Sol Parti’de ‘yönetmek istiyor muyuz’ kongresi
Dosya Haberleri —
- Almanya’da Sol Parti, hafta sonu gerçekleştirdiği kongresinde hem eşbaşkanlarını seçti hem de yeni dönemin politik çizgisini belirledi. Tartışmaların ana konusu, partinin önümüzdeki federal seçimlerde ortaya çıkacak koalisyon ihtimalinde ne yapacağı oldu. En önemli soru ise, “SPD ve Yeşiller’le koalisyon yapabilmek için barış politikamızı esnetmeli miyiz?” idi.
OSMAN OĞUZ
Almanya’da Sol Parti, 26-27 Şubat’ta yaptığı kongre ile yeni eşbaşkanlarını seçti. Kongre daha çok parti tarihinde ilk defa iki kadın eşbaşkanın seçilmesiyle gündeme gelse de, tartışmalara damga vuran esas konu bu değildi: Sol Parti, hem Federal Parlamento’nun hem de altı eyalet parlamentosunun seçileceği bu “süper seçim yılında” en çok “yönetme kabiliyeti” üzerine tartıştı.
Kongrede kadın listesinden aday olan Janine Wissler, delegelerin oylarının yüzde 84,2’sini; karışık listeden aday olan Susanne Hennig-Wellsow ise oyların yüzde 70,5’ini aldı.
Yeni eşbaşkanlardan Wissler, 39 yaşında ve Anayasayı Koruma Örgütü tarafından takip edilen “Marx 21” ağının üyesi. Hessen’de, eyalet parlamentosunda 12 yıl boyunca partisine bir “muhalefet partisi” olarak öncülük eden Wissler, sınıf politikasına ve radikal mücadeleye yaptığı güçlü vurgularla biliniyor. Kongrede yaptığı konuşmada da “Biz sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve kriz anlarında bu daha da belirginleşiyor” diyen Wissler, devam etmişti: “Somut reformların hayata geçirilmesini sağlamak ama ayrıca toplumu radikal biçimde dönüştürmek istiyoruz.” Wissler, partisini “işçi hareketlerinin, sosyalist hareketin, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in geleneği içinde” konumlandırıyor ve kongrede yaptığı konuşmada da Marx’tan alıntılar yapıyor.
Wellsow: ‘Koalisyon yeteneği’
43 yaşındaki Hennig-Wellsow ise hem bugüne kadarki hikâyesiyle hem de iletişim kurma biçimiyle Wissler’den bir miktar ayrılıyor. Her şeyden önce, kongredeki adaylık konuşmasında kendisinin de bir kez daha vurguladığı üzere, Hennig-Wellsow bir “Doğu Alman”. Bu, söz konusu Sol Parti olduğunda bazı özel dinamikleri de işaret ediyor. Keza Sol Parti, Doğu Almanya’yı sosyalizmin yıkılması öncesinde yöneten SED’nin de mirasını taşıyor. Parti, birkaç yıl öncesine kadar güçlü bir “doğulu” imajı da taşıyordu; keza parti üyelerinin çoğunluğu Doğu Alman örgütlerindeydi ve farklı sosyalist kültürlerle “büyümüş” Doğulu ve Batılı parti üyeleri arasındaki tartışmalar kongrelere damga vuruyordu. Bugün parti, giderek “batılılaşmış” ya da “merkezleşmiş” olsa da Doğu Alman kimliği, özellikle belli politik gündemlerde (mesela sağ popülizmin yükselişi) halen önemli bir ayrım olmayı sürdürüyor. Hennig-Wellsow’un bir başka özelliği ise, Sol Parti’nin koalisyonda yer aldığı ve tek eyalet başbakanına sahip olduğu Thüringen eyaletindeki başarılardaki payı. Bu, Hennig-Wellsow’un partinin “yönetme kabiliyetine” dair tartışmalarda da özel bir yere sahip olmasını sağlıyor: O, Sol Parti’nin koalisyon kurma ve koalisyonlara katılma kabiliyeti olduğunu sadece teoride değil, pratikte de göstermiş bir eşbaşkan olarak görülüyor. Sembol bir an ise onun parlamenter hedeflere rağmen radikalliğini kaybetmediğinin bir işareti gibi görülüyor: 2020’nin Şubat ayında Hennig-Wellsow, sağ popülist AfD’nin “ayak oyunlarıyla” Thüringen’de kısa süreliğine başbakan seçilen Thomas Kemmerich’i elindeki bir çiçekle “tebrik etmeye” gitmiş ama Kemmerich’in karşısına geldiğinde protesto için çiçekleri ayaklarının dibine bırakmıştı.
