HDP tartışmayı tam sonuçlandırmışken!

Veysi SARISÖZEN yazdı —

  • Devlet eğer seçim kazanmak istiyorsa, PKK’nin tek bir mermi yakmasına bile ihtiyaç duymayacaktır, kendisi bırakalım şarjörleri, Kırıkkale fabrikasının bütün mermilerini halkın yüreğine sıkmakta tereddüt bile etmeyecektir.
  • Her iki yazar Haziran seçiminde yenildiği halde yenilmeyen faşizmin Zap’ta yenilirse yenilmiş olacağını nasıl anlamaz ve HDP MYK’sının bildirisiyle sonuçlanan tartışmayı yeniden alevlendirmenin AKP’yi seçim zaferine taşıyacağını nasıl kavrayamaz?

Normal bir zamanda yaşamıyoruz. Faşizm ve savaş ortamındayız.  

Ne yapmalı? Farklı düşüncelerimizi yoldaşlar, arkadaşlar ve kardeşler arasında tartışmaktan korkmalı mıyız? Tartışmamızdan düşman yararlanır diye susmalı mıyız?  

Tartışmadığımız için farklı düşüncelerimizin “suskunluk bataklığında” kokuşmaya, tefessüh etmeye, giderek “düşünce farklılığından” düşmanlaşmaya dönüşmesine izin mi vermeliyiz? 

Vaktiyle “açık tartışmayı” düşmana koz vermemek için yasaklayan bir gelenekten gelen  arkadaşınız olarak, “sakın böyle yapmayın” diyorum.  

Marksist-Leninist hareket “açık tartışmayı” bir partinin gücünü gösteren en önemli özellik olarak görmüştü. Bolşevik Partisi’nin, Lenin hayattayken yapılan 10. Kongresi’ne kadar bu parti saflarında Lenin’in, Buharin’in, Troçki’nin, Zinovyev’in ve diğerlerinin, yanılmıyorsam 10’u aşan “parti içi ve süreklilik arzeden” platformları vardı ve bunlar yalnız parti içinde değil, tüm halkın önünde düşüncelerini açıkça dile getiriyor ve kongrelere kendi adaylarıyla katılıyorlardı. Bu bir şey değil. Ekim devriminin eşiğinde Lenin’le Kamanev-Zinovyev’in “ayaklanma yapalım mı, yapmayalım mı” tartışmasının “açıktan” yapıldığını hatırlatmak isterim. “Devrimin gününü” açıklayanları Lenin daha sonra parti yönetimine getirmekten bile korkmadı. 

Sonra “iç savaş” patladı. Sovyet devrimi tehlikeye girdi. “Geçici” olarak platformlar yasaklandı. Tartışma “parti organlarının içine” hapsedildi. Açık tartışmanın sonu böylece geldi.  

Gerekçe haklıydı. Ancak “çare” olmadı. Lenin sonrasında ve Parti hala ideolojik, politik ve kitlesel gücünü koruduğu dönemde “açık tartışmayı” göze alsaydı, parti temel örgütleri ve parti yanlısı halk atalete sürüklenmez, politik yaşamın dışına düşmez, aktif olarak parti ve ülke sorunlarını çözme konusunda “politik aktiflik” kazanırdı. Gorbaçov “açık tartışmayı” başlattığı zaman ise, parti artık “açık tartışmayı” taşıyabilecek gücü kaybetmiş ve halk politika dışına düşmüştü. Açık tartışmayı “karşı-devrim” kazandı. 

Parti üyeleri ve onu destekleyen halk yalnızca “parti çoğunluğunun” değil, partide herkesin ne dediğini bilmelidir. İşte o zaman parti yönetimleri kitle bağlarını kaybetmez.  

Bu söylediklerim, kolayca anlaşılacağı gibi her şeyden önce legal-kitle partisi için geçerlidir. Hele silahlı savaş veren bir partinin “karargahı” için kesinlikle geçerli değildir. Düşmana “nerede ve ne zaman saldıracağı” hakkında “farklı görüşleri” açıkça tartışmanın mümkün olmadığını “izcilik” yapan çocuklar bile bilir. 

Ben HDP’den söz ediyorum.  
İşte Mersin baskını ile ilgili farklı görüşleri kimse gizlemedi. Herkes görüşünü açıkça dile getirdi. Kimse kimseyi “ihanet ve ajanlıkla” suçlamadı. Ama şu oldu: Bir grup PKK’nin “askeri taktik eylemlerinin” seçim eşiğinde demokrasi güçlerine zarar vereceğini söyledi; bir grup ise Zap’ta süren “ölüm-kalım savaşında” düşmanı durdurmak için “askeri taktik eylemleri” bütün asker ve polis alanlarına yaymanın zorunlu olduğunu anlattı. Bir görüşe göre ise “bu eylemler seçim kaybetme sonucu doğuracaktır.” Bir görüşe göre ise “böyle eylemlerin yapılmaması savaşın kaybedilme sonucunu doğuracaktır.” 

