Sanatı çöz, parçala, yönet!

Dosya Haberleri —

Adnan Gerger/Foto: Mehmet Özer

Adnan Gerger/Foto: Mehmet Özer

Türkiye'deki kültür ve sanat alanlarındaki baskı ve yasaklamaları gazeteci-yazar Adnan Gerger ile konuştuk.

  • Ellerinden gelen tek şey, yasaklamak. Ama tarihin her döneminde sıkça görülen bu tavrın hiçbir işe yaramadığını, yaramayacağını da görüyorlar. Sanat ve kültürü de propaganda aracı olarak kullanmak için girişimlerde bulunuyorlar. 
  • Son dönemde kendi siyasi düşünceleri ekseninde çok sayıda ve çok büyük parasal olanaklarla kurulan yayınevleri başta olmak üzere sanatın her alanında sözüm ona sanatsal etkinlikler ve faaliyetleri gerçekleştirmek için kurumsallaşmaya çalıştılar. Yine de başaramadılar.
  • Kürt sanatına yönelik baskıların her geçen gün artmasının nedeni özgürlükçü, demokratik sanat edimlerinin kendini daha da geliştirerek geniş kitlelere ulaşması... Ancak Kürtçe ve Kürt sanatı her türlü siyasi baskıları da aşarak kendini geliştiriyor.

MIHEME PORGEBOL

AKP'li Türk Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 2017 yılında, "Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var" sözlerinin ardından Türkiye'de kültür ve sanat alanlarında baskı ve yasaklamalar da arttı. Zaten kuruluşundan bu yana bu alanları zapturapt altına almaya çalışan devlet, AKP-MHP iktidarının faşist-popülist politikalarıyla kültürel iktidarını tesis etmek için tek bildiği yola başvurdu: Yasaklama. 

Yasaklamaların çoğu Kürt sanatçıların üretimlerine dönükken Rum ve Ermeni sanatçılar da yasaklananlar arasına girdi. Yasaklamalar cumhuriyet tarihi boyunca süregelenin aksine 2017 yılından itibaren seküler ve muhalif Türk sanatçılara da uygulanmaya başlandı. Bu da sanat çevreleri tarafından Sünni, Türk ve erkek iktidarın kültürel alandaki hegemonya hevesinin sonucu olarak yorumlandı. Çoğunlukla tiyatro ve müzik alanlarında beliren yasaklamalardan resim, çağdaş sanat, dans ve edebiyat da payını alıyor. Özellikle Kürtçe tiyatro ve müzik etkinlikleri Türkiye'nin neredeyse her kentinde yasaklanırken son olarak Amed Şehir Tiyatrosu'nun Moliere'den uyarlayarak sahneye taşıdığı Tartuffe adlı tiyatro oyununun Adana ve Mersin gösterimleri bu şehirlerin valilikleri tarafından "kamu güvenliği" bahane edilerek yasaklandı. Öte yandan pandemi bahane edilerek yaklaşık 2 yıldır ülkede süren müzik yasaklarına karşı 1134 müzisyen ortak bir açıklama yaparak “Müzik Susturulamaz, Müzisyenler Susmaz” dedi. 

Biz de yasaklarla Türkiye'deki sosyal yaşamı gittikçe hapis hayatına çeviren yasak ve sansür uygulamalarını gazeteci-yazar Adnan Gerger'le konuştuk. 

Bildiğiniz üzere Türkiye'de sanat ve kültür alanında gittikçe artan bir dozda yasak ve sansür uygulamaları getiriliyor. Bu yasaklar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her şeyden önce insanın, insan olabilmenin özelliği, insanın temel hak ve özgürlüğünü savunmaktan geçtiğini vurgulamak istiyorum. Nitekim Türkiye’deki siyasi yönetim bu söylemi savunarak iktidara geldi. Biliyorsunuz, “Mahalle Baskısı var. Demokratik haklarımız ellerimizden alınıyor. Mağduruz…” diye diye siyaset yaptılar. Ama kendileri ne yaptı? Yavaş yavaş kendi siyasi düşünce biçimini önce devlet kadrolarına yerleştirdiler, bunu tamamlamış olacaklar ki şimdi de insanların yaşam biçimleri üzerinde bu dayatmayı açıkça uygulamaya kalkıyorlar. Sadece kültürel ve sanatsal etkinlikler yasaklanmıyor. Siyasi iktidarın dayattığı yaşam biçiminden başka tüm yaşam biçimlerine de müdahale var. Daha geçenlerde Eskişehir’de parkta yoga yapan kadınlar engellendi. Gece müzik yasağı bir anlamda sürüyor. Onca itirazlardan sonra yasak saat 12.00’den saat 01.00’e çekildi. Buna benzer örnekler o kadar çok ki. 

