Kutsal hayat
Abdurrahman AYDIN yazdı —
İnsan türünün insan oluş serüveninde en kritik dönümlerden birini kutsala ilişkin deneyim oluşturmaktadır. Öyle ki insan için mümkün bir dünyayı, yani ayrımlar edinmiş, homojen niteliğini yitirmiş bir mekânı mümkün kılan fark sistemi ancak kutsalın deneyimiyle harekete geçebilmiştir. Arkaik çağlarda, homojen bir mekânda bir öğeyi bir diğerinden farklı kılabilecek fazlalık ancak kutsalın o öğeye dokunuşuyla mümkündür. Mekândaki bir öğe bir kere farklılık edindikten sonra mekan artık bu fark doğrultusunda ve heterojen bir biçimde örgütlenebilir bir şey halini alır. Tam da oluşumuna damgasını vuran şey ‘kutsal’ olduğu için insan kutsal olmaksızın yapabilecek durumda değildir, hala. Örneğin Marx’ın meta fetişizmi olarak kodladığı olgu, bir kutsallık deneyiminin zaten hazırlamış olduğu bir soyut uzamın içerisine doğmuştur. Yine örneğin Walter Benjamin, tam da bu nedenle kapitalizmi bir din olarak, bir kült dini olarak kavramayı teklif etmişti yirminci yüzyılın ilk yarısında.
Dolayısıyla ‘kutsal’ı arkaik animizmden günümüz kapitalizmine doğru bir hat içerisinden kavramak da mümkün. Bu hat içerisinden okuduğumuzda tektanrıcı inanç sistemleri de birer ara durak olarak belireceklerdir. Bu türlü bir okuma yeryüzünün insan için mümkün kılan şeyin dinsellik olduğunu, fakat insanlığın gide gide dinselliği bizzat mümkün kıldığı şeye tabi kıldığını söyleyecektir. Çünkü mekândaki farkı yaratırken insanlar arasındaki eşitliği ve ayrıca insanın doğanın içinde bir varlık oluşunu (onun üstünde değil) garanti altına alırken, bir zaman sonra bu fark ilişkisi insanlar arasına taşınmış; doğa içindeki bir öğeyi başka öğelerden farklılaştıran kutsal dokunuş bu defa insanları birbirlerinden farklılaştırmaya hizmet etmeye başlamıştır. Bu nedenle, uzun evrim sürecinin başlarındaki değil de önümüzde bulduğumuz şekilleriyle dinler, bu halleriyle, Devletin ortaya çıkışıyla varoluşsal bir bağ içindedirler.
Kutsallık, dönemsel olarak neye tekabül ediyorsa onu tabulaştırarak dokunulmaz ve sorgulanmaz kılar. Çoğunlukla da ‘istisna’ durumları artık görmezden gelinemeyecek düzeye ulaştığında tabunun sorgulanırlığı başlar. Örneğin büyük doğal afetleri de ‘kötülük’ sorunu içerisinde değerlendirmeye eğilimli olan skolastik felsefe, devasa felaketler –özellikle de salgın hastalıklar– artık görmezden gelinemeyecek düzeylere eriştiğinde, Tanrı’nın nasıl olup da kötülüğü yaratmış olduğu sorusundan kaçamaz duruma gelmişlerdi. Kötülüğü Tanrı’nın yarattığını söylemek ‘mutlak iyilik’ olarak Tanrı kavramıyla çelişiyordu; yaratmadığını söylemek ise her şeyi yaratanın Tanrı olmadığını söylemekle aynı anlama geliyordu. Batı modernleşmesinin büyük veba salgınının hemen ertesinde ortaya çıkması bu bakımdan elbette tesadüf değildir.
Seküler ve modern dünyanın kutsallarından biri para ve özel mülkiyet ise bir diğeri de ‘insan hayatı’ olagelmiştir. Hatta öyle ki, Edward Said’in nefis sözcüğüyle ‘harcanabilirleri’ üreten de bu kutsallık envanteridir. Çünkü en nihayetinde kutsalın mantığı dokunduğu şeyi kutsal kılar ve bu dokunuş kimi insanlardan ‘esirgenmiş’ olabilir. İnsanın ve insan hayatının kutsallığı fikri, önce insanla doğa arasına, ardından da insanla insan arasına hiyerarşiler yerleştirmiştir. Bir gün Dersim’e misafir olduğumuzda, bizi misafir eden arkadaşım orada yaşanan şeylerin vahametini anlatmak üzere “Burada hayat kutsal mutsal değil” demişti. “Bilakis, hayat kutsal olduğu için bunlar yaşanıyor” demiştim ben de. Çünkü harcanabilir olanlar ile asla dokunulamaz olanlar arasındaki hiyerarşileri ancak ‘kutsalın’ ürettiği fark tesis edebilir. Fakat teorik itirazım saklı kalmak kaydıyla, onun söylediği şey de ‘hayatın kutsallığı’ tabusunun artık sorgulanmaya başladığına işaret ediyordu.
Yine ilk gençlik yıllarımdan bir arkadaşım, sonradan dağların yolunu tutan bir arkadaşım, amcası kendisine “Hayatını mahvediyorsun” diye çıkıştığında “Bu hayat denilen şeyi bu kadar da kutsallaştırmayın yahu!” yanıtını vermişti. Sonrasında, ikimiz baş başa kaldığımızda, “Aklıma takıldı şimdi; hayatı bu kutsallaştırmasa insanlar, belki ölüm de bu kadar kutsallaşan bir şey olmaz” demişti. Onca teorinin açmazının nasıl da birkaç cümleye sığabildiğinin şaşkınlığıyla hatırlıyorum şimdi bu anı. Bazıları belki de çok erken yakalıyorlar bazı şeyleri ya da bazı şeylere çok erken ‘yakalanıyorlar’. Harcanabilirliğe bir son vermeye dönük isyan, bizzat bu kategoriyi üreten kutsallık biçimlerine, tabularına da bir isyan değil midir?