilik mefhumu edebiyatta hep öne çıkar. Sizin de uğradığınız bir liman bu. Toplumla olan münasebette ve edebi kurguda ne işe yarıyor delilik? 

Benim için delilik aklın yuvasında oynamasıdır ve toplumsal bir varlık olan insanın akışın tersine davranmaya başlamasının sebepleriyle de sonuçlarıyla da oldum olası ilgiliyim. Akıl neden yerinden oynar? Toplum yerinden oynamış aklı yerine koymak için neler yapar? Delilikte toplumun payı ne kadardır, yoksa sadece biyolojik midir? Modern psikiyatri bizim Freud’dan beri süregelen edebi delilik romantizmimizi pek de tatmin etmeyecek araştırmalar içinde biliyorsunuz. Hızla gelişen nöroloji ve nöropsikiyatri sadece delilik dediğimiz halin değil, her türlü davranışımızın biyolojisini sorguluyor ve sonuçta ortaya bir “kimyasal insan” portresi çıkıyor. 

Delilik benim için kurguda işe yarayan bir malzeme olmasının ötesinde insan denen muammayı anlamaya çalışmanın bir yolu. Türkiye toplumu deliliği yer yer alay etme aracı olarak kullandı, yer yer mecnun diyerek kısmi bir saygı duydu ama deliliğin dinamikleriyle ve toplumsala olan etkisiyle pek ilgilenmedi. Türkçede delilik hakkında tekil yapıtlar vardır ama güçlü bir edebiyat yoktur, delilik kaba hatlı klişelere indirgenerek mizah yazarlarına veya göstermeci tiyatro oyunlarına bırakılmıştır. 

Günümüzde toplumsal ilişkilerde delilik eskisi kadar toplumdışı olmak anlamına gelmiyor, stigma, damgalama gibi kavramların öne çıkması bu insani duruma daha insanca yaklaşmayı sağladı. Öte yandan toplumsal yapı bence öylesine çığırından çıktı ki delilik gibi bir argümanı kullanmamıza gerek yok artık. Gezegenimize yaptıklarımızla deliliğin en üst mertebesini yaşıyor olabiliriz. İklim krizi, gezegenimizin bekası, demokrasinin yok oluşu, otoriterizmin önlenmesi şart olan yükselişi gibi çağımızın yeni durumlarını birlikte düşündüğümüzde insanlık kasabın bıçağını yalayan kuzulara benziyor. Bu delilik değilse nedir? Deliliği ister bireyi anlama yolu olarak ister kurgusal bir araç şeklinde kullanalım bize bir kerteriz veriyor. Bu nedenle verimli bir kavram. Toplumun normal/ doğal/ delilikolmayan olarak kabul ettiği durumu sınamamızı sağlıyor. Ben Deliler Evi’ni yazmaya başladığımda deliliği bir kerteriz olarak alayım, bir tür turnusol kâğıdı olsun diye başlamadım ama metnin daha başında öyle olacağını gördüm. Bunun üzerine kurguyu yeniden yapılandırdım. 

Son kitabınız Osman ile bir üçlemeyi tamamladınız. Kapak Kızı'yla başlayan bu hikâyeyi birçok farklı açıdan okuduk. Ama özellikle Osman'da güvenilmez anlatıcı diye tabir ettiğimiz bir durum vardı. Bununla ilgili motivasyonunuz neydi? 