Sizce bu yasaklamalarla ne yapılmak isteniyor?

Açık konuşmak gerek bu yasaklar her şeyden önce insan temel ve hak özgürlüklerini askıya alan, onları hiçe sayan yasaklardır. Bu yasakların başka hiçbir gerekçesi yoktur. İşin gözden kaçırılmaması gereken bir başka boyutu daha var. O da şu. Bu yasaklarla ilgili İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun çok ilginç bir açıklaması oldu. Soylu, "Şimdi son günlerde 'İşte sanatçılara engel konuluyor.' Bu olan olaylar benim dışımda bir kere" dedi. Bakın bu açıklama, yasak kararlarının ne kadar vahim olduğunu da gösteriyor. Demek istediğim buradaki tehlike yasaklar değil, altta yatan zihniyetin ülkeye başka başka yollardan dayatılması. Bence bu durum, yasaklar kadar üzerinde düşünülmesi gereken ve dikkat çeken bir konu.

Adnan Gerger/Foto: Mehmet Özer

Tayyip Erdoğan da 2017 yılında "Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var" demişti. Etkinlik yasaklarının bununla da ilgisi var mı öyleyse?

Bu sorunuz o kadar önemli ki... Türkiye’de siyasal yaşamın mihenk taşı diyebilirim ve üzerinde çok konuşulacak bir konu olduğunu da vurgulamak isterim. Ben yanıtıma döneyim. Fransız Filozof Louis Althusser, hegemonik yani baskıcı devletlerde, devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının olduğunu söyler. Baskıcı aygıtı, kamu alanındaki siyasi yönetim, ordu, polis, mahkemeler gibi örgütlenmesidir. İdeolojik aygıtları ise din, öğretim, aile, hukuk, siyasal sistem, dernek, sendika, sivil toplum kuruluşları, medya ve kültürden oluşan özce insanın yaşam ve düşünce biçimlerini belirleyen özel alanlardır. Türkiye’de siyasi yönetimler devletle özdeşleştiği için hele son dönem siyasi yapının ayrıca özel olarak devletleşme çabası içinde olduğu için ideolojik aygıtları da yönetme ve kendi düşünceleri doğrultusunda yaratımlar istiyorlar. Bir nevi sanat ve kültürü de propaganda aracı olarak kullanmak için de girişimler de bulunuyorlar. 

Ben, 2017 yılındaki açıklamayı böyle okumuştum. Bu şu anlama geliyordu, biz diğer yaşamsal ve kamusal alanda düşündüklerimizi gerçekleştirdik, bir tek sosyal ve kültürel alanda iktidarımızı sağlayamadık. Doğruydu. Ne yaptılarsa sağlayamadılar. Çok büyük zorluklarla yayımcılık yapan bazı yayınevi sahiplerinin bir toplantısına katıldığımda, aralarında piyasaya hakim ve belli başlı yayınevlerine nasıl oluk oluk para akıtıldığını öğrendim. Son dönemde kendi siyasi düşünceleri ekseninde çok sayıda ve çok büyük parasal olanaklarla kurulan yayınevleri başta olmak üzere sanatın her alanında sözüm ona sanatsal etkinlikler ve faaliyetleri gerçekleştirmek için kurumsallaşmaya çalıştılar. Yine de başaramadılar. Sinemada, tiyatroda, televizyonlarda, gazetelerde edebiyatta sanatın ve sosyal hayatın her alanında başarısız oldular. 