Sol Parti yönetmeli mi?
Şu günlerde oyları en iyimser ankette bile yüzde 9’un üzerine çıkmayan, çoğu tahmine göre ise yüzde 6 ilâ 8 arasında kalan Sol Parti’de “yönetme kabiliyeti” tartışması, bu nedenle bir “koalisyon kabiliyeti” tartışmasına dönüşüyor. Parti, önümüzdeki seçimlerdeki istatistiklerin gündeme getirmesi mümkün olan Yeşiller-SPD-Sol Parti (yeşil-kırmızı-kırmızı) koalisyonu ihtimalini ve bu ihtimal doğarsa partinin nasıl pozisyon alması gerektiğini tartışıyor. Bu tartışmaya, partinin kendisini SPD ve Yeşiller tarafından “kabul edilebilir” hale getirmeye çalışıp çalışmayacağı konusu da dahil oluyor.
Tartışma, temel olarak iki soruya yaslanıyor. Birinci soru, Sol Parti’nin “yönetmek isteyip istemediği”. Partide bu soruya yanıt verenlerin bir kısmı, solun hem devletin mevcut biçimiyle hem de olası koalisyon ortaklarıyla yapısal çelişkilerini işaret ediyor. Mesela seçime karma listede Hennig-Wellsow’un karşısında giren ama baştan itibaren kazanma iddiası olmadığını söyleyen Reimar Pfalz, partinin bir koalisyon hükümetine dahil olmasına doğrudan karşı çıkan bir konuşma yaptı ve hatta buna dair çabaların partiyi “itaate” sürüklediğini ve “partiyi dönüştürme gücüne kavuşturmak yerine partinin kendisini dönüştürdüğünü” söyledi. Pfalz, iddiasız adaylığıyla, oyların yüzde 19’unu aldı. Bu fikre karşı çıkanlar ise (mesela Hennig-Wellsow) partinin CDU ve CSU’yu hükümetten düşürmek için sorumluluk alması gerektiğini ve Sol Parti’nin dahil olduğu bir hükümetin mesela sağlık sisteminde, cinsiyet eşitliğinde veya silah ticaretinin durdurulmasında olumlu etkileri olabileceğini savunuyor.
‘Barış’ tartışması ve
Höhn’ün pragmatizmi
İkinci soru ise, partinin koalisyon kurması muhtemel diğer partiler tarafından “kabul edilip edilmeyeceği”. Parti içi tartışmaların en fazla yoğunlaştığı konuların başında, partinin barış politikası geliyor. Sol Parti, amasız bir netlikle, Alman askerlerinin Birleşmiş Milletler ya da NATO tarafından yürütülen sınırdışı misyonlara katılmaması ve katılanların geri çağrılması ile Almanya’nın silah satışını durdurması gerektiğini savunuyor. Kongre öncesinde yoğunlaşan tartışmaya bakılırsa bu, partinin, Alman askerlerinin BM misyonları kapsamında yurtdışında görevlendirilmesi gerektiğini savunan Yeşiller ve SPD ile koalisyon yapabilmesi önündeki en büyük engel.
Sol Parti Federal Parlamento Milletvekili ve eski Genel Sekreteri Matthias Höhn, tam da bu tartışmaya yanıt olarak, kongrenin hemen öncesinde kampanyavari bir açıklama yayınladı. Höhn, “dış politika ve güvenlik politikasındaki bazı dogmaları” aşmaya çağrı yaparak delegelerden kendisini bu çabayı desteklemek için başkan yardımcısı olarak seçmesini talep etti. Ona bakılırsa parti, Alman askerlerinin yurtdışındaki BM misyonlarına dahil olmasına kategorik karşıtlığı sürdürürse hiçbir zaman yönetme kabiliyetine sahip olamayacaktı ve bu noktada hiç değilse taktik bir yumuşama gerekliydi. Höhn ayrıca seçmenin partiyi sosyal politikaları için seçtiğini, barış politikasının seçmen davranışına çok da etki etmediğini savunuyordu. Höhn, bu tezleriyle kongrede hayal kırıklığına uğramak zorunda kaldı; hedeflediği başkan yardımcılığı koltuğuna oturamadı.
