Türk-Sünni özne, ‘erkekliğini’ ve imtiyazlarını savunuyor

Dosya Haberleri —

ADNAN CELİK

ADNAN CELİK

  • “90’ların ortasında Kürtlere dair üretilen diskur neyse, bugün belki onun da daha ağırı Suriyeli savaş mağdurlarına karşı kullanılıyor. Bu, bir açıdan da aslında, Türklüğün gücünü, erkekliğini yitireceğine dair korkusu. Üç çocuk meselesi de bu açıdan tesadüf değil.”

OSMAN OĞUZ

 

Antropolog Dr. Adnan Çelik, son yıllarda özellikle Kürdistan’taki kolonizasyonun yapısal ve toplumsal izdüşümlerine dair söyledikleriyle dikkat çeken bir isim.
Çelik, 1983’te Amed’in Pasûr (Kulp) ilçesine bağlı bir köyde dünyaya geldi. Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun olan Çelik, 2013’te Fransa’nın başkenti Paris’teki “Sosyal Bilimler Yüksek Tahsil Okulu”nda (EHESS), Politik Antropoloji bölümünde başladığı doktorasını “İç şiddetin zamansal ve mekânsal boyutları: Türkiye'deki Kürt çatışmalarının yerel ölçekte yeniden gözden geçirilmesi” başlıklı teziyle geçtiğimiz yıl bitirdi.
Önümüzdeki dönemde Cambridge Üniversitesi’nde misafir bilim insanı olarak çalışacak olan Dr. Adnan Çelik ile iki bölüm halinde yayınlayacağımız söyleşimizin ilk bölümünde AKP (ve MHP) sonrası Türk toplumsallaşmasının “krizini” ve Türkiye metropollerindeki Kürtleri konuştuk.
 
Bu röportaja bizi getiren şey daha çok İzmir’de HDP’ye yönelik Deniz Poyraz’ın katledildiği saldırıyı vesile yapıp bunun Türk toplumsallığında son yıllarda yaşanan dönüşümler ile birlikte okunup okunamayacağını tartışma isteğiydi. Bu konuda ne düşünüyorsun? Türk toplumsallığının özellikle 2015 sonrasında kazandığı yeni özellikler, kadir hale geldiği yeni edimler var mı?
Bu, zor bir soru. Öncelikle Türk toplumsallaşmasından tam olarak ne anlıyoruz, orayı sorgulayarak başlamak lazım.
Türkiye’deki egemenlik biçimlerine dair en azından Osmanlı’nın son döneminden, 19. yüzyılın sonlarından bugüne kadar kendi içinde süreklilik taşıyan bir toplumsallaşma dinamiği var. Bu sürekliliğin içinde ama tabii çok büyük kırılmalar, süreksizlilikler, yamalar da var.
Bazen, meseleleri tamamen tarihsel bir sürekliliğin içine yerleştirdiğimizde yeni olanı, günümüzde kazanılan bazı özellikleri gözardı etmiş gibi olduğumuzu düşünüyorum. Evet, Türk ve Sünni bir hegemonik iktidar var ve bu aslında uzun süredir var. Türklüğün Sünnilik ile buluşmasının özellikle II. Abdülhamid’den bu yana ideolojik bir karakter kazandığını da söylemek lazım. Uç Türk sağının “Hira Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk” söylemi; aslında sürekliliği olduğunu söylediğimiz Türk toplumsallaşmasının karakteristiğini anlatıyor fakat birçok şey de değişti, onu da görmek lazım.
 