Gerçeğin algılanışı ve gerçek nedir sorusu benim hemen hemen bütün metinlerimde işlediğim bir temadır. Örneğin Suzan Defter’de aynı günü, aynı mekânda yaşayan iki kişi vardır ama günlüklerine yazdıkları bizi gerçeğin ne olduğu konusunda şüpheye düşürür. Bu nedenle tek anlatıcıdan çok birkaç anlatıcılı kurguları tercih ederim. Çünkü her zihin farklı görür, farklı anlar ve farklı aktarır, üstelik bunda çoğu zaman bir art niyet yoktur, öyle görüyordur. Konunun özü her gerçek anlatıldığında bir kurmacaya dönüşür. Memleket Hikayeleri kitabımda geçmişin kulaktan kulağa oyununa benzediğini, her aktarılışında kılık değiştirdiğini yazarken vurgulamak istediğim gerçeğin aktarılışındaki güvenilmezlikti. Çok sevdiğim yazar Max Frisch’in sözlerini hatırlayacak olursak hayatımız bile bir kurmacadır. “Her insan önünde sonunda kendi hayatı sandığı bir hikâye uydurur,” der Frisch. Anlatan her benin bir kurmaca yarattığını söyler. Osman’da asıl hikayesini Yeşil Peri Gecesi’nde gördüğümüz bir skandalın artçıları var. YPG’de bunu bize skandalın içinde yer alan kişi, Şebnem anlatıyor ve Osman’ı da suçluyordu. Dolayısıyla Osman’a söz hakkı doğmuştu. Ama zayıf karakterli, ergen kalmış, birey olamamış, fazlasıyla hülyalı bir kişinin sözlerine ne kadar güvenebiliriz? Üstelik bize hikâyeyi anlatma yolu günlükler ve hep söylerim günlükler güvenilmez metinlerdir çünkü yazan kişinin travmalarının ilacı olacak şekilde yeniden yapılandırılırlar. Romanın belkemiğinde duran Osman böyle zayıf bir karakter. Osman’ın bir roman olarak yapısını oluşturan meselelerden biri buydu, diğeri de söylenti kavramının zihinlerimizi nasıl etkilediği. Osman’da toplumsal boyutu da olan skandallarda herkesin birbirine zıt fikirleri olduğunu, bu fikirlerin hangisinin haklı veya doğru olduğuna karar vermenin mümkün olmadığını görüyoruz. Aslında buna daha YPG’nin başına, bir epigraf olarak koyduğum İncil alıntısıyla işaret etmiştim. İsa’nın bilinen sözüdür: “İçinizde kim günahsızsa ilk taşı o atsın.” Ama bu, gerçeğin tümüyle kaybolduğu, sözün güvenilmez hale geldiği posttruth çağında anlamı tümüyle yok olan ya da bir ülkü gibi tepemize asılması gereken bir söz artık.  

Edebi dünyanızda güncel ve geçmişe dönük gerçekliğin payı epey büyük. Arka planda sürekli işleyen bir toplumsal hafıza ve hesaplaşma var. Son dönemin hesaplaşmasıyla nasıl başa çıkacağız? Biraz fazla dolduk ve taştık sanırım? 

İnsan zihninin içinde sürekli hesaplayan, sürekli tartışan bir varlıktır. Bu zihin içi güçlü söyleşmeler genellikle bireysel darbelerle ilişkilidir. Ama günümüzde öyle bir toplumda ve dünyada yaşıyoruz ki bireysel meselelerimizi aşan, toplumsal boyutlarıyla hayatımıza çöken ve bizi derinden sarsan darbelerin sonuçlarını her an zihnimizde taşıyoruz ve tartışıyoruz. Son dönemin hesaplaşması için önce dönemin sona ermesi gerekiyor sanırım, yaşadığımız günlerin dinamiklerini tümüyle anlayabilmek için.

Alman yazar W. G. Sebald Hava Savaşı ve Edebiyat adlı kitabında Alman edebiyatında 2. Dünya Savaşı hakkında yazılmış metinlerin peşine düşer ve üç kısacık metinden başka hiçbir şey bulamaz, bunların ikisi edebiyat dışıdır, askeri günlüklerdir, tek bulduğu Heinrich Böll’ün bir romanında yer alan birkaç sayfadır. Sebald neden Alman yazarlar bu dönem hakkında hiçbir şey yazmadı diye sorar. Çünkü yaşananlar öylesine derin bir travma yarattı ki, bunu yaşarken analiz etmek mümkün değildi diye açıklar. Alman toplumunun kendi yarattıkları ve ağır sonuçlarıyla baş başa kaldıkları bu savaşın yarattığı depresyondan çıkmasının yıllar aldığını söyler. 12 Eylül’le hesaplaşan romanlar da dönem yaşanırken yazılmadı. Anlamak, analiz etmek ve değerlendirmek için bir zamana ihtiyaç vardı. 

