Sinematik meziyet, edebi zafiyet

Kültür/Sanat Haberleri —

Dune

Dune

  • Dune, pandemi sonrası sinemaya dönüşün bir temsili haline geldi. Sunduğu sinematik atmosfer birçoklarını mest etti. Ama işin edebi boyutunun sinemaya ne ölçüde aktarılabildiğini sorguladığımızda, beklenmedik bir çuvallamayla karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. 
  • Film görsel ve işitsel unsurlarda ne kadar başarılıysa, hikayeyi kurma ve yürütme konusunda bir o kadar başarısız diyebiliriz. Kitabın önem verdiği birçok çatışmanın filmde yeterince gösterilmediği, hatta karakter motivasyonlarının her nedense yeterince işlenmediği göze çarpıyor. 

BİLGE AKSU

Salgının vurduğu alanlardan biri de sinema oldu. Halihazırda, 10 yıl kadar önce Netflix’in başı çektiği dijital ortamların, yıllar geçtikçe bir bir artma eğiliminde olduğu göze çarpıyordu. Türkiye de dahil, dünyanın birçok yerinde yerel ve evrensel dijital içerik yayıncılığı her yıl hızlanarak kendine alan açıyordu. Tam bunun üzerine, 2020 başlarında hayatımıza giren koronavirüs salgını da tuz biber oldu. Aniden kapanan ve aylarca açılmayan sinema salonları, post prodüksiyonu bile tamamlanmış birçok filmin gösteriminin ertelenmesine, bazılarının da gişede hayalkırıklığı yaşamasına sebep oldu. Bütün bu umutsuz atmosferi tersine çevirmeye aday filmlerin olduğu epey konuşuldu. Bunların en başında ise, yeni gösterime giren DUNE geliyordu.

Herbert’in muhteşem hayalgücü 
Frank Herbert’in altı kitaplık bu serisi, daha önce 1984 yılında David Lynch tarafından sinemaya aktarılmıştı. Daha doğrusu, aktarılmaya çalışılmıştı. Fakat izleyicilerin çoğu tarafından bu film hiç olmamış gibi davranıldı. Herbert’in muhteşem hayalgücünün eseri olan bu evreni sinemaya aktarmanın ne denli zor olacağını işaret etmek dışında, Lynch’in denemesi başka bir işe yaramadı. Aradan geçen otuz küsur yıldan sonra, kariyerinde birçok başarılı filmin bulunduğu Dennis Villenueve bir meydan okumayla karşımıza çıktığında, ben de dahil birçok sinema meraklısı, olacakları yakından takip etmeye başlamıştık. Çünkü Arrival gibi bir filmin altından oldukça başarıyla kalkan yönetmenin, bilimkurgu evrenine katacağı daha çok şeyin olduğundan neredeyse emindik.
Süreç ilerlerken, sosyal medyaya düşen bazı görüntülerden, oyuncuların seçimindeki titizlikten ve Villenueve’in Dune serisine duyduğu hayranlıktan ötürü giderek içimiz rahatladı. Tabii, aynı ölçüde beklentimiz de yükseldi. Herbert’in bu külliyatı, içeriğine baktığımız zaman, oldukça imgesel detayları incelikle işlemesiyle öne çıkıyor. Sıradan bir bilimkurgu/fantastik evreninde görebileceğimiz klişeler de mevcut, diğerlerinden ayrıştığı özgün yaklaşımlar da. Örneğin, uzak bir galakside, gezegenlerarası bir imparatorluğun ve onun altında barınan çeşitli hanedanların mücadelesini başka yapımlarda da görüyoruz. Ya da mesela, çöl gezegenindeki baharat kaynaklarının yağmalanıp seçilmiş bir zümreyi zengin kılması da başka yerlerde rastladığımız şeylerden.

