Kışımın Güneşi’ne
Kadın Haberleri —

Saliha Viyan (Hêva Erebo)
- Büyük bir heyecanla onu görmek için yola düştüm. Bilge kadınlar gibi saçlarına aklar düşmüştü, Heyecanla yanıma geldi, kulağıma fısıldadı: “Bir yerde sevdiğin insanlarla yaşıyorsan, orası senin için en güzel yer olur.”
ÖZGÜR PAZARCIK
Kutsal kitaplarda ‘cennet’ olarak tabir edilen toprakların üzerinde, güneşi kutsal sayan çocuklar büyür ve Tanrıça kültürüne göre yetişirlermiş. Karla kaplı dağın ardından yükselen güneşin sıcaklığı gibi gülüşleri, karanlık geceyi aydınlatan ay ışığı gibi parlayan gözleri, dağlardan gelen menekşe kokusu gibi huzurlu bakışları… Aşkları uğruna ölümü, ölürken de aşkı büyüten ruhları varmış.
Güneşin en güzel doğduğu topraklarda yaşıyorlardı. Ülkelerinin adını ağızlarına almak bir yana, yüksek sesle haykırmak bile yasaktı. Anneler, çocuklarına kendi ülkelerini unutmaması için kimine Amed, kimine Botan, kimine de Efrîn adını verdiler. Katliam ve sürgünlere rağmen, özgür topraklarında doğacak güneşi görme umudunu hiç yitirmediler. Onları zulümden kurtaracak olan yiğit evlatlarının gelmesi için yıldızlara ve güneşe dua ettiler.
Mezopotamya’nın mavi gökyüzü altında oturan yaşlı kadınlar ve ellerinde henüz kurumamış kınayla bekleyen gençler çok heyecanlı ve mutluydu. Bekleyiş, alın yazısından kaçmak için değil, elbette, daha güzel bir yaşam içindi. Anlatıcılar sevgisizliği, acıyı ve adaletsizliği anlatacaklar mıydı? Tüm çabaları, yaşamın toprağa gömülmüş parçalarını bulmak içindi. Kadınlar, gece gündüz demeden aşkla arıyorlardı, yarım kalan düşlerini gün ışığına çıkarmak için durmaksızın çalışıyorlardı. Yüzlerinde utangaç bir gülümseme vardı. İşte, bizim kentimizin kadınları böyleydi; kaçak gülümserlerdi. Gülüşleri, yasaklı bir yaşam tarzına karşı isyana davet gibiydi. Hüzünlü bakışlarla, yıldızlar kadar uzak dağlara bakınca, yürekleri huzurla dolardı.
Dağlara umut bağlamıştı
Dağlara umut bağlamak, ezberletilmiş bir mutluluktu. Köylü kızı, her sabah evin küçük penceresinin önüne oturur, dağların ardından doğan güneşe bakıp derin bir iç çekerdi. Rüzgârla gelen çiçek kokularını içine çeker, kalbinde sakladığı hayalleri güzelleştirir ve büyütürdü. Uzak dağlardan gelenlerin hediye ettiği kurutulmuş çiçeği, kalbinin üzerindeki yırtık yeleğin cebinde saklardı. Zamanının çoğunu, merak ettiği soruları soracak, yüreğini açacak bir anlatıcıyı ya da bilgeleri beklemekle geçirirdi. Onlarla yürümeyi, ateş etrafında sohbet etmeyi, kitap okumayı ve onların üslubuyla konuşmayı heves ederdi. Ama hayalini kurduğu ve umut bağladığı insanlarla hiç karşılaşmadı. Tıpkı öykülerdeki kahramanlar gibi, onlara hayrandı.
‘Seni yalnız bırakacağım’
Bazen bir cesaret sözcüğü insanı ayağa kaldırır, karanlık zihinlere ışık olurdu. Tıpkı kozasından çıkmaya çalışan bir kelebeğin güneşin ışıklarına kavuşması gibi… Köylü kızı, bir kelebek telaşıyla, kalın yün çorabını ayağına geçirdi, kefiyesini boynuna doladı, yırtık lastik ayakkabısını giydi. Annesinin karşısına geçti ve şöyle dedi: “Seni yalnız bırakacağım. Güzel bir yaşam, kadınların özgür ve güvende olduğu bir kentimiz olana dek geri dönmeyeceğim.”
