Kendi oluşumunun paradoksuyla yüzleşmek
Abdurrahman AYDIN yazdı —
- Hıncın yüzü yaşamla ilgilenirken bile ölüme dönüktür. Buna karşılık öfke, ölümle yüz yüzeyken bile yüzünü yaşama döner, yaşamla ilgilenir. Hıncın şiddeti kör bir şiddettir.
Hınç ve öfke duygularının bir eleştirisini yapmak gerekiyor belki bir zamandır. Tabi ‘eleştiri’ denilince çoğunlukla aklımıza bir şeyleri olumsuzlama geliyor; fakat 18. yüzyıl Alman felsefesinin terime yüklediği başka bir anlam da mevcut: Sınırlarını belirlemek. Bu gelenek Hegel ve Marx üzerinden geçerek ‘eleştirel teori’ olarak bilinen Frankfurt Okulu çevresinde ve fenomenoloji tartışmaları içinde daha da incelmiş ve güçlenmiş haliyle doruğuna da varacaktır sonradan.
Sınırlarını belirlemek, bu bakımdan en azından ikili bir anlam edinmiş olarak karşımıza çıkar. İlk olarak bir şeyin nerede başlayıp nerede bittiğini saptamak anlamında belirir eleştiri. İkinci olarak da bir işlev ve potansiyel durumuna ilişkin belirlemeler yapmak ya da yapabilmek anlamını edinir. Bu ikinci durumda bir aygıt metaforu da devreye girer: Bu şey nasıl çalışıyor? Neleri yapabilir, neleri yapamaz? Ve hangi bağlamlarda çalışabilir? Asıl yaratıcılık bir makineyi ve yedek parçalarını tasarlamakta değil, hiç ilgisiz gibi görünen bir aygıtı asla çalışmayacağını düşündüğümüz bir sistem içerisinde çalıştırabilmektir aslında. Böylelikle hem aygıt dönüşür, hem de makine. Ve bu dönüşüm katı eleştirellikle değil, potansiyellere ve işlevlere odaklanarak mümkün olabilmektedir.
Katı eleştirelliğin ölçütü ve merkezi en nihayetinde kendisini evrenselliğin biricik merkezi olarak tahayyül eden bir ‘ben’ olduğu için, bu eleştirel biçimin üretimi de kendi karşıtı olarak gördüğü şeyin varoluş biçimine katkı sağlamaktan ibaret kalır. Çünkü bu karşıtlık, bu ikilik içerisinde oluşmuş bir ‘ben’ kendi varoluşuna istikrar sağlayabilmek için karşıtına göbekten bağlıdır. Ama öfkenin şiddeti bunun üzerini örter; bu haliyle öfke, insanın kendi oluşumunun paradoksuyla, yani karşıtı addettiğinin kendi varoluşunu mümkün kılan bir ‘işleve’ sahip olduğuyla yüzleşmesini engellediği için, bu özne kendi potansiyellerini de keşfedemez. Aynı metafora başvurursak, çalışmayan makinesi için yedek parça arar durur; hem makineyi hem de ona ekleyebileceği bambaşka bir ilaveyi çalıştırmak aklına gelmez. Kendi oluşumunun paradoksuyla yüz yüze gelemeyen bir özne, tam da çözüm bulunması gereken şeye, yani bu paradoksal oluşuma bir çözüm getirme perspektifinden yoksun kalır.
Öfke ile hınç arasındaki mesafe hem çok dar hem de çok geniştir. Hınç, çoğunlukla kendi psişik yapılanmalarımızdan türeyip gelen, kişiliğin temel oluşum düğümlerinde gizlenen bazı zayıf düşmüşlük durumlarının kabullenilememesiyle kendisini dışa vuran, yani bazı düğüm anlarında takılıp kalmış olmakla açıklanabilecek bir duygudur. Öz eleştiriden yoksundur. Bu nedenle hınç aslında kökensel bir hınç duygusunun tekrarları olarak belirir. Bir rakibi ve bu rakibe yönelik olarak aynı anda hem hayranlığı hem de hasedi ve nefreti varsayar hınç duygusu. Böylelikle gerçek bir adresi yoktur hıncın. Bilincin dışında kalmış kökensel hınçları öyle ya da böyle çağıran ya da hatırlatan her durumda devreye girebilir. Hınçla öfkeyi karıştırmamak bu nedenle önemlidir. Çünkü hınca bağlılık, şu ya da bu şekilde, o kabullenilememiş zayıflığa bağlı kalmayı sürdürmek anlamına gelmektedir.
Hıncın yüzü yaşamla ilgilenirken bile ölüme dönüktür. Buna karşılık öfke, ölümle yüz yüzeyken bile yüzünü yaşama döner, yaşamla ilgilenir. Hıncın şiddeti kör bir şiddettir; daha doğru ifade şöyle olur: Şiddetin hıncı! Hınç yalnızca kendisini ortaya koyar, dönüştürücü bir güçten yoksundur. Çünkü verdiği zehirli tatmin duygusu, kökensel zayıflığını kabullenememe halinin telafisi olarak iş görür. Böylelikle hıncın öznesi, aslında o ilk kaybı sürekli yeniden deneyimleyen ve her seferinde sanki ilk kez bunu yaşıyormuşçasına kaybetmemeye odaklanan, yani kaybetmişliğini kaybetmemeye odaklanan bir öznedir. Bu nedenle kaybetmemeye dönük her yeni girişimi içinde temel kaybetmişliğini muhafaza etmeye çalışan paradoksal bir özne söz konusudur burada.
Öfke, bu paradoksla yüzleşebildiğimizde sahne alan duygudur. Hınç melankoliktir; öfke iyileştiricidir. Hınç insanı sürekli tekrar eden bir kökensel duruma kilitler; öfke bunun oluşturduğu yapıyı parçalar. Hınç, ölüme dönük bir yaşamı süreklileştirirken öfke ölümün sınırlarında gezinirken bile yaşamın kendisini esas alır. Hınç kendisinin olmayan bir borcu yüklenmiş insanın duygusudur; öfke boş yere hamallığı yapılmış bir tokadın sahibine iade edilmesidir. Hınç, daimi bir faiz ödemek gibidir; öfke ise negatif borcun sahibine iadesidir. Hıncın mantığı sermayenin ve paranın mantığına göbekten bağlıyken öfke tam da bu mantık tarafından oluşturulmuş olduğumuzla yüz yüze gelerek, bize yapılanların hesabını sormaya yol açar. Hınç, muhatabını geçerli hale getirirken, öfke kendini geçerli kılmanın yolunu açar.