 

Belirgin imge, sesler
Dune özelinde öne çıkan bazı ayrıntılar da mevcut ki, bu onu türdeşlerinden ayrı bir yere koyuyor. Bir kere, eserde öne çıkan en belirgin imge, sesler. Atreides’lerin leydisi Jessica’nın da mensubu olduğu Bene Gesserit topluluğu, bu galaktik evrendeki güçlerin neredeyse tamamından bağımsız bir inisiyatif grubu olarak öne çıkıyor ve eğitimlerinin büyük kısmı, sesleri silahlarına dönüştürebilmelerinde yatıyor. Jessica’nın, oğlu Paul’e verdiği eğitimlerde de gördüğümüz üzere, her ikisi de seslerini belli bir frekans aralığında kullanmak suretiyle, başkalarını hipnotize edebilecek kadar sıradışı güçlere sahip. Yine buna ek olarak, kitapta ayrıntısıyla verilen ortam seslerine hassasiyetleri ya da birbirleriyle iletişim kurarken konuşma dilinin dışına çıkabilmeleri de bu özellikleri arasında. 
Çöl gezegeninin asıl sakinleri olan Fremenler de sesleri hayati derecede önemseyen bir topluluk. Bu gezegenin en büyük tehdit unsuru olan çöl solucanları, genellikle kumların altında hareket edip duydukları titreşimlere doğru ilerleyen devasa canavarlar. Fremenler de buna önlem olarak, çöl yaşamının gündelik halini taklit eden bir yürüyüş geliştirmiş. Rüzgarın, kumların ya da başka çöl canlılarının sıradan yaşantısında duyulan organik sesleri taklit ettikleri bir yürüyüş bu. Adeta bir dans. Bunu yaparak çöl solucanlarının onların titreşimini duymasını engelleyip, istedikleri yerlere rahatça gidip gelebiliyorlar.
Dennis Villenueve bu işe kalkıştığında ben henüz kitabı okumamıştım. Haberi alınca kitabı okumaya karar verdim. Okudukça bu ayrıntıların filmde nasıl işleneceğini düşündüm hep. Çünkü yalnızca sesler değil, gerek bazı karakterlerin gerek bazı mekanların görsel tasarıma aktarılması da imkansıza yakın görünüyordu. Harkonnen’ların dükü Baron’un olağanüstü kilolarından ötürü tasarlanmış bir yürüme şekli vardı ve okuduğumda kafamda canlanan şey, tek kelimeyle absürttü. Ya da çöl solucanlarının yüzlerce metrelik boyutta tasvir edilmelerine rağmen, kumların altında seyahat etmelerinin görüntüsü de zorlayıcı bir eşik olacaktı. Fakat Villenueve bunların tamamının altından kalkmayı başararak, beni ve birçok meraklıyı tatminin de ötesinde bir duyguya sürükledi. Filmin görsel atmosferi de ses kurgusu da, tam hayal edildiği şekilde, belki de çok daha ötesinde bir başarıyla yerine getirilmişti. Hans Zimmer’ın soundtrack albümünün etkisi de bunda epey yer tutuyor elbette. Netice itibariyle, Dune filmi, kitabın sinematografik atmosferini muhteşem bir başarıyla perdeye aktarmış durumda.

Çöl savaşları
Gelelim işin edebi boyutuna. Herbert’in yarattığı bu evren, birçok bilimkurgu/fantastik eserinde gördüğümüz gibi, alegorilerin üst düzeyde olduğu bir evren. İmparatorluk, hanedanlar, doğal kaynakların sömürüsü, güç ve iktidar arzusu, para ve daha birçok ayrıntı bu alegorileri taşıyan bir iskelet konumunda. Çöl gezegeninin asıl sakinleri olan Fremenler ise, bu evrenin kurallarına uyumsuzluk gösteren başıboş çeteler gibi görünüyor. Onlar, yaşadıkları bu gezegeni daha da yaşanabilir hale getirmek için fedakarlıklar yaparken, çöldeki kaynakların kıymetini fark eden güç odaklarınca engellenmeye ve zulmedilmeye başlanıyor. Büyük özverilerle, çölün ortasında bir bitki yaşamı inşa etmeye çalıştıkları sırada, çölün taşıdığı baharatların kıymeti anlaşılınca, iktidar odakları tarafından baskı ve zulümle yerlerinden ediliyor, yaşatmaya çalıştıkları çöl sömürü altında bırakılıyor. 