Ancak bizim ülke olarak talihsizliğimiz, bizi yaralayan çok ağır bir dönemi hemen yeni bir ağır dönemin takip etmesi oldu. Daha biriyle hesaplaşamadan yenisinin içine düştük. Tekil olayları üst üste koymak, her birine tek tek yaklaşmak “fazla dolduk ve taştık“ dediğiniz yerden baktığımızda pek de mümkün görünmüyor. Her gün hesaplaşmamız gereken birden fazla olay yaşıyoruz. Bu, büyük bir toplumsal arızaya işaret ediyor. Tekil olaylarla hesaplaşmak yargı sisteminin işidir ve yargının hali malum, konuşacak halimiz bile kalmadı. Öte yandan sanat tekillerin oluşturduğu bütüne ve bütünün yarattığı büyük arızaya bakar. Bunun için de yaşadıklarımızın bütün unsurlarının görünür, anlaşılır olması gerekir. Ama sözlerim oturup dönemin bitmesini bekleyelim anlamına kesinlikle gelmiyor, aksine, bugünden tekil olayları ele alarak işlemek ve gelecekteki metinlere bir zemin oluşturmak çok iyi bir başlangıç olabilir. 

Tek tük örnekler dışında henüz bu otoriter dönemi ele alıp onunla hesaplaşma çabasına giren bir eser çıkmadı. Böyle dönemlerde sanatsal yaratıcılığın yükseldiği söylenir esasen. Bu konudaki fikirleriniz nedir? Korku iklimi yaratıcılığı engelleyebilir mi? 

Evet yaratıcılık böyle dönemlerde yükselir ama bu yükselme toplumsal beklentiye karşılık gelecek şekilde olmayabilir. İçe dönük bir yaratıcılık artabilir, bireye bakan bir derinleşme görülebilir. Ben Eylül 1981’de üniversiteye başlamıştım. Dergi çıkarmak yasaktı, okulda kantin kapalıydı, sınıflarda tam teçhizatlı jandarma öğrenci gibi oturur ve konuşulanları dinler, yalan yanlış rapor ederdi. Anayasa Hukuku dersimiz vardı ama Türkiye’nin anayasası yoktu. Bu dönemde yaratıcılık yükseldi ama içe dönük bir yaratıcılık gördük, toplumsal olana karşı çıkma ya da dönemi anlamaya çalışan değil, nitelikli edebiyatı ve sanatı keşfeden bir dönem yaşadık. 

Günümüz için iki durum söz konusu bence. Birincisi nitelikli sanatın değersizleşmesi ve görünür olmaktan uzaklaşması. Örneğin İstanbul’da çok sayıda nitelikli tiyatro oyunları yazılıyor, çevriliyor, sahneye konuyor. Genç yazarlar müthiş öyküler yazıyorlar. Sinemada çok başarılı, üstelik direngen bir kuşak doğdu. Çağdaş sanatın pek çok başarılı örneği yurtiçi ve yurtdışı bienallerde sergileniyor. Ama popüler ve popülist olanın gölgesinde bunları görmek, güçlerini ve etki alanlarını anlamak kolay değil. İkincisi sözünü ettiğiniz korku iklimi. Ama bu iklimi aşıp yaratıcı olmak için öncelikle bir yarın umuduna ihtiyaç vardır. Bugünün en kahredici tarafı yarın fikrinin elimizden alınmış olması. Genç kuşakların çok büyük bir kısmı için “yarın” sadece iş bulup geçinecek kadar para kazanıp hayatta kalabilmek, diğerleri için yurtdışına gidip orada yeni bir hayat kurabilmek. Bu dönemin verdiği en büyük zarar bu ağır ve her türden çözülmedir. Toplumsal bağlardan, bizi biz yapan değerlerden, insanlıktan, iyilikten çözülme. Yaşamanın kendisinin bir rekabet haline geldiği bir zamanda insanların erdemleri, değerler sistemini korumasını bekleyemeyiz. Korku iklimi ürünlerin ortaya çıkışını geciktirebilir, zaman zaman engelleyebilir, ama yaratıcılığı engelleyen bir etkisi yoktur, aksine körükler. Bizdeki sorun korku ikliminin hiç bitmemesi, neredeyse doğal bir hal şeklinde devam ediyor olması. Genç kuşaklar normalin ne olduğunu bilmiyor ki korku ikliminin nasıl bir şey olduğunu bilsin. 

