Proust, hafıza, züppe kişilik
Abdurrahman AYDIN yazdı —
- Proust’un romanının dört ana temasının züppelik, kıskançlık, zaman ve sanat olduğunu hatırlatmalıyım elbette. Züppelik ise görünümünü büyük oranda geleneksel olan ile modern olan arasındaki çatışmada bulur; açık bir çatışma değildir bu, göstergeler arasındaki örtük bir çatışmadır.
Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanı genellikle bir hafıza ve deneyim paradigması içerisinden yorumlanagelmiştir. Buna göre, romanda, orta yaşlı bir adam, kendi geçmişini özel bir tarzda hatırlama noktasına nasıl geldiğini anlatmaktadır. Romanın ana gövdesi, anlatıcının ilk çocukluğundan başlayıp ergenliğinden ve gençliğinden geçerek romanı yazmaya başladığı olgunluğuna ulaşan bu hatıralardan oluşuyor. Böylelikle anlatıcının yaşam hikâyesi boyunca uzanan çizgi, onun nasıl da kitabın yazarı olacağı sorusu olarak beliriyor. Romanın nasıl yazıldığıyla ilgili kurgu içindeki bu kurgu içinde özel türde bir deneyim kilit bir rol oynuyor. Anlatıcı, kendi iradesiyle geçmişten bir şeyler hatırlamaya çalışmasından çok daha güçlü bir biçimde onu doğrudan geçmişe götüren bir dizi ani hafıza parlaması yaşıyor.
Proust bu türlü hafızaya “istemsiz hafıza” adını veriyor. İstemsiz hafıza, anlatıcının kendi yaşamına özel ve ayrıcalıklı bir erişim içinde olmasını sağlıyor gibidir bir bakıma. Elbette yanlış değildir bu yorum; hatta çok özel ve sistematik bir yıkım içeren “hafıza politikalarıyla” karşı karşıya bırakılmış toplumlar için hem Proust’un hem de bu türlü bir yorumun ne kadar verimli olabileceği de açık. Bu yıkıma karşı yıkıntıyı sahiplenebilme imkânı verir bu türlü bir yorum. Üstelik yıkım politikasının uygulayıcılarının düz-çizgisel zaman ve hatırlama rejimlerine de teslim olmamanın imkânlarını barındırır. Ama bir şeylere ‘özel ve ayrıcalıklı’ bir erişim fikri ve duygusu da neresinden tutarsak tutalım, modern toplumla ve modern devletle malûl bir nitelik arz eder. Bu biraz Proust’u da asla niyet etmediği bir ‘kadir-i mutlak yazar’ konumuna itmek anlamına geliyor. Yani bu ayrıcalıklılık fikri ve duygusu, en nihayetinde herkesin ‘züppe’ olduğu ama bu yorumu getirenin Proust’la ‘ruh kardeşi’ olduğu ve züppelerden farklı olduğu duygusunun konformizminden başka bir şey üretmeyecektir.
Bu örtük ayrıcalıklılık talebinin öznesine alternatif bir özne geliştirme arayışı içindeki Deleuze’ün geleneksel Proust yorumlarına itirazı da bu düz-çizgisellikle ilgilidir. Ona göre Proust’un romanda tertiplediği hafıza, zamanı çizgisel olmayan bir şekilde kavrama becerisiyle ilgilidir. Karakterleri hayatlarının farklı noktalarında ve farklı bakış açıları altında göstererek Proust geleneksel anlatısal süreklilik ilkesiyle bağlarını koparmaktadır. Deleuze bu süreksizlik ilkesini zamansal karmaşıklığın bir sunuluşu olarak okur. Böylelikle bir ömrün zamanı çizgisel ve ardıl değildir; farklı gelişim çizgileri ve bir kişiliğin farklı veçheleri daima bir arada vardırlar. Bunlar kişinin içinde ‘karmaşık’ ve ‘katlanmış’ bir halde bulunurlar. Bu çizgisel olmayan zamansallık hafızanın iç gözlemsel temsillerinden ve tasarımlarından türetilmediği gibi anlatıcının çerçeve anlatı içindeki deneyimlerinden de türetilmez. Aksine roman, zamanın düzenini anlayabilmesi için anlatıcının bir çıraklığın içinden geçmek zorunda olduğunu vurgular.
Proust’un romanının dört ana temasının züppelik, kıskançlık, zaman ve sanat olduğunu hatırlatmalıyım elbette. Züppelik ise görünümünü büyük oranda geleneksel olan ile modern olan arasındaki çatışmada bulur; açık bir çatışma değildir bu, göstergeler arasındaki örtük bir çatışmadır. Karşıtıyla bulur anlamını biraz: Aristokrasinin kalmadığı bir çağda hala aristokratmış gibi davranmaya çalışan kimselerdir züppenin karşıtı. Züppenin bir atası varsa, o da “Benim soyum benimle başlar” diyen Bonaparte’tır. Züppelik bir metafizik hastalıktır ve çok hızlı yayılır. Klasik Marksist düşünceye referansla söylersem, modern dünyada belirmiş olan bütün devrimci imkânları köpürterek kendinde toplayıp sonra bu köpüğü söndüren gösterişli ama boş bir balondur. Çünkü züppe kişi kendisini usta olarak öne sürmeyi sever; çıraklığı asla yakıştırmaz kendisine. Bu nedenle gerçekte sahip olmadığı bir deneyime sahipmişçesine konuşur. Bu hem başkalarının deneyimlerine el koymayı, bu deneyimleri gasp etmeyi içerir; hem de doğrusu bireysel düzeyde ancak ‘hayranlarla’ beslenebilen bir tür umursamazlığı ve sorumsuzluğu.
Tarihsel olarak burjuva ruhun ortaya çıkışından beslenen züppe karakter hem deneyimlere el koyma becerisine sahip olmak istemekte, hem de aristokrasi gibi ‘geçmişte’ kalmış, modası geçmiş şeylerle bağını koparmak istemektedir. Bütün bu deneyim alanını dönüp dolaşıp düz-çizgisel bir zaman görüşünün ve hafıza rejiminin dünyasına teslim etmekte beis görmemektedir. Öyle ya, herkesten farklıdır en nihayetinde! Beyazlar arasında siyahlar hakkında farklı düşünen bir beyaz, siyahlar arasında ise aralarındaki ayrımları öne çıkaran bir beyaz maske… Maddi ekonomide rant vardır da simgesel ekonomide yok mudur sanki?