Sıradışı ritüeller 
Fremenlerin hayatta kalmak için geliştirdikleri akıl almaz yollar mevcut. Örneğin tasarladıkları özel bir kıyafet, bir kişinin gün boyu sıcak çölde durmaksızın yürüse dahi neredeyse hiç su kaybetmeyeceği, vücuttan atılan ter ve gözyaşı gibi bütün sıvıların geri dönüştürülmesini sağlayan bir düzenek içeriyor. Yine bu toplulukların cenaze merasimlerinde öne çıkan ritüeller de oldukça sıradışı. Teamüle göre, kişinin bedeni kendisine ait olmakla birlikte, bedenindeki sıvılar kabilesine ait. Bu yüzden ölen bir kişinin vücut sıvıları, kutsal bir seromoniyle kabile tarafından teslim alınıyor.
Atreides Dükü Leto’nun ziyaretine gelen Fremen lideri, görüşmenin başında masaya tükürdüğünde ortaya çıkan gerginlik de bize birçok şey söylüyor. Yerel kültürün kutsiyet atfettiği şeylerle, ‘evrensel’ davranış örüntülerinin ayrışmasının neye yol açacağına bir örnek. Bu sahnede dük ve etrafındakiler hakarete uğradıklarını zannederken, Fremen liderinin onlara önem verdiği için tükürdüğünü, yani bir başka deyişle, beden sıvısını onlarla paylaşmayı kabul ettiğini öğrenmeleri neyse ki uzun sürmüyor. Kültürler arası farklılıklar gerçek hayatta da benzer karmaşalara yol açıyor malum. Hindu inanışına mensup birinin cesedinin yakılmaması, müslüman inanışına sahip birinin ise cesedinin yakılması, o kültürün taşıyıcılarına bir saygısızlık atfedilir. Herbert’in, çöl evrenine dair kurguladığı bu ince ayrıntılar, hikayede önemli köşeleri tutup, karakter motivasyonları hakkında birçok şey anlatıyor.

Bir halkın dramatik bir hikayesi 
Fremenlerin zulme uğradığı uzun yıllar boyu, Harkonnen hanedanının canavar ismi Rabban, bir mite dönüşüyor. Çölün derinliklerine çekilip oralarda yaşamayı başaran Fremenler hariç, geride kalanlar bu zulümden öylesine nasibini alıyor ki, Atreides’ler gezegene geldiği zaman, kimse onları zorlamadığı halde, şehrin çevresinde yaşayan Fremen mensupları, korku ve çaresizlik içinde onları karşılamaya çıkıyor. Atreides’lerin farklı bir yaklaşımlarının olabileceğine pek ihtimal vermiyorlar çünkü. Artık onların gerçekliği, uzun yıllar süren zorbalık deneyimlerinden ibaret. Ezilmiş ve kaynakları hiç edilmiş bir halkın dramatik bir hikayesi söz konusu yani.

Dune evreninde erkek iktidarı
Dune evrenini farklı kılan unsurlardan biri de, kadınların pasif ve kurtarılan konumda bulunmamaları diyebiliriz. Leydi Jessica’nın da aralarında olduğu Bene Gesserit topluluğu, yalnızca kadınlardan oluşan ve ezoterik bir öğreti geleneğine sahip, güçlü bir topluluk. Gezegenlerin ve galaksinin kaderini tayin edecek kadar güç ve söz sahibi bu kadınların taşıdığı imgesel değeri, Harkonnen mensubu Baron ve Rabban’ın diyaloglarında bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Bu diyalogda Bene Gesserit mensuplarından CADILAR diye söz edilmesi, onların erkek egemen iktidar dünyasına yarattığı tehdidi de özetliyor gibi. Yine Leydi Jessica ile hocası arasında geçen bir diyalogda, Jessica’nın kız çocuk doğurmamayı seçmesiyle eleştirilmesi de oldukça dikkat çekici. Bu diyalogdaki alt metin, Bene Gesserit topluluğunun, iktidar savaşlarında kadim bir yerde durduğu ve kendi yöntemleriyle buna müdahale etmeyi hedefledikleri. Jessica bir erkek çocuk doğurup, ona Bene Gesserit yöntemlerini öğrettiği için, seçilmiş kişiyi yaratmaya çalışmakla suçlanıyor. Fakat bu suçlama, Jessica’nın güce sahip olma isteğiyle değil, çocuğun cinsiyetiyle vurgulanıyor. Yani bu topluluk, kadınların elinden gelecek bir kurtuluşu hedefliyor.
Jessica’nın bu seçimi, oğlu Paul’e yüklediği sorumlulukla birlikte, içsel bir çatışma yaşamasına sebep oluyor. Paul büyüyüp, babasının yerine geçme zamanı geldiğinde, söz konusu yöntemleri gereğince kullanabilmekle birlikte, bu sorumluluğu ona yüklediği için annesine de tepki gösteriyor. Anlatının buradan sonrası, hem ilk filmde olmadığı için, hem de ilerisine dair ayrıntılar içerdiği için bu yazıda olmayacak. Fakat Herbert, seçilmiş erkek kişi kavramının sorgulanması gereken bir kavram olduğunu anlatmayı hedefliyor diyebiliriz şimdilik.