Ne değişti mesela?
Değişim, hem Türkiye’nin küresel kapitalist sistem içindeki konumuyla hem de Türkiye toplumunun dönüşmesi ve Türkiye’de bir toplumsal muhalefet gücünün yükselmesiyle ilgili. Bana sorarsanız Türk toplumsallaşması, en çok da, kendini adapte etmenin peşinde. AKP de burada enteresan bir şeye tekabül ediyor: İttihatçılık, Kemalizm ya da Abdülhamit hilafetçiliği dediğimiz ya da Tanıl Bora’nın “Türk sağının üç hali” diye tabir ettiği farklı şeyleri AKP, bu neoliberal bağlamda yeni bir çehreye büründürdü. Türklük ve Sünnilik bu çehrede hala ana arterler olsalar da Türk toplumsallaşması, kendini artık Yeni-Osmanlıcı, irredantist bir noktaya taşıdı.
Cumhuriyetin kurulması ardından yaygınlaşan “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganı, aslında bir yandan da Osmanlı’nın yıkılması ile Anadolu’ya sıkışmış Türk ve Sünni imgenin kendini meşrulaştırma çabasıydı. Şimdi sanki bu yırtılıyor ve AKP, aslında yeniden “Türk’ün gücünü Sünnilikle buluşturan” daha yayılmacı bir arzuya tekabül ediyor. Fakat bu arzunun görünürlüğü arttıkça ve bu arzu kamusal alana bütün imgelemini serptikçe, bu arzunun gerçekleşmesinin imkansızlığı da ortaya çıkıyor. Libya’dan Rojava’ya, Azerbaycan’dan Kıbrıs’a kadar muazzam bir teritoryal genişleme ve ilhak arzusu var ama bu arzu kendini reel konjonktürde ne kadar sürdürülebilir kılabilir, o herkesin kafasında bir soru işareti.
 
Bu, Türk egemeninin arzusu mu, yoksa toplumsal bir arzuya da mı tekabül ediyor?
Bence şöyle bir durum var: Türk toplumsallaşması, en azından Sünni Türklüğe dayalı toplumsallaşma, büyük bir özgüven kazanmış ve kendisini buyurgan özne olarak konumlandırmış durumda. Kendi imtiyazlarını da hiçbir şekilde diğer toplumsal dinamiklerle -ne Kürtler ne Hristiyanlar ne de Kızılbaş Alevilerle- paylaşmak istemiyor. İktidarı onlarla paylaşmak yerine onları halen reaya olarak, teba olarak gören bir konuma tutunmuş durumda. Bu, bana sorarsan, Türkiye’deki toplumsal krizin en ana noktası: Eşitlikçi, farklılıkların yan yana durmasına dair bir tahayyül, hala mümkün değil. Bu toplumsallaşma, Türk ve Sünni özneye rıza ve biatını ortaya koyduğun oranda kendini var edebildiğin bir durum yaratıyor. Buna ama 2000 sonrasında çok güçlü bir direnç, muhalefet de var.
 