Düşünün ana akım medyayı ellerine geçirmelerine rağmen, onca televizyon, gazete vs. sahip olmalarına rağmen hala medyayı kısıtlamak, insanların düşünce ve ifade özgürlüklerini kısıtlamak için yeni yasa çıkartıyorlar. Neden bireysel söylemler bile onların milyonlarca para harcadıkları medya organlarından daha etkili oluyor ve gündeme oturuyor? Çünkü kültürel, sosyal ve sanatsal üretimler asla biatı kabul etmez, rızaya itiraz eder ve her şeyden önce kendisine sanatçı diyen kişi devletle işbirliği yapmaz. Onun, sosyal insanın ve sanatçının varlık nedeni her şeyden önce hayatı ve kendisini sorgulamasıdır. Şimdi düşünün. Bir yandan böyle olanaklarla sanatsal faaliyet yapıp da müthiş bir fiyasko var, diğer yandan kendi öz güçleriyle, sanatsal edimleriyle kitlelere ulaşan insanlar var. Dolayısıyla ellerinden gelen tek şey, yasaklamak. Ama tarihin her döneminde sıkça görülen bu tavrın hiçbir işe yaramadığını, yaramayacağını da görüyorlar.

Özellikle Kürtçe ve Kürt sanatına dönük ayrıca bir yasaklama eğilimi var. Türkiye'de Kürt kültür ve sanatı her zaman hedef halindeydi ancak iktidarların bugüne dek istediklerini elde edemediğini de söyleyebiliriz. Sizce bu yasakçı zihniyetteki ısrarın sebebi ne olabilir?

Şimdi biliyorsunuz her ne kadar sanat asla siyasi bir çözüm öneren argüman olmasa da yaşamı daha demokratik daha özgürlükçü ve insanca yaşam biçimini öneren argümanların farkına varmamızı, hayata bakış açımızın perspektifini sağlar. Sanat bize insan olduğumuzu ve insanca, özgürce yaşamamızın gerektiğini anlatır. Yani birey için siyasetten daha etkilidir. Aslında bu sorunun yanıtı da burada gizli… Yani özgürlükçü, demokratik sanat edimlerinin kendini daha da geliştirerek geniş kitlelere ulaşması... Kürtçe ve Kürt sanatına yönelik baskıların her geçen gün artmasının nedeni de budur. Kürtçe ve Kürt sanatına yönelik baskılar, her türlü siyasi baskıları da aşarak kendini geliştirerek ve hatta uluslararası sanat mecralarında kendini kabul ettirmesi de işte saydığım bu nedenlerden dolayıdır.  

Ayrıca başka bir şey daha var. Halkların sanatı özgün sanattır, dayatılarak yapılan sanattan daha üstündür ve daha kabul edilebilir, insanların üzerindeki etkisi açısından daha büyüktür. Dünyada bile artık saygın bir yere ulaştı. Kürtler giderek bilinçleniyor, bu sanatsal edimlerinden besleniyorlar ve daha da zenginleşiyorlar. Artık eskisi gibi kendilerine söylenen her şeye, hatta tüm kutsal değerlerin siyasal malzeme yapılmasına karşın inanmıyorlar. Kürt kültür ve sanat edimlerine yönelik yasakçı zihniyetin bilinçaltında yatan gerçeklik işte bu.

Benim de katıldığım bir görüş de sanatçıların kendilerine dönük bu yasaklamalara yeterince tepki veremediği yönünde. Belki bunun sebebi sanatçılar arasındaki örgütlenme eksikliği veya iktidarın yapabileceklerine dair endişelerdir. 

Siz sanatçıların yasaklara karşı nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bu durum hayatın diğer mecralarında olduğu gibi sanatçıların da en büyük sorunsallığı. İktidarın da istediği bu. Çöz, parçala ve yönet. Zaten Türkiye’deki siyasi yönetim bütün varlığını bu örgütsüzlük üzerinde yükseltiyor. Kendileri devletin gücüyle müthiş bir şekilde örgütlenirken itirazda bulunan herkese çeşitli baskı araçlarının yardımıyla da sindirmeye, korkutmaya ve dağıtmaya çalışıyorlar. Bu durum o kadar ilginç ki. Sanatçılar artık sokağa inmiyor. Ancak imza vererek seslerini duyuyorlar. Doğru, imza vermek de bir nevi örgütlenme ve itiraz sesini yükseltmektir. Ancak bu bile başarılamıyor. Çünkü imza bildirilerinin de işlevliği tartışmaya açık. Bildirilerde üç beş bildik sanatçının ya da yazarın reklamı yapılıyor ve iyi niyetle diğer imza verenler de bu kişilerin payandası olmaktan kurtulamıyor. Oysa sanatçı dediğin tarihin her döneminde ne olursa olsun özgürlükleri savunan kişidir. Özgürlükler de ancak örgütlenerek en iyi şekilde savunulabilir. 

