30 yıllık bir direniş öyküsü

Dosya Haberleri —

Tevfik Kalkan

Tevfik Kalkan

  • Tevfik Kalkan 1991'in Eylül ayında tutuklandı. Geçtiğimiz haftalarda tahliye oldu. Kalkan ile 30 yılını ve mücadelesini konuştuk. Kalkan, yılların kendisine en çok da yoldaşlığının ne kadar kıymetli olduğunu öğrettiğini söylüyor.
  •  ‘Özgürleşmek, varlığını borçlu olduğun toplumunla birlikte özgür ifadeye, özgür bir kimliğe ve onun demokrasisine ulaşmak demektir. Hiçbir şey özgürce yaşam ve ilişki temelli çaba ve eylemin yerini tutamaz. Bunu derinliğine hissetmek ve bilmek gerektiğine inanıyorum.’

MASİS HESKİF/ANKARA

Özgür yaşamak herkesin hakkı. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde özgürlük talebi de dolayısıyla en doğal hak. Peki ya "kapatılma"nın insani değerler, vicdan ve mantık çerçevesinde tartışıldığı bir çağda özgürlük talebine hapisle yanıt vermek? Türkiye hapishanelerinde özgürlük taleplerini yaşamsallaştırdıkları için kapatılarak "cezalandırılan" yüz binlerce insan yatıyor. Tevfik Kalkan da o insanlardan biriydi. İçinde yaşadığı toplumun, dolayısıyla kendisinin de özgürlüğünü talep edip bu uğurda aktif mücadeleye başladığı için yargılandı. Bu yargılanma sonucu müebbet hapse çarptırıldı. 30 yılını içeride geçirdikten sonra 12 Kasım gecesi tahliye oldu. Biz de Tevfik Kalkan'la 30 yıllık zindan hayatını konuştuk. 

Kalkan’ın sorulara verdiği yanıtlar, hapishane anıları, dışarıya dair izlenimleri ve tecrübeleri Yılmaz Güney’in “Bedenin tutsaklığı hiç önemli değil; önemli olan beynin tutsaklığıdır. Yeter ki, insanın beyni tutsak düşmesin” sözlerini akıllara getiriyor. Gelin Kalkan’ın yanıtlarında birlikte dolaşalım...

Öncelikle sizi tanımayanlar için biraz kendi yaşam hikayenizden bahsetmenizi isteyeceğim. Tevfik Kalkan nasıl bir yaşamı savundu, nasıl yaşadı?

Suyun ve meşe ormanının eksik olmadığı, ne yana gidersen tepeler aşmak durumunda kaldığın küçük ama hepimize yeterli gelen ilk soluğumu aldığım, ana varlıktan, toprağın ve hayvanın verdiği gıdadan beslendiğim ve büyüdüğüm Varto'nun Badan köyünde Alevi Kürdü bir ailede dünyaya geldim. 1966’ta doğdum, üç erkek üç kız toplamda 6 çocuklu bir ailenin üçüncü erkek çocuğuyum. Tarım ve hayvancılıkla geçinen bir yoksul ailenin çocuğuydum. Kendi içine kapalı, asırlık korkularıyla inançları temelinde safça ve dürüstçe yaşamaya çalışan bir topluluğun içinde yaşamayı hep şükran duygularıyla yad ettim. Üretmenin, paylaşmanın ve yaşamanın zorluğunu ve anlamını bilmenin değerini ilk gösteren onlardı. Ama zorluklarla doluydu. Çelişkilerin farkına vardıkça yetersizliği hissetmek kadar ne yapacağını bilememek problemli bir kişilik anlamına geliyordu ve nihayetinde böyle de oldu. 