Bu söylediklerin bana kendi ailemin Türk tarafını da hatırlatıyor. Çocukluğumdan bugüne onların kimlik bilinçlerinde nasıl bir değişim olduğunu düşünürken şunu fark ettim: Bu aile, bana da çocukken, “Bak, sen Türk’sün, unutma bunu” diyen üyeleri olan bir aileydi ve Türklüğü bu düzeyde sahipleniyordu ama bugünkü kadar “cemiyetçi” olmayan bir durumdaydılar. Bugünse AKP-MHP bloku üzerinden bir cemiyet bilinci gelişti ve imtiyaz bilinçlerinin de bu cemiyete doğru daraldığını gözlemliyorum. Keza bu cemiyet bilinci ile ciddi imtiyazlar da kazandılar. Faşizmin kurumsallaşması tezlerini de biraz buradan okuyorum. AKP-MHP’nin yarattığı böyle bir cemiyetleşme var mı sence de? Böyle bir durumun da toplumsallaşmaya etkileri oluyor mu?
Kesinlikle, hem de birçok alanda oluyor. Bir yandan ekonomik kaynakların bölüşümü. Pastanın büyük bölümünü kendi arasında paylaşan bir klik var. Daha alt düzeyde de bu kaynakların bölüşümü, sosyal yardımlar, ihale dağıtımları, bürokraside birtakım kayırmacılıklar, memur-işçi alımı gibi kanallardan yapılıyor. AKP, görüntüde ideolojik bir tabanlaşma yaşamış gibi görünse de ben tam tersini düşünüyorum: AKP’nin tabanlaşmasının ve belirli bir kesimi peşinde sürüklemesinin en ana motivasyonu, aslında bu ekonomik kaynakların bir yönetimsellik tekniği açısından bölüştürülmesi, dağıtılması.
Aslında AKP, ülkenin kaynaklarını çarçur ederek, halkın, gelecek kuşakların rezervlerini de tüketerek bir rıza üretimi uyguladı. Bu rıza üretimi sadece Sünni ve Türk bir taban üzerinden de yapılmıyor; mesela Kürtlerin belirli bir kesimi de bunun bir parçası. Kürdistan’da AKP’ye oy verenlerin büyük bir kısmı, aslında da tam da bu rıza üretimi yöntemleri bağlamında AKP ile bir sözleşme yapmış durumda. İktidara oy vermek karşılığında belli imtiyazlar elde etmek esası üzerinden AKP’yle ilişkilenmiş çok ciddi bir Kürt nüfus var.
Burada bir şeyi daha vurgulamak gerekiyor: Türkiye’de siyasal İslam’ın ve Milli Görüş geleneğinden gelenlerin bir tarihsel yenilgi duyguları, aslında bir melankolileri vardı. Abdülhamid’den beri peş peşe yaşadıkları yenilgilerinin ve egemen özne konumlarının kamusal alandan dışlanmasının, özel alana hapsedilmesinin yarattığı bir öfke, bir hınç vardı. AKP, bu melankoliyi, çok gaddar, acımasız ve intikamcı bir öznelliğe dönüştürmeyi başardı. Bu da aslında bir nevi ekonomik kaynakların bölüşümünün ideolojik harcı, duygusal motoru oldu. Sahalara geri dönme, Türk ve Müslüman olarak kendini kamusal alanda açıkça ortaya koyma duygusu ile tüm bunlar, beraber geldi.
 
Şimdi ama memlekette ciddi bir yoksullaşma var ve bu durumda sırtını AKP’ye dayayarak zenginleşenlerin elde ettiği imtiyazlar da daha dikkat çekici hale geliyor. Sosyal medyada da bu imtiyazlarla ilgili paylaşımların daha şehvetli hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Sadaka toplumu gibi kavramlar üzerinden de çok şey konuşuldu şimdiye kadar. Bazıları, “Yoksullaşma faşizmi güçlendirir” diyor; bazıları ise bu yoksullaşmanın ve eşitsizliğin keskinleşmesinin onların sonunu getireceğini iddia ediyor. Sence bu yoksullaşma, iktidarın toplumla kurduğu ilişkiyi nasıl etkiliyor?
Bence her iki bakış açısının da doğru olduğu, haklı olduğu noktalar var. Bir kere bu yoksullaşmayı sadece Türkiye bağlamında düşünmemek lazım. Küresel ölçekte, Kuzey ile Güney arasında, ekonomik eşitsizlikler başta olmak üzere her alanda çok güçlü eşitsizlikler var ve yarık giderek derinleşiyor. Dünyanın en zengin yüzde kaçlık kesiminin sahip olduğu kaynaklarla ilgili istatistikler de bunu çok net gösteriyor. Yeryüzündeki birçok toplumsal muhalefet dinamiği de aslında mobilize olma gerekçesini buradan alıyor.
AKP ve Türkiye, bana sorarsan, bu açıdan da çok sembolik bir örnek. Partinin adında “adalet” ve “kalkınma” bulunuyor; keza siyasal İslam, bu eşitsizlikleri ortadan kaldırma arzusunun üzerine yerleşti. Gelinen noktada ise ne adalet ne de kalkınma var. Bu daha otoriter bir iktidarın serpilmesine mi sebep oluyor, yoksa bu iktidarın devrilmesi için bir mobilizasyon kaynağına mı dönüşür? Açıkçası mesele burada karışıyor.
 