Bu “açıklıkta” tartışılamasa da, tartışmanın özü buydu. 

“Araya karışan Xurifileri” saymazsak, taraflar birbirlerini “seçimde  AKP’ye hizmet etmekle” ya da “savaşta devlete yardım etmekle” suçlamadı. Karşılıklı olarak birbirlerinin görüşünü eleştirmekle yetindi. Elbette tartışanların bir bölümü “böyle eylemler yapılırsa bunun sonu AKP’nin seçimi kazanmasına, tıpkı Haziren-Kasım arasında olduğu gibi sebep olur” diyerek eleştirdi. Tartışanların diğer bölümü ise, “böyle eylemler kınanmaya devam edilirse bunun sonu gerillayı, giderek PKK’yi ve en sonunda Öcalan’ı ‘kınamaya’ götürür,  HDP seçmenini böler” diyerek eleştirdi.  

Bu çok ciddi ve ilkesel bir tartışmaydı. 

Hepimiz bu tartışmayı, şimdilik de olsa sağduyuyla yaşadık. Sonunda HDP MYK’sı tartışmayı sonuçlandıran bir bildiri yayınladı ve herkesin esas olarak “savaş” karşıtı saflarda birleştiğini ilan etti. 

Tam tartışma, bana göre “savaş sebep, devletin ve PKK’nin askeri eylemlerindeki ölümler, kayıplar sonuç” noktasında sonuçlanmışken, Artı Gerçek’de iki yazar, dün yeni bir tartışma başlattı. Bazı aydınların da yeni bir kampanyayla bu tartışmayı devam ettirme yönünde adımlar attığı duyuldu. 

Kişiselleştirmeme adına yazarların adını yazmayacağım. Onların Kürt halkının taleplerine samimiyetle sahip çıktıklarını biliyorum. Ancak peşinen söylemeliyim ki, bu tartışmadaki tutumlarını eleştireceğim. Her ikisinin savunduğu tez şöyle: 

“Mersin saldırısı, tüm kamuoyuna derhal ve kendiliğinden 7 Haziran – 1 Kasım 2015 sürecini anımsattı… 
O terör ve şiddet ortamı kime yaradı? 

Azınlığa düşmüş olan AKP’ye…” 

Bu saptama kesinlikle doğru değildir.

“Mersin saldırısı”nin 7 Haziran-1 Kasım” arasındaki “terör ve şiddet ortamı” ile uzak yakın hiçbir ilgisi yoktur. Her iki yazar böyle bir ilgi olmadığını benden daha iyi bilir.  

Mersin baskını HPG’nin Türk devletine karşı yürüttüğü Zap’taki, bir bakıma “meydan muharebesinin taktik bir hamlesidir.” Ortada Haziran seçimleri eşiğinde ve sonrasında olduğu gibi bir “çözüm süreci” ve “ateşkes” ortamı yoktur. Savaş vardır. HPG’nin bütün mevzileri, tünelleri ve tek tek gerillaları ve Türk devletinin bütün ordu ve polis merkezleri hedeftir.  

Buna karşılık Haziran-Kasım arasındaki “terör ve şiddet ortamı” nasıldır? Hala çözüm sürecini ve ateşkesi sürdüren PKK’nin “terör ve şiddet eylemleri” ile mi hazırlanmıştır? Kanlı eylemlere kronolojik olarak bakalım: 

17 temmuz 2015 tarihinde, yani Haziran seçiminden hemen sonra ve Kobanê zaferinin hemen ardından, yani Erdoğan’ın hem seçimde, hem de Kobanê’de uğradığı yenilgi üzerine Erdoğan Dolmabahçe mutabakatını yırttı.  

Ardından üç gün sonra, PKK’nin Mersin eylemine benzer bir eylemden sonra değil, fakat 20 Temmuz 2015 tarihinde Suruç’ta Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun çocuklara hediye götürmek üzere yaptıkları basın toplantısında, PKK değil, fakat DAİŞ bir bomba patlattı ve 33 genç şehit edildi, 100’ü aşkın genç yaralandı.  

İki gün sonra, yani 22 Temmuz 2015 tarihinde, Ceylanpınar’da 2 polis öldürüldü. Sözünü ettiğim iki yazar daha sonra bu cinayetin devlet tarafından işlendiğini, mahkemenin tutukladığı PKK’li olduğu iddia edilen kişileri beraat ettirmesi üzerine, defalarca yazdılar. 