Dil, din sınıf vb. sorunlar kendisini çok erkenden göstermeye başlıyordu. Her biri de çok ağırdı ve çözümsüzdü. Nasıl bir kişilik olacağım, nasıl bir toplumsal kişiliğe sahip olmam gerektiği sorunu büyüyordu. Doğaya, doğanın kutsallarına sığınmak bir yerde bu sorunu hafifletiyordu ama toplumsal kişilik sorunu büyümeye devam ediyordu. Diğer bir ifadeyle kimlik sorunu kendini bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. 1970'lerin politik ortamında siyasallaşmak, siyasal düşünceyle tanışmak bir çözüm yolu gibi görünüyordu. Öyle de yaptım. Ama muhatap olduğum yapının bunu çözümleme ve çözme gücü yoktu. Kimliği bazı genel ifadelerle, propagandayla tanımlamak ve çözümleme sini sağlamak mümkün olmuyordu. Nasıl bir kişilik ve nasıl bir yaşam sorunu çözümsüzdü.1980'lerin ortalarına geldiğimde bu sorunu artık daha fazla sürdüremeyeceğim anlaşılmıştı. Özgürlük Hareketinin kimlik, yaşam ve özgürlüğe dair yaklaşımı ve çağrısı ile tam da bu dönemde tanışmak büyük heyecan veriyordu. 

Yıllar içinde ve sonra derinliğine düşündüğümde ve kendimi tanımlamaya çalıştığımda bu çağrıya ve yürüyüşe katılmamı sağlayanın ne yeniden bir devlet kuruluşu ne kurulacak bu devlette bir gelecek ve statü arayışı olmadığını biliyordum. Özgürlük temelinde bir kimlik, kişilik ve yaşam arayışı ve istemiydi. Çocukluğumdan bu yana beni kaskatı boğan, nefessiz bırakan sorunları aşmak ve özgürlük bilinci ve eyleminin şekillendirdiği bir toplumsal kimlik ve yaşamına ulaşmanın değerini bilmek şüphesiz çok önemliydi. Aktif mücadele alanından sonra zindanda bunu sürdürmeyi bilmek gerekiyordu ve elden geldikçe de bunu yapmaya çalıştım. Yıllar geçtikçe çocukluğumun kimlik ve yaşam sorunu aşılıyor, yeniden anlam bulmaya başlıyordu. Elbette bu bir süreç biten veya tamamlanan bir şey yok. Bu süreç devam ediyor.

Kaç yılında tutuklandınız, hangi zindanlarda kaldınız?

1991'in Eylül ayında tutuklandım. İlk cezaevi sürecim Diyarbakır’daydı. Sonra Muş, Bartın, Çankırı, Sincan, Kırıkkale, Keskin... Son 5 yılımı da Tekirdağ Cezaevi’nde geçirdim. Toplamda 8 cezaevinde dolaştırıldım. 

Zindanda günleriniz nasıl geçiyordu, nasıl bir 30 yıl geçirdiniz? 

Hapishanede gün ve yılların nasıl yaşandığını ve geçirildiğini anlatabilmek tam mümkün olur mu, bilmiyorum. Yalnızlıkla, yoksunlukla, tam tecrit ile kuşatılmış bir mekânda düşünmek, düşünmesini bilmek sanırım yapılması gereken ama en zor iş olduğuna inanıyorum. Günlük yaşam rutindir. Uyumak, uyanmak, okumak, spor, yemek vb. her faaliyetin bir zamanı, biçimi ve hareket tarzı vardır. Anormallikler bile zamanla normalleşir. Farkında bile olmadan. Dogmatizmin ne tür esiri olduğumuzu halen düşünmeye ve tartışmaya devam ediyoruz. Hapishane kodlarını çözümlemek başlı başına büyük bir iş ondan kurtulmak ise daha da büyük bir iş.

Kendini abartmak, tersi ise kendini küçük görmek, hiçleştirmek, çok soyut yaşamak kadar çok somuta takılıp kalmak, türlü hassasiyetler ve kuşkular taşımak, gerçeklikten kopmak, toplumsal ve siyasal mücadele ile doğru bağ kuramamak vb. bir yığın soru ve zorluktan söz edilebilir. Tutsak olmak zaten başlı başına büyük bir sarsıntı ve zorluk. Bunun gibi birçok sorun veya zorluktan söz edilebilir. 