Neden karışıyor?
Çünkü bir yandan ezilen toplumsal gruplar, bazen ezilme gerekçelerini başka yerlerde görebiliyorlar. Hele de Türkiye gibi toplumun politik ve ideolojik olarak bu denli fragmante olduğu, bölündüğü, kutuplaşmanın derinleştiği toplumlarda sorunun esas kaynağını görmek ve oraya itiraz geliştirmek, oldukça zor. Yine de tabii Türkiye’deki toplumsal muhalefet sorunun kaynağını topluma doğru bir şekilde ulaştırabilirse, AKP-MHP gövdesinden de bir kesimi koparabilirse o zaman bu durum, iktidarı devirecek bir mobilizasyona da dönüşebilir. Her iki ihtimal de bence önümüzde seçenek olarak duruyor.
Dünya örneklerine de bakabiliriz: Brezilya’dan Polonya’ya kadar. Gerçek şu ki, popülizm ve otoriteryanizm, dünyanın farklı yerlerinde çok ciddi yükselişte. Enzo Traverso, bu yeni duruma “post-faşizm” dememizi öneriyor, buna ben de katılıyorum. Tamamen klasik, 30’lardaki faşizmden bahsetmek mümkün değil. Bu yeni popülizm biçimi, post-faşist bir bağlamda, bir yandan 30’ların mirasına kısmen yaslanıyor ama bir yandan da bu mirastan tamamen kopuyor, kendini daha başka bir diskurla yeniden üretiyor.
Popülist ve otoriteryan hareketler, verili imtiyazlarını koruma güdüsü ve refleksiyle hareket eden bir karaktere de bürünmüş durumdalar. Bu, tabii ki sorunun kaynağını doğru tespit etmeyi de zorlaştıran bir şey. Mesela AKP tabanının o tarihsel melankolisi ve bunun ardından gelen bir nevi iktidarlaşma, onlar için meselenin yoksulluk boyutunu görmeyi ciddi biçimde zorlaştırıyor. Şimdi ise AKP-MHP blokunun kendi içinde bile meseleyi sınıfsal eşitsizlikler üzerinden çerçevelendirmeye dair bir eğilim görüyorum ve bu eğilimin büyüyeceğini de düşünüyorum.
 