Seçilen iki eşbaşkan arasında da bu tartışmada kimi nüanslar var. Janine Wissler, yurtdışındaki Alman askerlerinin geri çağrılmasının gerekli olduğunu ve bu tartışmada “ortada buluşacak” bir yer dâhi olmadığını söylüyor. Hennig-Wellsow ise askerlerin geri çağrılması gerektiğini düşünse de, bu konuda diğer partilerle tartışmaya, bu sürecin nasıl ve ne kadar hızlı işleyeceğine dair de uzlaşmaya hazır olduğunun sinyallerini veriyor.
Parti içindeki iki çizgi
Parti içindeki Komünist Platform’u temsilen kongrede söz alan Ellen Brombacher, Sol Parti’nin yalnızca “bu meselede sendelemezse var olmaya devam edebileceğini” belirtti ve Federal Parlamento’da “NATO’nun saldırgan politikalarını karşı çıkan” hiçbir parti kalmamasının felaket olacağını söyledi. Barış politikalarının “seçmenleri pek de ilgilendirmiyor” argümanıyla önemsizleştirilmesini kabul edilemez bulduğunu da belirten Brombacher, delegelerin önemli kısmının desteğini aldı. Aynı tavrı, partinin Rheinland-Pfalz eyaletindeki milletvekili adayı ve kongreden itibaren Merkez Yönetim Kurulu üyesi Melanie Wery-Sims de kongreye büyük bir açıklıkla taşıdı.
Diğer yandan ama parti içinde NATO ve Alman ordusunun askeri misyonlarına dair pragmatik bir çizgiyi savunanlar da tavırlarını kamuya taşıdılar. Partinin gençlik örgütü Linksjugend’in Federal Sözcüler Meclisi üyesi Anna Westner, yazdığı tweet’le Matthias Höhn’ün seçilmemesini eleştirdi: “Kongre, şu anda eski dogmalar için ve modern bir dış politika ile güvenlik politikasına karşı karar verdi. Acı.” Partinin eski dış politika sözcüsü Stefan Liebich de Deutschlandfunk’a yaptığı açıklamada “tekrar edilip duran dogmaları çiğnemeye bir son verilmesini” talep edecek ve “Eğer BM’nin meşrulaştırdığı misyonlara daha az asker gönderilmesi meselesi yüzünden zenginlere yönelik varlık vergisi ya da tıp alanındaki eşitsizliğin son bulması gibi talepler başarısızlığa uğrarsa bunu kimse seçmenlere açıklayamaz” diyecekti.
Hangi solculuk?
Kongrenin görünür kıldığı bir başka tartışma ise daha “büyük” bir soruya, partinin “solculuğunun” karakterine ilişkin. Bir süre öncesine kadar parti içindeki bu yönlü tartışmanın merkezine oturmuş olan Sahra Wagenknecht ve Oskar Lafontaine öncülüğündeki “Aufstehen” (Ayağa Kalkın) hareketi, bugün eski gücünü büyük oranda yitirmiş durumda. Bu hareket, partinin göç ve mültecilerle ilgili politikasını (“açık sınırlar”) eleştiriyor; “klasik” işçi sınıfına ve sağ popülist AfD’ye oy veren seçmenlere de seslenebilen bir parti programını savunuyordu. Hareket, Sol Parti’yi yöneten güce dönüşmek istediyse de başaramadı; ancak etkileri bugüne uzanan bir tartışmanın önünü açmış oldu.
Kongrede Sol Parti üyeleri tarafından henüz 2018’de kurulmaya başlanan “Bewegungslinke” (Hareket Solu) ise, hareketin üyelerini bile şaşırtan bir başarı yakaladı. Hareketin gösterdiği 20 adayın 20’si de 44 kişilik Merkez Yönetim Kuruluna seçilmeyi başardı; böylelikle Bewegungslinke, partinin en önemli karar mekanizmasının neredeyse yarısına hâkim duruma geldi.