Örneğin beklemek. Beklentili olma hali. Şüphesiz tutsağı dışarıya çıkma beklentisinden ayrı düşünemezsiniz. Ama bu beklenti gerçeklikten kopuk oldu mu insanı günübirlik yaşamaktan öte bir yere götürmediğini bilmek gerekiyor. Ne yazık ki dışarıda da böyle bir durumun olduğunu gözlemlemek zor olmuyor. Kendini böyle tutmak, çözümsüz ve çaresiz bırakmak hakikaten büyük bir yetersizliği ifade ediyor. Uluslararası komplo gün ve yıllarını her halde bütün bu yıllar içinde ayrı bir yere koymak gerekiyor. Ama kendini ne kadar çözümsüz ve çaresiz bırakırsan hemen her şeyin nasıl da başa bela haline gelebileceğini ve çözümün de nasıl olması gerektiğini de bu yıllar içinde öğrenmek durumunda kalıyorsun. Nihayetinde biz birkaç ilke, birkaç doğruya bağlılık temelinde yaşamaya çalışan insanlarız. Öyle çok karmaşık düşünmeye ve tanımaya gerek yok. Bu ilkelerin, bu doğruların bilinci ve sorumluluğu dahilinde düşünmek ve yaşamın günlük faaliyeti haline getirmek tutsaklık yıllarının başta gelen çabası olduğunu belirtebilirim.

Hiçbirimizin aklında otuz yıl tutsak kalacağımız fikri belki de hiç yoktu. Ama kaldık. Daha da tutabilir, bırakmaya bilirlerdi. Nihayet en az bir yıl olmak üzere tahliyemin ertelenmesine karar verdiler. Buna da son derece hazırlıklıydım. İçeride son yıllarımda ve dışarıya çıktığımda bu birkaç hafta içinde dönüp geriye baktığımda bir gün mü, bir yıl mı yoksa otuz yıl mı yaşadım diye bir soruyu sormadan edemiyorum. İlginç bir şey tabi. Belki de siyasal hafızanın bütünlüklü hali bütün bu olguları bir süreç olarak kavramsallaştırıyor ve birinci gün ile otuzuncu yılın son gününü birleştiriyor. Bir kılıyor. Ama içinde nice olguyu, olayı, anıyı biriktirerek ve yaşamsal kılarak. 

Tam da burada belki şöyle bir hususu da vurgulamak gerekir. Mücadeleye adım attığımızda nasıl ki mücadelenin devasa bir geçmişi varsa, onun bir alanı olarak zindanın da devasa bir geçmişi vardı. Bilinç ve eylemi bu devasa birikim içinde edindik. Anlamaya, katılmaya ve katmaya çalıştık. Zindanda kimlik ve kişilik edinmek, bunu geliştirmek gerçekten zor bir eylemdir. Düz, sıradan yaklaşım gösterilemez. Basite alınamaz. Dolayısıyla katılmak kadar bu katılımın nasıl olması, nasıl sürdürülmesi gerektiği çok önemli bir husus oluyor. Belki de bunu biraz kavradıktan sonra günlük yaşamın rutininden artık bir sıkılma veya bıkkınlık duyulmaz oluyor. Halen de sıkılma veya bıkkınlık duymayı, şikayet etmeyi çok anlamsız görüyorum. Düşüncede, yaşamda üretken olmayı, paylaşmayı bilmek dirençli kalmanın da en önemli koşullarından oluyor.

30 yıl dört duvar arasında muhtemelen çok kişiyle tanıştınız, muhabbetiniz, ilişkileriniz oldu. Cezaevinde nasıl bir yoldaşlık ilişkiniz vardı?

Herhalde tarih boyunca kolay rastlanmayacak ve de uzun süreyle kalan bir tutsak yapımız var. Toplumun her kesiminden tutuklanan insanlar var. Bir topluluk, bir yoldaş topluluğu ile yaşamanın değer yüklü bir anlamı var. Toplamsal kişililerimizle taşıdığımız sorunlarımız da oluyor ama aynı anlam değeri içinde büyüyen paylaşım ve dayanışma duygu ve bilincimiz her daim daha öndedir. Saygılı olmasını bilmek, birbirini sevmek ve her koşulda dayanışma gücünü göstermek vazgeçilmez anlayış ve tutumumuzdur. Dolayısıyla arkadaşlığın, heval olmanın maddi ve manevi değerinin her koşulda bizi birbirimize bağlayan temel bir değer olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu nedenledir ki yoldaş topluluğundan koparmak, bireycilik hastalığını derinleştirerek topluluksuz ve toplumsuz bırakmak sistemin en önde gelen çabası oluyor. Bütün uygulamalar buna göre planlanıyor ve hayata geçiriliyor. Zaaf ve zayıflıklar olsa da yoldaşlığın değerine ve gücüne bağlılık ve buna katılmak görüldü ki bizleri en çok güçlendiren en temel husus oluyor. Toplumsuz bir bireyin sağlıklı olması beklenemez. Mümkün değil zaten ve bunu da yeterince gördük veya göstermeye çalıştık.