Dediğin gibi memlekette ciddi bir muhalefet de var ve mesela şöyle bir vaziyet var: AKP’nin karşıtları, tam karşıt; AKP’den nefret ediyorlar. Memlekette artık siyasal tutumlar, nefret ile açıklanıyor. Bir yandan da mesela bekçiler yaygınlaştırıldı; 20 binin üzerinde bekçi işe alınmış durumda. Emniyet’te AKP-MHP kadrolaşması, artık polis gücünün bütününü saran bir vaziyette. Bütün bunlar memlekette bir faşizmin (ya da post-faşizmin) artık kurumsallaştığını ve söyleyeceğimiz her şeyi de buna göre söylememiz gerektiğini gösteriyor mu?
Bu konuda çok net bir şey söylemek imkansız ama dikkat çektiğin nokta çok önemli: Toplumun paramilitarizasyonu yaşanıyor. Bekçiler kentsel mekanda oldukları için belki çok sembolik, çok göze çarpıyorlar ama Kürdistan’da bu, aslında bir sürü farklı teknikle, daha da derin biçimde yerleştirilmiş durumda.
Mesela muhbirlik. Son yıllarda muhbirlik üzerine çıkan yasalar, tüyler ürpertici. Listeler yayınlanıyor; kırmızı, mavi, yeşil, turuncu ve gri listeler; konulan ödüller… Bunlar, devletin kendi güvenliğini garantiye alma refleksiyle yaptığı işler ama bir yandan da toplumu bölen, komşuyu komşudan korkar hale getiren çok tehlikeli uygulamalar. Özellikle Kürt toplumunda iç çatışmayı köye, aşirete ve hatta aile içine taşıyan uygulamalar. 
Bekçiler de böyle. Ne kadar keyfi bir şiddet ürettiklerini ve insanların yaşam biçimlerine nasıl müdahale ettiklerini her gün çıkan haberlerden görüyoruz. Bekçilerin organizasyonu, gündelik yaşamla, insanların hayatı nasıl yaşamak istedikleriyle ilgili biyopolitik bir müdahaledir.
Muhtemelen ama iktidarın hedeflediği bunun da ötesinde bir şey. Umarım olmaz böyle şeyler ama muhtemel bir demokratik toplumsal hak arayışı ve mobilizasyonunda bütün bu paramiliter güçlerin nasıl kullanılacağı meselesi, gerçekten ürkütücü bir nokta. Sedat Peker’in son günlerde “yirmi tugayı donatacak” kadar yüklü kayıp silahlara dair iddialarını hatırlayın.  Kürdistan’da koruculuk var, itirafçılar vardı, JİTEM vardı, bir dönem Hizbullah vardı; şimdi bakıyoruz, Türkiye’nin batısında da özellikle bu bekçiler ve SADAT gibi yapılar üzerinden iktidar, toplumsal rızayı artık sadece ekonomik kaynakların bölüşümü üzerinden değil, aynı zamanda şiddet tekelini tahkim ederek sağlıyor. Şiddeti monopolize ederek, topluma karşı birtakım şiddet arterleri oluşturarak iktidarını korumaya çalışıyor.
Eğer rıza artık üretilemez hale gelmişse iktidarda kalmanın ikinci yolu korkudur. Amed’de, 5 Haziran 2015’te patlayan bombalardan bu yana bütün bunları birlikte düşünmek gerektiğini düşünüyorum. İktidar için toplumda korku yaratmak, insanların kendilerini tedirgin ve güvensiz hissetmelerini sağlamak, toplumu yönetmenin ve bir yere kanalize etmenin stratejisi.
Durum, bu açıdan, açıkçası biraz iç karartıcı. Enseyi karartmayalım tabii, buna da hep inanırım. Sonuçta biz 80 darbesiyle beraber de benzer süreçler yaşadık. Türkiye’deki bu aşırı polarizasyon, bir yandan sürekli bir iç savaş, toplumsal çatışma riski taşıyor ama aynı zamanda toplumsal muhalefeti de dinamik, canlı ve kendini hızlı yenileyebilen bir hale getiriyor.
 