Hikayeyi kurma başarısız
Bu edebi ayrıntıların filmde ne ölçüde işlenebildiği konusuna gelirsek, görsel ve işitsel unsurlarda film ne kadar başarılıysa, hikayeyi kurma ve yürütme konusunda bir o kadar başarısız diyebiliriz. Kitabın önem verdiği birçok çatışmanın filmde yeterince gösterilmediği, hatta karakter motivasyonlarının her nedense yeterince işlenmediği göze çarpıyor. Dr. Yueh karakterinin kitapta hangi aşamalardan geçerek ve neleri göze alarak ihaneti üstlendiği yeterince takip edilebiliyorken, filmde bu durum tek bir sahnedeki bir diyalogda aktarılmış. Haliyle, bu karakterin nerede durduğu biraz muamma. Yine kötücül Harkonnen mensuplarının yalnızca imparatorlukla işbirliği halinde gösterilmesi de büyük bir eksiklik. Çünkü kitapta Baron’un asıl amacının böyle bir işbirliğinden çok daha öteye ulaştığını görebiliyoruz.
Seçilmiş kişi olma adayı Paul Atreides’in filmdeki durumu da epey karmaşık. Yaşadığı içsel çatışma yeterince hissettirilmiş fakat seyircinin onunla özdeşleşme konusunda sorun yaşaması bir problem. Bunun en büyük sebebi de, iyi ve kötü karşıtlığının bir yerinde durmayan bu karakterin, kitapta kendisine çizilen gri bölgeye rağmen, filmde yeterince o boyuta getirilmemesi diyebiliriz. Seyirci, Paul’ün bocalamasını görüyor, onun konumunu sorguluyor fakat belirsiz de olsa, bir cevap alamıyor.

Film anlatı sınırını çizemiyor
Yine bir başka teknik sorun, filmin kendine has bir anlatı sınırı çizememesi. Hikayenin devamı geleceği için, sonuçsuz bir noktada seyirciyi birden bire boşluğa bırakıp gidiyor film. Karakterin dönüşümü, filmin climax’i filan yok. Her ne kadar, devamı geleceği için böyle bırakıldığı şeklinde yorumlansa da, önümüzde kendi başına duran bir sinema yapıtı söz konusu. Bu açıdan, kitabı bölerek yeni bir anlatı oluşturan bir filmin, kendi başına bir bütünlük taşıması da beklenmeli. Fakat ne yazık ki film buna cevap vermiyor.
Dune, pandemi sonrası sinemaya dönüşün bir temsili haline geldi. Uzun süre boyunca sinema perdesinden uzak kalan izleyicinin özlemini gidermeyi başardığı gibi, sunduğu sinematik atmosfer birçoklarını mest etti. Bu konuda hakkını vermek şart. Ama işin edebi boyutunun sinemaya ne ölçüde aktarılabildiğini sorguladığımızda, beklenmedik bir çuvallamayla karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. Devamının geleceğini düşünerek kendimizi avutuyoruz şimdilik.

Fotolar: AFP

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.