Hemen her konunun sohbet konumuz olduğunu söyleyebilirim. Dünyanın paradan para kazanan en asalak sınıfından tutun da küçük bir kız çocuğunun ağlayışına, meşe ormanlarının yakılmasından yeni keşfedilmiş bir kelebek türüne, anaların dirayetli ve asla ödenemeyecek emeklerinden bir can parçamızın toprağa düşüşüne kadar konuşmak ve ne yapılması gerektiğini tartışmak vazgeçilmezdir. Acı kahır dolu olsa da. Bazen şunu söylerdim. Ülkemizin, dünyanın bu kadar acı, kahır dolu konuları, olayları içinde, ruhsal, düşünsel ve bedensel sağlığımızı korumak gerçekten mümkün mü? Bu şüphesiz tek yanlı bir bakış. Umutlu olmayı, umutla özgürlük temelinde bakmayı bilmek gerekiyordu ve bunun çözüm değerinin çok yüksek olduğu da açıktı. 

Sadece hayıflanmıyor, şikâyet etmiyor, üzülmüyor, bir şey yapamamanın çaresizliğini duymuyorduk. İyisinin, doğrusunun ve güzelinin ne olduğunu da konuşuyor ve tartışıyorduk. Nihayetinde eleştirel olmayı biraz da kişilik özelliği haline getirmiştik. Belki bazen biraz aşırıya kaçsak da! Bu vesileyle bir anımı da paylaşayım. Bir grup arkadaş klasik Yunan felsefesi üzerine ortak bir çalışma yapıp tartışma yürütüyorlardı. Eğer yanlış anımsamıyorsam ilk ele alınıp konuşulan kişi Thales'ti. Tartışılıp ta bir sonraki filozofa geçileceği sırada bir arkadaş söz hakkı isteyip şunu söylüyordu:’’Ma bunu eleştirmeyecek miyiz?’’

Dışarda buluşmalarınıza dair de muhabbetleriniz elbette olmuştur, dışarı çıktığınızda en çok neyi yapacağınız üzerine konuşuyordunuz?

Siyasal ve ideolojik düşünme şüphesiz önde gelen bir tarz oluyor. Dışarı çıkarsak 'şunu da yapalım, bunu da yapalım' dediğimizde belki özlemleri, eksik kalanları, yeniden yapmak istediklerimizi ifade ediyorduk ama dediğim gibi yenilenmiş veya yeniden anlam kazandırılmış halleriyle düşünüyor veya konuşuyorduk.

30 yıllık tutsaklıkta eksikliğini hissettiğiniz ve ‘dışarda olsaydım bunu mutlaka yapardım’ dediğiniz durumlar oldu mu, anlatır mısınız?

‘Dışarıda olsaydım şunu yapardım’ demek herhalde en sık düşünülen veya konuşulan konulardan biri oluyor. Siyasal düşünce tarzı özellikle güncel olay ve durumlar karşısında mutlaka erkenden bir tutum almayı da koşulluyor. Bu bir tarz, bir yaşam biçimi. Bu nedenle siyasal konulara dair yorumlarda bulunuluyor. En zorlayan husus sıradan bir konuda fazla bir şey yapamamak. Özellikle zorlu süreçlerde bu daha da can yakıcı oluyor. Ama zamanla bilinçli bir tutum geliştirilmek durumunda. Çok sıradan bir konuda dahi yorum gücünü geliştirmek, kendinde bir anlama kavuşturmak bu zorlu süreçlerde yapılması gereken bence en doğru yaklaşımlardan biri oluyor. Yine de dışarıda olsaydım şunu yapardım, şöyle yapardım demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz.