Tüm bu halin içinde bir de Türkiye metropollerinde yaşayan Kürtler var. Kürdistan’da da yaşamak için devlet baskısı ile mücadele etmek gerekiyor elbette ama Türkiye’de bunun üzerine bir de toplumsal zorluklar, baskılar ekleniyor. Son dönemde olup bitenler Türkiye’deki Kürt kimliğini, toplumsallığını nasıl etkiliyor? Kürtler bu duruma nasıl refleks gösteriyor?
Doğrusu Kürtler, Türkiye’nin batısında hiçbir zaman rahat olmadılar, bunu söylemekle başlayayım. Mesela 50’li, 60’lı yıllarda Türkiye şehirlerinde bu kadar fazla doğu derneğinin olmasının, doğu gecelerinin düzenlenmesinin, hemşehrilik dayanışmasının sebebi buydu: Bunlar, orada hayatta kalmanın yoluydu, öz savunma biçimleriydi. 90’larda Kürdistan’da köyleri yakılan, zorla yerlerinden edilen insanlar, Türkiye’de bir nevi kendi diasporalarına göç etmek zorunda kaldı ve bu diasporada tabii ki büyük zorluklar yaşadılar. Şimdi durum gittikçe daha da zorlaşıyor.
Bunun bir nedeni, kentli Kürtlerin büyük oranda politikleşmesi. 90’ların öncesinde şehirlere giden Kürtler, genelde bir entegrasyon refleksi güdüyorlar ve kendi Kürtlüklerini özel alana hapsederek kamusal alanda bir Türk ve Sünni özne gibi davranabiliyorlardı. Barış Ünlü’nün bahsettiği “Türklük Sözleşmesi”ne uygun bir öznelik üretmeye çalışıyorlardı. Fakat 90’lardan itibaren, biraz da Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı yeni bir ethos, yeni bir kimlik, yeni bir öznellik ortaya çıktı ve bu duruş kendini artık sadece özel alana hapsetmedi, kamusal alanda da Kürtlük ile var olmak isteyen bir şeye evrildi. Özellikle 2015’te HDP’nin barajı geçerek meclise girmesi, 2013-2015 arasındaki müzakereler döneminde Kürtlüğün ve hatta Kürt Özgürlük Hareketi’nin bile kamusal alanda meşrulaşması, kentli Kürtlerin Kürtlükleriyle gururlanmalarının ve gündelik hayatın her alanında performe etmelerinin önünü açtı. Ne var ki sonra işler çok hızlı biçimde tersine dönmeye başladı: Rojava’daki gelişmelerden tut, öz yönetim direnişlerine kadar.
 
Bu değişim oradaki Kürtleri nasıl etkiledi?
Mesela Kürtlerin Kürtlüklerini açıkça performe etme tecrübeleri ya sınırlandırıldı ya da bu tecrübenin bedeli ve yükü arttı. Kürtlüğünüzü kamusal alanda halen performe edebilirsiniz ama bunun bedeli ağır olur. Buna dair en bariz örnekleri de Sakarya’da, şurada burada yapılan linçlerde görüyoruz. Deniz Poyraz’ın İzmir’de katledilmesi ise bu noktada geldiğimiz eşiği göstermesi açısından önemli.
Kürdistan’daki mücadele ve direnişin dinamikleri, Kürtleri, Kürdistan’da olmasalar bile sürekli etkiliyor; hayalet gibi Kürtlerin üzerinde geziniyor. Birçok araştırma da gösteriyor ki, metropollerde yaşayan Kürtlerin hayatı bizim düşündüğümüzün de ötesinde bir yapısal şiddet barındırıyor. Okulda, evde, işyerinde, hatta gittiği cami ya da Kuran kursunda bile aslında maruz kaldıkları deneyimler, bize ırkçılığın sömürgeci bir lensle insanları nasıl bir nevi nesneleştirdiğini gösteriyor.
 