Biraz daha kişisel bir soru olacak ama, Diyaloglar etkinliğinde her seferinde özgün ve edebi niteliği oldukça yüksek kitaplar öneriyorsunuz. Kriterlerinizi ve güncel edebiyatı takip için beslendiğiniz kaynakları okuyucular olarak epey merak ediyoruz :) 

Sanırım bu, bütün iyi okurlar için önemli bir sorun bu: İyi kitaba ulaşabilmek. Eskiden (eskiden kelimesini ne kadar çok kullanır hale geldik) edebiyat dergileri, eleştiri yazıları iyi edebiyata kolayca ulaşmamızı sağlardı. Güvendiğimiz eleştirmen ve dergilerin işaret ettiklerini okurduk. Bugün hangi yazının samimi hangi yazının ticari olduğunu ayırt etmek pek de kolay değil, bize yol gösterecek dergiler de yok. Ama asıl sorun çokluk içinde iyiyi seçmek. Bizim en temel kaynağımız güvenilir kişilerin fısıltı gazetesi ve kendi seçimlerimiz. İyi yayınevlerinin seçimlerine önem veriyoruz. Onların kitaplarını öncelikle alıp okuyoruz ve genellikle yanılmıyoruz. Bazen birimizden birimiz tesadüfen iyi bir kitap okumuş ve şaşırmış oluyor. Şudur diyebileceğimiz bir kaynağımız ya da yolumuz yok. Biz de iyi kitapları karanlıkta el yordamıyla buluyoruz. 

Son olarak Aziz Bey'in şahsında, erkek karakterlerinizle ilgili bir sorum var. Yazarlarımızın çoğu kendi cinsiyetinde kahramanlar yaratıyor. Hele hele erkek yazarlarda bu durum epey dikkat çekici. Sizi bu hususta başarılı kılan şey nedir? 

Daha önce anlatmıştım, ben erkekleri çok olan büyük bir ailede büyüdüm. Adapazarı’nda 18 daireden 12’sinin yakın akraba olduğu bir aile apartmanında oturuyorduk. Beş dayım, bir teyzem ve hepsinin erkek çocukları vardı. Dolayısıyla her yaştan ve toplumsal konumdan erkek ve kadın hallerini gözleme şansım oldu. Gözlemekle de pek kalmam, kıyaslamayı severim, insan davranışlarının nedenini anahtarın kilide uyduğu gibi uyana kadar da anlamaya çalışırım. Toplumsal olarak öne çıkan/çıkması beklenen erkekler olduğu ve kadınlar gölgede kaldığı için erkekler üzerinden anlatılan hikayeleri yazmayı tercih ettim. Bunu da daha önce söylemiştim, benim edebiyata başladığım dönemde kadın yazarlardan beklenen kadınca duyarlılıklar yazmalarıydı, bunu daha en başından reddettim. Dolayısıyla erkek karakterlerim öne çıktı. Erkek yazarlar kadın karakter yaratmakta neden zorlanıyorlar? Bence diye altını çiziyorum ve itiraza açık bir genelleme yapıyorum: Erkekler içinde yaşadıkları erkek egemen toplumun cinsel kimliklere ilişkin dinamiklerini anlamak için fazladan çaba göstermiyorlar. Erkek ve demokrat olmalarının bu erkek hegemonyasının dışında kalmaya yeterli olduğunu sanıyorlar. Oysa pek çok okumuş yazmış demokrat erkeğin bu eril toplumun konforundan memnun olduğunu biliyoruz. Bu eril sistemle didişmenin getireceği ruhsal, düşünsel rahatsızlığı göze alamıyor olabilirler.    

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.