Örnek vermem gerekirse, köyümün de dahil olduğu onlarca köyün otlaklarında binlerce hayvanı beslemek ve ürünlerinden herkesin yararlanmasını sağlamak, her tarafı meşe ormanı haline getirmek çok güzel bir duygu ve düşüncedir. 

Böyle yüzlerce şeyi düşündüğümde bazen uyku tutmaz olurdu. Heyecan duyardım. Bir de daha fazla çaba harcama, emek verme, doğru ve yeterli yapma, daha fazla destek olmak ve dayanışma göstermem gerektiği halde yapamadığım, eksik bıraktığım işler vardı. İçimde hep bunları yeniden yapmanın hayalini ve istemini taşıdım. Hepsi bir özeleştiri konusudur aslında. Hepsinde doğru karşılık vermenin doğru bir kişilik ve yaşama sahip olmak olduğuna inandım. Bu anlamda borçluyum yani. Yetersiz de olsa bu borcu karşılamaya çalıştım. Biliyordum ki dışarı çıkmak ve tüm bunları yapmam mümkün değil. Zindan da bir mücadele alanı. Ve yapacağın işler ne kadar sınırlıda olsa, engellerle de örülse, yine de bazı şeyler yapılabilir ve de yapmalısın. Aslında dışarıda ki zindanla bu anlamda fazla bir farkı yok. Sadece araçlar ve yöntemde bazı farklılıklar gösteriyor. Bu nedenle öyle karamsar düşünmeye, ‘bu ortamda bir şey yapılamaz’ demenin çok da geçerli bir nedeni yok.

İçeride özgür düşünmeye ve özgür yaşamaya çalışmak çok anlamlı ve değerli bir çabadır. Dışarı da böyledir. Bu anlamda özgürlüğü bir ifade biçimi, bir inşa tarzı olarak ele almayı daha çok önemsiyorum. Baskının, korkunun, hükümranlığın, ötekileştirmenin olduğu, kendini ifade koşullarının, olmadığı ortamlarda özgürce ifadeden söz edilemez. Tam da böylesi durumlarda özgürce düşünme, yaşama ve çabalamanın büyük önemi de küçümsenemez. Daha doğrusu eğer biraz özgürce nefes alıp verme gereği varsa ve buna mecbursak özgürce düşünme ve iş yapmaktan başka çaremiz yok.

Kire pasa, hileye hurdaya, oyuna entrikaya bulaştıktan sonra dışarıya çıkıpta özgür olduğunu söylemek pek bir anlam taşımıyor. Dahası alçaltıcı olmaktan başka bir değeri yoktur. Özgürleşmek, varlığını borçlu olduğun toplumunla birlikte özgür ifadeye, özgür bir kimliğe ve onun demokrasisine ulaşmak demektir. Günlük hay huyun, bir yığın anlamsız çabanın içinde çözümsüz ve çaresiz şekilde dolanmanın özgürlük olmadığını biliyorum. Özgürlük aynı zamanda harekettir. Sosyal medya denilen bu sanal alemin içinde özgür konuştuğunu ve özgürce iş yaptığını sanmak beyhude bir çabadan başka bir şey değildir. Küçümsemek için bunu söylemiyorum. Ama toplumsal ilişkinin, özgürlük ilişki ve eyleminin, hareketinin bu olmadığını da biliyorum. Teknolojiye bu kadar ve anlamsızca bağlanmanın aslında toplumsal ve siyasal çürüme ile bağlantılı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Hiçbir şey özgürce yaşam ve ilişki temelli çaba ve eylemin yerini tutamaz. Bunu derinliğine hissetmek ve bilmek gerektiğine inanıyorum.

Bir aydan fazladır dışarıdasınız, yaşadıklarınızı biraz anlatır mısınız?

Açıkçası tahliyeyi hiç beklemiyordum. Normal şartlarda ben ve benim durumumdaki arkadaşlarımın tahliye olması gerekirdi ama bizi çeşitli bahanelerle içeride tuttular. Bu sebeple onlardan tahliye beklemiyordum. Akşam saat sekizi geçiyordu, gardiyanlar bana seslenerek, "10 dakika içerisinde hazırlan, tahliye edildin" dediler. Ben de onlara "O kadar kısa sürede hazırlanamam. 1 saate ancak çıkarım" dedim. Kısa bir süre tartıştıktan sonra yarım saatte hazırlanmam konusunda uzlaştık. İki arkadaşla birlikte kalıyorduk, diğer arkadaşlarla vedalaşma şansım yoktu. O an çok hızlı bir düşünce sürecim oldu o sebeple çıkış biraz zor oldu. Dışarı çıktığımda ay vardı, aya baktım ve "dışarıdayım" dedim kendi kendime. Çok özel bir duygu hissetmedim. İlginç gelebilir, belki bu duyguyu sonra da hissederim, bilmiyorum.