Başka bir yerde son dönemde artık iyi Kürt, kötü Kürt ayrımının da ortadan kalktığını, saldırı altında olanın Kürtlüğün kendisi olduğunu söylüyorsun. Bunu toplumsal anlamda da söylemek mümkün mü? Eskiden mesela Türkiye’nin batısında Kürt’ün bir mecburi sorgusu vardı: Şırnak’tan, Hakkâri’den falan geldiğini söyleyene önce, “PKK’li olmadığını kanıtla” deniliyordu ve ondan sonra iyi Kürt mü, kötü Kürt mü karar veriliyordu. Bugünkü durumda artık böyle bir şey de mi yok mesela? Kürtsen düşman hanesine mi yazılıyorsun?
Bence bu durum kesinlikle var. Tabii karikatürize ederek ve bir genelleme yapmayı göze alarak söylüyoruz bunu. Tabii ki devletin hala seçici bir şiddeti de var. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir aktivisti olmak ile olmamak aynı şey değil, bunu biliyoruz, bu şerhi de düşeyim. Bu şerhi düşmemek, bir yandan direnenlere de haksızlık olur çünkü.
Bir şeyi söylemek mümkün: Eskiden devlet için insanların ne yaptıkları önemliydi. Kürt olup olmamandan ziyade Kürt olarak yaptığın şey devletin bekasına, kırmızı çizgilerine uyuyor mu? Uymuyorsa, cezalandırmakta herhangi bir beis görmüyordu, şu anda da görmüyor. Son yıllarda kentsel alanlardaki linç vakalarına baktığımızda ise söylediğin şeyi görüyoruz: Artık Kürt’ün yaptığı şeye yönelik değil, doğrudan olduğu şeye yönelik bir şiddet var. Kürtçe konuşuyor olması, Kürt olduğunun bir kanıtı olarak addedilip şiddet direkt ona yönlendiriliyor.
Bunu Almanya’daki Holokost deneyiminden hareketle söylüyorum. Holokost’tan sonra, 60’ların başında, Yahudi entelektüeller, bu meseleyi çok tartışıyorlar. “Bu felaket başımıza neden geldi” sorusu, çok temel bir soru. Buldukları cevap şu: Biz aslında bir şey yaptığımız için değil, Yahudi olduğumuz için öldürüldük. Yani ‘yaptığımız şeyden dolayı değil olduğumuz şeyden dolayı’ Naziler tarafından soykırıma uğratıldık. Kürtlerin durumunu şimdi o kadar dramatik bir noktaya çekmek istemiyorum ama en azından ırkçılık Türkiye’de yükseldikçe ve bu Sünni-Türk özne kendi imtiyazlı konumuna tutundukça Kürtlüğün kendisinin bir var-oluş olarak tehlikeye dönüştüğünü söylemek mümkün.
 
Türkiye’nin birçok kentinde Suriyelilerin de artık toplumsal hayatın önemli bir unsuruna dönüşmüş olması da Türklüğün başka bir biçimde yeniden kurulmasına katkı sunmuş olabilir mi? Suriyelilere bakarak daha egemen ve bir miktar yeni bir Türklük de inşa edilmiş olabilir mi?
Kesinlikle ve burada artık AKP-MHP sınırlarını da çizmeye gerek yok. CHP’nin başkanı, kendi ağzından, ben iktidara geldiğimde Suriyelileri evlerine geri göndereceğim, diyor. Böyle bir Türklük krizi var ve bu ontolojik bir kriz.
90’larda milyonlarca Kürt Türkiye metropollerine göç ettiğinde de çok benzer söylemler vardı. Bu iki dönemin karşılıklı medya analizi yapılsa eminim şablonlar, sloganlar bile motamot aynı olabilir. 90’ların ortasında Kürtlere dair üretilen diskur neyse, bugün belki onun da daha ağırı Suriyeli savaş mağdurlarına karşı kullanılıyor. Bu, bir açıdan da aslında, Türklüğün kendi gücünü, erkekliğini yitireceğine dair korkusu. Üç çocuk meselesi de bu açıdan tesadüf değil. Fanon, siyah erkeğin beyazı ne kadar tedirgin ettiğini de böyle anlatır: Çünkü siyah bereketlidir, bir sürü çocuğu vardır ve onun cinsel organına dair de bir imaj, tahayyül, fantezi vardır. Kürt veya Suriyeli olmak da aslında Türklüğün varlığına, onun mekansal hegemonyasına birer meydan okuma olarak algılanıyor ve bu nedenle de böyle sürekli tehlike olarak işaretleniyor. Burada CHP’nin, İYİP’in; hem muhalefet hem de iktidarın tamamının meseleye Türklük Sözleşmesi lensiyle bakması, hiç tesadüf değil.

YARIN:

  • Türkiye’de yeni pogromlar bir ihtimal mi?
  •  Türkiye metropollerindeki yeni Kürt kuşağının ayırıcı özellikleri ve güncel kuşak çatışmalarında Kürt Özgürlük Hareketi etkisi
  • Yeniden kolonizasyon ve saldırı altındaki hafızanın direnişi
 
paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.