Irkçılık ve Peynir Kokusu

Abdurrahman AYDIN yazdı —

Türklük Sözleşmesinin bir parçası olmadığını sonradan öğrendiğim biriyle, bir süre önce, tatsız bir münakaşa geçti aramızda. Göstergesel bir değeri olmasa üzerinde durmazdım; fakat bu tatsızlık sırasında devreye giren retorik uzun uzun düşündürdü beni. Muhatabım Adıyamanlı oluşuma vurgu yaparak “Apocu çocuklara” filozofluk taslamamı, kendisinin bunu yemeyeceğini, Abuzerliğin kokusunun çıkmayacağını söylüyor; bir Adıyamanlı olarak benim de Abuzer olduğumu belirtiyor, ‘kokumdan’ tanınabilir olduğumu ima ediyordu. Ona göre ben bir sahtekârdım, “Apocu çocuklar” diye küçümsemeye çalıştığı insanlar da aptal olmalıydı ki onun bu gördüğünü onlar göremiyorlardı. Herkesi birden aşağılamaya çalışan bir retorik bu. Kişisel boyutu gerçekten üzerinde durmaya değmez, fakat böyle bir retoriğin bir Türk olmayan birinde bile çalışabiliyor olması gerçekten düşündürüyor insanı. Bunun ırkçılıkla ve erkeklikle doğrudan bir ilişkisi var elbette. Irkçılığın en berbat biçimlerine bile maruz kalsa insan, en nihayetinde kendi duygu durumlarını adlandırmak için ‘iktidarın dilini’ devreye sokmaktan çekinmeyebiliyor. Hatta zaten belki de temel ve köklü sorun, çoğu zaman insanların elinde bundan başka bir dilin olmayışıdır. Yani Feyzullah Çınar’ın muhteşem ifadeleriyle, “İki dinli şu cahilin sözleri / Durdukça kar etti cana sonradan.” Çünkü kendisiyle ilgili bir durum yok ortada; kendisi diye bir şey yok; nesnel olarak onun yerine işleyen bir ‘iktidar söylemi’ var ortada.

Bu dilin pespayeliği üzerinde durmalı biraz. Yapısal bakımdan neye benziyor örneğin? Bunun simgesel ekonomisi erkekler arası bir altta kalmama ekonomisine dayanıyor. Bu varsayım üzerinden alçak bir çatışmaya çekmeye çalışıyor insanı. Daha “Apocu çocuklar” dediği anda, bu türlü bir çatışmaya girmek, onun ve benim “Apocu çocukları” kendimizden küçük görerek onların üzerine çıkmamız; onların üzerine inşa edilmiş bir ringde dövüşmemiz anlamına gelecek. Yani eril, erkekçe bir altta kalmama refleksiyle geliştirilecek bir yanıtın harcayacağı kimseler belli bu ekonomide. Alçaklık da bu karşı karşıya getirme çabasından oluşuyor zaten. Sinsice bir şeyler var burada. Buradaki sinsilik, bütün bir modern Türkiye toplumunun simgesel koordinatlarına ilişkin bir şeyler söylüyor; göstergesel değer derken işaret etmeye çalıştığım şey de bu.

Irkçı mekanizmaların çalışmalarını çözümlemek bir dert, fakat bu mekanizmaların tuhaf taklitler yoluyla devralınmasıyla kişilik inşalarının ortaya çıkması bir başka dert. Örneğin Frantz Fanon’u bu kadar büyük bir düşünür kılan da bu tuhaf taklitlerin varlığını saptaması olmuştu. Beyazlaşma arzusunun tam da beyazlığa yönelik aşırı bir nefret söyleminin altına saklanabilir olduğunu da görmüştü Fanon; yoksa sanıldığı gibi, bu çarpık(laştırılmış) arzu dünyasına, bir ‘siyah özcülüğüyle’ yanıt geliştiriyor değildi. Siyah özcülüğünün bizzat kendisinin bir ‘beyazlaşma’ arzusu olduğunu ve sözde radikal bir söylemle bu beyazlaşma arzusunun maskelendiğini görmüştü. Sözde radikal söylemi, ‘sözde’ kılan şey, muhatabının ‘benzerler’ olmasıdır; çünkü beyazın ‘metafizik’ üstünlüğünü çok derinlerde bir yerlerde kabullenmiş bir özne gözlerini beyaza dikemez; ona bakamaz. Bu zayıflığın üzerini örtmenin en iyi yolu, ‘benzer’ addettiğine saldırmasıdır: O beyaz olmayı istemektedir! Arzu, başkasına isnat edilir; kişi kendi arzusunu ancak böyle bir yabancılaşma (bir bakıma yancılaşma) içerisinde görünür kılabilir, yani kendisine ait bir niteliği bir başkasına yükleyerek görünür kılar.

Irkçı mekanizmalarda derinin rengi bütün görünürlüğüyle (ve elbette simgesel görünmezliğiyle) oradadır ve bu nedenle ırkçı mekanizmaları, çoğunlukla görselliğin dünyasında düşünmeye eğilim gösteririz. Oysa biraz dikkatli bir bakış, en nihayetinde ‘bedene’ dair olan bir şeylere bedenin tüm duyularının dâhil edildiğini görecektir. Dokunmaktan tiksinme, cinselliğini aşağılama, yemek yeme adabından yoksun bulma… Ve elbette sömürgeli, siyah, yerli kötü kokar. Sokakları kötü kokar, evleri kötü kokar; hele de köylüyse her yere sinmiş peynir ve süt kokusuyla ayırt edilecektir altta kalmış olan. İnsan bedenini kuşatan simgesel envanterde beş duyunun beşiyle de aşağılanır siyah beden. Peki nasıl olur da Türkiye’nin bütün beyazlık envanterlerinden dışlanmış biri kişisel bir çatışmaya girer ve tam da bu metafizik üstünlük konumunu ele geçirmeye, elde tutmaya çalışan bir retoriğin öznesi olarak belirir? Elbette bunun öznesi olma işini ona bırakmaz ‘gerçek beyazlar’; fakat Fanon’un muhteşem ifadesiyle, “siyah, efendi taklidi yapmasına izin verilmiş köledir.” Çünkü tam da bu taklit, beyazın taklit edilmeye değer olduğu duygusunu pekiştirir. Bu denklemde metafizik üstünlük en nihayetinde ‘beyaz efendi’de kalır. Demek, siyahın bildiği tek aşağılama biçimi, kendisinin aşağılanmasına ilişkin deneyimidir; bunu bir başkasına yansıtmaktadır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.