Bizler genellikle çok genç yaşlarda tutsak edilen kişileriz. Aktif mücadele süreçlerimiz bile çok sınırlıdır. Bu nedenle doğal güzelliklerini gördüğümüz veya görmediğimiz yerleri yeniden görmekten yıllar önce geride bıraktığımız arkadaşlarımızla buluşma istemi herhalde en başta gelen istemlerimiz, sohbet konularımızdı. İlk yıllarda özlemini, yokluğunu bütün ağırlığınca hissettiklerimiz giderek yerini bir anlama, doğru hissetme ve yaşama tarzına kavuşuyor diyebilirim. Ailemizden, halkımızdan, yoldaşlarımızdan bir çiçeğe kadar kendinde yeniden üretmek, anlama kavuşturmak ve kendinde yaşatmayı bilmeyi öğreniyorsun. Dışarı çıktığımda nedense ailelerin, dostların aklına ilk gelenlerden birisi yemek oluyor. İçeride de bunun yokluğunu hissediyorsun. İdarelerin verdiği yemekler gerçekten de iyi değil. Ailelerin beslenmemize ilişkin kaygıları bir yerde anlaşılırdır. Ama hiçte öyle bir yemek istemi ve arayışı olmadığını da ben bu kaç gündür bir türlü anlatamıyorum.

Belki de hayatınızın en güzel günlerini geçirdiğiniz Muş’a, Varto’ya gittiniz. Yıllar sonra orada olmak ne hissettirdi, oraya giderken gözünüz ilk neyi aradı?

Dışarıya çıktığımdan bu yana en çok sorulan sorulanlardan biri uyum sorunu yaşıyor musun? Yabancılık yaşıyor musun? oldu. Belki ilginç gelecek ama hiç de öyle bir yabancılık yaşamadım. Yaşamıyorum. Dışarıya çıktığım an’da, nizamiye kapısının dışında yaklaşık yarım saat yalnız kalma durumda kaldım. Gece yarısına doğruydu. Açık gökte bir ay, gelen geçen arabalar, soğuk esen bir rüzgâr ve kapının diğer tarafında az önce bırakıp geldiğim arkadaşlarım… Ne hissediyordum? Ne düşünüyordum? Yalnızlık mı, korku mu, bilinmezlik mi? Özlem mi? Yoksa büyük bir rahatlık mı? Çığlık atma istemimi mi?.. İçeride iken düşündüğün, hayal ettiğin veya rüyalarına kadar giren toprağa dokunma, yürüme, koşma, ‘ben burada mıyım?’ diye bağırmak mı?.. 

Bir aydan fazladır dışarıdayım. Halen tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. İçeride miyim yoksa dışarıda mıyım diye kendime az sormuyorum. Bende var olanlar içeride, içeride olanlar bende mi? Özlediklerim, sevdiklerim, merak ettiklerim, yapmak istediklerim… nerde? Bu kıyaslamayı yapmam mı gerekiyor? Ya da bunları öyle bir birbirinden ayırmak mı gerekiyor? Sanmıyorum. Gerçekliğin de böyle olmadığını düşünüyorum. Ama arkada bırakılan tam tamına otuz yıl iki ay. İdare en az bir yıl boyunca tahliyemin ertelenmesine karar vermişti. Herhalde dünyada rastlanmayacak bir kanun düzenlenmesine dayanarak. Bu otuz yıl iki aydan sonra benim herhalde bir şeylere yabancılık duymam ya da bazı şeylere daha fazla yakınlık duymam gerekiyor. Ama yok. Neden acaba? Belki bunun birçok nedeninden söz edilebilir. Şüphesiz. 