Nihayet, 1 Kasım seçimlerine on gün kala, yani 10 Ekim 2015 tarihinde, Ankara Garı’nda tarihin en kanlı saldırısıyla 102 insan hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı. Bu saldırıyı PKK değil, DAİŞ yapmıştı.  

Ve hepsi de onu bunu kullanan AKP’nin, MİT’in, Emniyet’in eliyle işlenen katliamlardı.  

Sonra mahut seçim oldu, Haziran’da kaybeden AKP 1 Kasım’da “kazandı.” 

Demek ki, Haziran-Kasım arasındaki “terör ve şiddet ortamı” PKK’nin askeri eylemleriyle değil, bizzat devletin, AKP’nin ve DAİŞ’in kanlı saldırılarıyla yaratıldı. 

Ve bunlar “çözüm süreci” can çekişerek de olsa, hala yaşıyorken yaşandı. 

Neden? Sadece kaybedilen seçimi yeniden kazanmak için mi? Bu kadar kanlı katliamların salt “seçim” kazanmak için yapıldığını sanan kişi, devlet hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir. Bu katliamlar “çözüm sürecini” bitirmek, Kürt özgürlük hareketine karşı imha amaçlı savaşı başlatmak, Rojava’ya saldırmak, Güney Kürdistan’ı işgal etmek için yapıldı. Bunları yapabilmek için iktidarı korumak gerekiyordu ve bu da gerçekleşti.  

Çünkü AKP Arap Baharıyla birlikte yeltendiği “Ortadoğu’da hegemonya savaşında” yenilmişti, Batıyla arasındaki ittifak bozulmuştu ve artık Ergenekon’la ve MHP’yle ittifaka yönelmişti. 

Bugün rejim ekonomik krizle temelinden sarsılıyor, dünyada yalnızlaşmıştır, Rusya ve Amerika arasında sıkışmıştır. Ve iktidar ülke içinde PKK'nin silahlı askeri hedeflere yönelik eylemlerinden korkuyor, çünkü PKK'yi "bitirdim" diyerek seçimleri kazanmak istiyor.

Onun ihtiyacı "PKK eylemleri" değil, ya Rojava'da bir iki kasabayı ele geçirerek, ya da Yunan adaları arasından keçilerin otladığı bir taşlığa bir Yunan gemisiyle borda bordaya gelip Türk bayrağı çekerek "zafer" kazanmaktır.

Sözünü ettiğim iki yazar bunları benden daha iyi biliyor ve analiz ediyor. Şurası çok açık: Bütün bu hatırlattığım katliamlar Mersin eyleminden farklı olarak, istisnasız sivilleri hedef almıştır ve devlet provokasyonlarıdır. Ve devlet bütün bu katliamları yapmak için tek bir PKK eylemini bahane bile etmemiştir. Kendisi katliamları planlamış, bahaneleri bizzat yaratmış ve uygulamıştır. 

Neden şimdi “Mersin eylemine” ihtiyaç duysun ve iki yazar neden “Mersin eyleminden” böyle akıl almaz sonuçlar çıkarsın ve paniğe kapılsın? 

Devlet eğer seçim kazanmak istiyorsa, PKK’nin tek bir mermi yakmasına bile ihtiyaç duymayacaktır, kendisi bırakalım şarjörleri, Kırıkkale fabrikasının bütün mermilerini halkın yüreğine sıkmakta tereddüt bile etmeyecektir.  

O halde yazarlarımızın “Mersin eylemi”nden değil, devletin 15 Temmuz’da kendi ordusuna karşı yaptığı darbeden ve Erdoğan'ın şu sırada kah Rojava'ya, kah Yunanistan'a "bir gece ansızın gelebiliriz" güftesinden sonuç çıkartması daha doğru olur. 

Şöyle bir soru benim aklıma geliyor: Faşist rejim Zap’ta yenilirse mi yıkılır, yoksa seçimde yenilirse mi? 

Her iki yazar Haziran seçiminde yenildiği halde yenilmeyen faşizmin Zap’ta yenilirse yenilmiş olacağını nasıl anlamaz ve HDP MYK’sının bildirisiyle sonuçlanan tartışmayı yeniden alevlendirmenin AKP’yi seçim zaferine taşıyacağını nasıl kavrayamaz?  Ve bizim "kardeşler, bırakın savaşın sınırsız sonuçlarıyla oyalanmayı, onları doğuran sebebe, yani savaşa odaklanın" dememizi nasıl anlayamaz?

Onları yazılarından tanımasam, gülüp geçeceğim de, ne yazık ki her yazdıklarını okuyorum ve sonraki yazılarını merakla bekliyorum.  

Şimdi endişeyle bekleyeceğim.  

Durun ve düşünün.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.