Kalbinin üzerinde sakladığı çiçeğin yetiştiği diyarlara doğru yola çıktı. Dereleri geçti, nehirleri aştı, uzun patikalarda yürüdü. Yıllarca izini kaybettirdi. Ama verdiği sözü hiç unutmadı. Köylü kızı büyüdü; selvi boylu bir kadın oldu. Menekşe renkli gözleri, sevecen, naif bakışlarıyla ve yüzündeki kırışıklıkları gösteren sıcak gülüşüyle herkese moral verdiğini duydum. Siyah kıyafetli, uzun sakallı adamların kadınları köle pazarında sattığı, kentlerde silah seslerinin susmadığı bir dönemde, askeri yeşil kefiyesini boynuna dolamış, cesaret veren bakışlarla doğduğu topraklarına geri dönmüştü. Hayal kuran değil, umut dağıtan biri olarak tüm kadınları özgürlüğe davet ediyordu.
Onu görmek için büyük bir heyecanla yola düştüm. Kerpiç bir evin önünde, yaşlı kadınlarla konuşuyordu. Kadınları tek tek öptü ve dedi ki: “Evet, çok zorluk çektik, çok yoldaşımız şehit oldu. Ama artık bizler, bu kenti, yani tüm Rojava’yı özgür kadınlar olarak inşa edeceğiz ve savunacağız.” Bilge kadınlar gibi saçlarına aklar düşmüştü, biraz da kilo almıştı. Heyecanla yanıma geldi, kulağıma fısıldadı: “Bir yerde sevdiğin insanlarla yaşıyorsan, orası senin için en güzel yer olur. Kadınların olduğu her yer bizim ülkemizdir.”
Kurumuş çiçeğiyle gitti
Yakında Reqa’ya gitmek istediğini söyledi. Kadınları örgütlemek için yerinde durmazdı; fedakâr ve emektar biriydi. Sıcak bir taşın üstüne düşen bir su damlası gibi içime bir şüphe düştü. Sanki yarım kalan sözleri, sohbetleri ve anıları yine yarım kalacaktı. Hele de çok istediği, Fırat Nehri kenarında oturup közde demlenmiş çay eşliğinde güneşin doğuşunu izlemeye… Zaten hep yarım bıraktığımız yerden devam etmiyor muyduk hayata? Ayrılırken sıkı sıkı sarıldı, gözlerimin içine uzunca baktı. Kalbinin üzerindeki cebinde sakladığı zarfı çıkardı ve kısık bir sesle, “Kurumuş çiçek neredeyse, ben de oradayım” dedi.
Tuhaf bir şekilde yüzümün tek tarafını öptü. Şaşırdım. “Niye?” diye sordum. Gülümsedi: “Diğer tarafı da dönünce öperim.” Çaktırmadan ümit verdi. Gözlerim yaşla doldu. Sözler boğazıma düğümlendi. Sustukça birikiyordu. Dönüp tekrar sarılmak isterdim. Çünkü burada, çantasını sırtlayıp gidenler, geri dönmeyebilirdi. Soğuk kış günlerinde doğan güneşin sıcaklığı gibi kalbi ısıtan gülüşü ve ruhu iyileştiren sohbetine özlem duyduğum ve anılarına sığındığım bir zaman diliminde gönderdiği bir kartta şunları yazmıştı: "Güler yüzlü, Özgür arkadaşım. Seni hatırlıyor ve özlüyoruz. Bu küçük kartı sana, bunu bil diye gönderiyorum. Keşke daha fazla imkânımız olsaydı da sana daha güzel şeyler gönderebilseydik. Heval Özgür, kısa ama çok güzel günler geçirdik birlikte. Şimdiden hep o anılarla yaşıyoruz. Hep güzel günleri yaşaman dileğiyle, gözlerinden öpüyorum. Unutma, güldüğün kadar mutlu olmayı hak ediyorsun!"
Güneşin kızı Saliha
Onun kokusunun sindiği kurumuş çiçeği her elime aldığımda, içimdeki hasret daha da büyürdü. Seni özlemek, bir kışın baharı beklemesi gibiydi. Seni düşünmek, ruhun acısına şifa olmaktı. Seni hatırlamak, yüreğimde gülüşünü saklamaktı. Hasretle büyüttüğün sevgi, kalbimde aşka dönüşürdü.
Çünkü hasret, gidenin değil; kalanın hüznüydü.
Bir şairin dediği gibi: "Meğer ne çok yanarmış canı insanın, baktığı yerde göremeyince görmek istediğini." Bir ırmağın denize kavuşması gibi coşkuyla güneşe doğru yürüdü. Mevsimler geçti. Soğuk bir kış günü süzülen kar tanesi gibi toprağına kavuştu. Güneşin kızı Saliha, annesine verdiği sözü tuttu. Ömrünün 25 yılını halkı için mücadele ederek geçirdi. Ve annesi, her Rojava’da dalgalanan YPJ bayrağını gördüğünde, dağların rüzgârı kadar güçlü, ama bir o kadar da derin bir gurur ve onur duydu.