Bewegungslinke, kendisini üç temel anahtar sözcükle anlatıyor: “Örgütlenme”, “bağlar kuran sınıf siyaseti” ve “öğretici bir laboratuvar”. Hareketin sözcülerinden Raul Zelik, “İşsizlik parası alan Doğu Alman ile mülteci gencini, Volkswagen’de çalışan işçi ile iklim eylemcisini, Ukraynalı kargo işçisiyle transeksüel otobüs şoförünü birbirine karşı kışkırtmak, bizim yapacağımız iş değil” demiş ve devam etmişti: “Sol olarak bizim BlackLifeMatters, Fridays for Future ve sendikaları aynı anda ve yoğunlukla desteklememiz, bana şu sıralar sağlıklı insan bilincinin koşulu gibi görünüyor.” Hareket, tanıtım metninde de Sol Parti’yi yenilemek ve eylem içinde dönüştürmek istediğini söylüyor ve antikapitalist bir politik çizgiyi programının başına yerleştiriyor. Başka birçok endüstri ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da giderek daha fazla gündem olan ırkçılık tartışmalarında da hareket, bu eksiği görüyor: Antikapitalist sınıf perspektifi.
İklim tartışması
Kongrenin üçüncü önemli tartışma gündemi ise iklim mücadeleleri oldu. Bu konu da parti içinde uzun süredir önemli tartışmalar yaratıyor. Parti, bir yandan daha radikal iklim politikalarını savunuyor ama aynı anda parti içinde bu politikaların “sokaktaki insanın” da kabul edebileceği biçimde formüle edilmesi gerektiğini söyleyenler bulunuyor. Sözgelimi kongrede konuşan partinin Grup Başkanı Amira Mohamed Ali (Wagenknecht’in öncülük ettiği akıma dahil olduğu biliniyor), iklim mücadeleleri söz konusu olduğunda “sosyal olarak güçsüz olanların da evet diyebilmesinin gözetilmesi” gerektiğini söylüyor. Mohamed Ali’ye göre ücretsiz toplu taşıma ve binaların emlak sahipleri tarafından çevre dostu biçimde yenilenmesi gibi talepler solcu bir partiye uygun düşüyor; ancak mesela arabalara toplu olarak karşı çıkmak, “birçok insan için kişisel özgürlüğün sembolü oldukları” için doğru bir politika değil.
İklim hareketlerinin parti içindeki temsilcileri ise Sol Parti’nin bu konuda artık daha güçlü biçimde harekete geçmesi gerektiğini savunuyor. Özellikle partinin gençlik örgütü, bugüne kadar “kapitalizmin yeşile boyanmış hâli” gibi tamlamaların da kurulduğu tartışmanın bu biçimde uzamaya devam edemeyeceğini, sözlerin artık somut eylem önerilerine de dönüşmesi gerektiğini söylüyor.
Pandeminin Sol Parti’nin 7. Kongresine yaptığı etki de, antikapitalist sol siyasete dair vurguların güçlenmesi oluyor. Keza parti, bu konudaki sol tavrın bir yandan pandeminin görünürleştiği sosyal eşitsizlikleri mücadele konusu etmek, diğer yandan ise sağlık çalışanlarının yükselttiği mücadelelere destek olmak olduğunu düşünüyor.
Büyük iddialar...
Yalnız pandemi değil, ayrıca “çevre ülkelerdeki” hızlı protelerleşme, kapitalist eşitsizliklerin giderek daha da belirginleştiği ama ayrıca göç ve iltica hareketlerinin yoğunlaştığı bir dünya yaratıyor. Bu dünyanın kapitalist üretim ilişkileri bağlamında “merkezinde” bulunan bir ülke olarak Almanya’nın en büyük sol partisinin en fazla “sınıf mücadelesini yükseltmek” ve “onun diğer sosyal hareketlerle bağını kurmak/güçlendirmek” hedeflerinin dillendirdiği bir kongre yapmış olması, böyle bir dünyada büyük bir iddiada bulunmak anlamına geliyor. Sol Parti, bu büyük iddiaları hem seçim mücadelesinde ama hem de sokakta ne derece karşılayabilir? Bu sorunun yanıtını bugüne kadarki pratiğinden çok bundan sonraki pratiğinin göstermesini ummaktan başka şey gelmiyor elden. Keza bugüne kadarki pratiğin “gösterdiği”, pandemi döneminde neredeyse hareketsiz/söylemsiz kalan ve genel itibarıyla da parlamento dışında mevziler elde edemeyen bir solculuktan başkası ne yazık ki değil.