Yasakların önüne geçilmez ve bu yasaklar artmaya devam ederse bizi bekleyen yarınlar nasıl olacak? Daha doğrusu; farklı tüm renklerin baskılandığı bir Türkiye'yi tarif edebilir misiniz?

Ben bu sorunuza, uzun yıllar bir medya emekçisi olarak ve hem de edebiyatçı kişiliğimle yanıt vermek istiyorum. Bizi daha karamsar, daha korkutucu daha kaotik günlerin beklediğini söyleyebilirim. Her şeyden önce Türkiye’de ekonomik alandaki bozuk düzen çarkının varlığı ve bunu gidermek için en küçük bir adımın dahi atılmadığını görmek gelecek günlerin bir işareti olarak yorumlanabilir. Bir yandan gitmemek için direnen ve direneceği bilinen bir siyasi iktidar var karşımızda, diğer yandan giderek toplumsal muhalefeti ve özgürlükçü bir yaşam biçimini savunan insanların kitlesel boyuta ulaşması ve artık resmen aç kalan ve aç kaldığını söylemekten korkmayan insanların sayısında her geçen gün artış olması... Bu çelişkiler siyasi yönetim üzerinde baskı oluşturuyor. Bu durum bile bir ülkenin geleceğine dair en iyimser düşünceyi yok saymaya yeter, artar bile. 

***

Dışlanmış bir edebiyat ürünü

Son romanınız ‘Tavhane Çocukları’ da böyle bir ortamda buluştu okuyucuyla. Romanınızın hikayesi Türkiye'de iktidarın karşısında nefret örgütleyerek beslendiği başka bir kesim olan göçmenler ve göçmen çocuklar üzerine kurulu. Şu ana kadarki sohbetimizle de ilintili olduğu için sormak istiyorum: Siz romanınızı bu açıdan nasıl tanımlarsınız?

Bu sorunuz için ayrıca teşekkür ederim. Baskı, sadece devlet tarafından da gelmiyor. İstediğiniz kadar nitelikli yazın, istediğiniz kadar yazın dünyasında kendinizi kabul ettirin ve emeğinizin kanıtlandığı bir isim olun Tavhane Çocukları romanı gibi minör bir edebiyatla yazılmış, yani yersiz ve yurtsuz bir edebiyata karşı bir tepki oluşuyor ve sizi görmezden geliyor. Çünkü bu kitap,  “Göç” sorununun sosyolojik boyutunu ve neden-sonuç ilişkisini irdeliyor. Evet, son yıllarda medyada daha görünür hale ve gündeme oturmasına karşın tarihsel süreç içerisinde her zaman yaşanan bir sorun. Ki bu sorun gerek Kürt coğrafyasında olsun gerek dünyanın diğer ülkelerinde olsun her zaman en önemli sorunlarından birisi. 

Ancak bu romanı gündemde diye yazmadım. Beş-altı yıl önce gazeteci olarak belgesel için saha çalışması yaparken yazmak istedim ve dört yıl önce de yazmaya başladım. Tavhane Çocukları romanımda bu sorunu çocuklar üzerinden kurdum. Kürt coğrafyasındaki bir köye karanlık mihraklarca yapılan baskından sonra göç etmek zorunda kalan iki Kürt çocuğuyla sınırın az ötesinde savaştan kaçan çocukların yazgılarının nasıl kesiştiğini anlattım. Bu romanı aslında şu anda Türkiye’de ana odaklarca kabul edilen edebiyatın dışında, diğer bir deyişle dışlanmış bir edebiyat ürünü olarak yazdığımı söylemek istiyorum. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.