Yapabilir olmak

Abdurrahman AYDIN yazdı —

  • Irkçılık bir karşılaşmadan doğmaz; zaten vardır ve kendisini karşılaşmalarda açığa vurur ya da pratiğe döker.

Kendi adıma Mavi Anadolucuların sözcüğün özel bir anlamında karşıtı olarak gördüğüm Gülten Akın, insanın gücünü başkasında sınaması halini, kendi yaş almışlığıyla da ilişkilendirerek ama insanı tokatlamadan, bütün nezaketiyle şöyle ifade ediyordu: “Yaşlılık / Dev mi oldular, başkaları / Üstüne üstüne gelip korkusuz / Güçlerini deniyorlar.” Suç ve ceza dağıtan bir yargıç gibi değil de değişebilir olmaya çağıran, bir daveti olan bir yalvaç gibi…
Fakat zaman yol aldı. Gülten Akın’ın 2003’teki sitemini ve çağrısını, insanı büyüleyen bir karakter olgunluğu içeren bu çağrısını bile çocuksu, naif (hatta neredeyse arkaik) gösterecek kadar acımasız zamanlardan geçtik, geçiyoruz. Güçlerini deneyenler aşırı çoğaldılar; kendi güçlerini sergileyebilir olmanın zevkiyle, savaşın ürettiği ve toplumun her yanına yayılan bir pornografik imgelemin zevk fazlasıyla, bu fazlalıkta cemaatleşerek, bu fazlalığın kurduğu bir topluluk olarak, kimi zayıf görse gücünü onda deneyenlerin, onda gösterenlerin çoğalması bu. Lacan ‘erkek’ kimliğinin oluşumunda bir tür kastrasyon korkusuyla geri çekilmenin iş başında olduğunu söylüyordu. ‘Erkek’, bu geriye çekilme yoluyla feragat ettiği şeyi sahipmiş gibi davranmaya başlardı bundan böyle. Yani bu ‘erkeğin’ bütün yapıp etmeleri, sahip olmak zorunda olduğunu zannettiği şeye gerçekte sahip olamayışına verilmiş sembolik yanıtlar olarak görülebilir. Sürekli o temel şeyden yoksun olmadığını ispatlamak üzere seferler düzenleyen bir erkeklik biçimi… Bugün Türkiye’de yaşadığımız, tanıklık ettiğimiz her şeye pornografik niteliğini veren de erkekliğin bu simgesel ikame arayışından başka bir şey değil. Yazık o erkekliğe ki sürekli yeniden erkek olduğunu kanıtlamak zorunda! Acınası tarafı, sürekli kanıtlamak zorunda olmanın kendisinin zaten bizzat bir yoksunluğa işaret ediyor olmasından geliyor. Yeterince erkek olamadıkları için sürekli erkeklik gösterileri düzenleyen erkekler!
Bunlar, şimdilerde güçlerini göçmenler üzerinde deniyorlar. 14-15 yaşlarında göçmen çocuklarının öldürüldüğüne ilişkin haberler düşüyor sıklıkla önümüze. Hiçbir mantıksal izahatı yok; sadece yapabilir oldukları için yapıyor bunu katiller. Daha doğrusu yapabilir olduklarını hem kendilerine hem de başkalarına göstermek için… İlk bakışta münferit olaylarmış gibi görünüyorlar; fakat aslında derin ve sistematik bir ırkçılığın semptomları bunlar. Eğer bir kimseyi kendimden aşağı görüyorsam, sürekli ve yeniden benden aşağı oluşunu onun beyan etmesi gerekir; bu eksik erkekliği ancak bu beyan ayakta tutabilir çünkü. Dolayısıyla bu saldırganlıkların altında, o insanların kendilerinden aşağı, değersiz olduğu kabulü var. Bu kabulün alanını elbette çeşitli varsayımlar dolduruyor. Yani ötekiler hakkındaki fanteziler… Bu ötekilerin yalnızca hayatta kalmaya, çocuklarını, kendilerini hayatta tutmaya çalışıyor olabileceği pek gelmez aklına ırkçı zihnin. İlk evvela kendi yurtlarını terk etmiş oldukları için daha baştan suçludur bu göçmenler. Bunun bir adım sonrası ise “Size kucak açtık, haddinizi bilin”dir.
Fakat bu ırkçı tepkiler, göçmenlerle karşılaşıldığında açığa çıkan tepkiler değiller. Doğrusu bu ırkçı uzam zaten tesis edilmiş durumdaydı ve durumdadır. Göçmenler yalnızca bu anlam uzamına yerleştirilirler. Irkçılık bir karşılaşmadan doğmaz; zaten vardır ve kendisini karşılaşmalarda açığa vurur ya da pratiğe döker. Bu uzamın sembolik koordinatları konusunda elbette söylenecek çok şey var. Fakat hepsinin dönüp dolaşıp bağlandığı zemin yine de bir tür ‘yasallık’ zemini. Bu zemin hukukun da neden asla tamam, bütüncül bir nitelik edinemediğini de görünür kılıyor.
Egemenlik hiyerarşisi içinde, hukukun dışında duran ve ters yüz olmuş bir anlamlama düzeyinde birbiriyle çakışan iki figür vardır: İlkin istisna haline karar veren olarak egemenin kendisi ve ikinci olarak da insanlık kümesinin dışına atılmış olan, yani her türlü hukuksal statüsünden yoksun bırakılmış olan figür (Agamben’in deyimiyle homo sacer, yani kutsal insan). Egemen, herkesi karşısında hukukun dışındadır, yani hukuk onu ‘bağlamaz’. Homo sacer ise karşısında herkesin egemen kesildiği figürdür, yani hukuk onu da bağlamaz, ama tersinden. Kendisine her şeyin yapılabilir olduğu figürdür o. Öyle ya da böyle, bir egemenlik sistemi tarafından insan-altı kabul edilen ‘insanlar’ varsa ve egemenlik aslında bunlar üzerinde icra ediliyorsa, hukuk asla bütüncül ve özerk bir nitelik edinemez. Yine insanlar çoğunlukla yasayla değil, yasanın ihlalinin çok özel bir biçimiyle özdeşleştirirler kendilerini. Bu hikâyenin Türkiye’deki seyrini zaten biliyoruz. Şimdi bu yasallık zemininin oluşturduğu uzama göçmenler de yerleşiyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.