Hislerim ve düşüncelerim bana şunu söyletiyor. Mensubu olduğum toplum ve bu toplumun varoluş ve kendini ifade gerçekliğinden bağını koparmamak, bütün zorluk ve yetersizliklerine rağmen bu toplumla kendini ifade etme iradesi ve düşüncesini canlı tutmak böyle çok ayrıksı bir yabancılığı yaşamayı engelliyor. Başta da ifade etmiştim. Bu bir süreçtir. Bu süreç farklı mekanlarda da olsa sürüyor. 

Bu nedenle kimi fiziki değişiklikler dışında hemen hiçbir şey bana yabancı gelmedi. Yıllar sonra buluştuğum insanlar ve gittiğim köyüm de böyle. Köye ayrılan yola girdiğimde arabadan indim. Toprakta yürüdüm. Aslında yıllar önce araba ben nasıl yürüyerek gittimse nedense yine öyle gitmek istedim. Sanırım ben halen orada ve o zamandaydım. Ama şüphesiz bendeki ve benim dışımda ki değişimlerle birlikte. Yine de bendim. 

Köyümü kimi fiziki değişiklikler olsa da aynı şekilde buldum. Yine küçük, yine güzel. Dağı, taşı, suyu, çiçeği, ağacı benimdi. Bizimdi. Olmayan ise arkadaşlarımdı. Köylülerimdi. Küçücük mezarlıkta şimdi onlarca mezar vardı. Annem, babam ve ablamı da bu yıllar içinde kaybettim. Boğazımdan yutkunmayı, gözlerimden yaşların akmasını tutmadım. Şimdi dışarıda iken yaşayanların tersine ölülerimizi ve içeridekileri düşünüyor, merak ediyordum. Köyüm ise bildiğim köyümdü. Her bir ağacın, taşın, evin yeri biliyordum. Aradığımda bazıları artık yoktu. Fazla olanlar ise hafızama kaydedildi mi, bilmiyorum. Ama nedense bazı şeyler biraz daha küçük görünüyordu. O dağ çocuklukta hafızamda büyük olarak yer etmesinden kaynaklanıyor olmalı. Çıktığımdan bugüne kadar gerek gördüğüm gerekse de telefonla da ulaşan bütün insanların en canlı, en dostça hallerini gördüm. Hepsi de çok değerliydi. Bu vesile ile bütün bu yıllar boyunca unutmayan, yalnız bırakmayan, her daim duygu yüklü selamlarını gönderen veya seslendiren herkesi minnet ve takdir duyguları ile selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. İstem ve beklentilerinin çok değerli olduğunu biliyorum. Hepsine minnet borçluyum.

Türkiye ve Kürdistan zindanlarında baskı ve işkence her dönem çeşitli yöntemlerle karşımıza çıkmakta. Zindanlardaki dönemlere göre baskıların yoğunluğunu kıyasladığınızda neler söyleyebilirsiniz?

30 yıllık süreçte en ağır şartlar bu dönemde oldu. Hiçbir zaman 2016 süreci sonrası kadar ağır bir süreç yaşamamıştık. Cezaevleri için şartlar açısından en özel dönemdir diyebilirim. Yaşadığım 25 yıldan çok daha fazla yoğunluklu, ağır özel şartlarda geçen bir cezaevi süreci oldu. O süreci de Tekirdağ’da karşıladım fakat bu durum sadece Tekirdağ’a özgü değildi. Tüm cezaevlerinde aynı baskı hakimdi.

Yakın zamanda serbest bırakılan 30 yıllık birkaç kişi daha var. Onlarla görüştünüz mü?

Evet birkaç tanesiyle telefonla görüştük. Zindanda 10 yıl beraber kaldığım başka bir arkadaşla da bir haftadır beraber geziyoruz. Bu ikimiz için de çok güzel bir duygu. Beraber çok şey paylaştığımız, yaşadığımız arkadaşlarla dışarıda olmak çok farklı hissettiriyor. 

Şunu da belirteyim, zindandayken bizimle dayanışma içerisinde olan halkımızla dışarıda karşılaşınca yaşadıkları heyecanı çok değerli görüyorum. Bizimle dayanışma içerisinde olan herkese minnet duygularımı ifade etmek istiyorum.  

Tahliyeniz engellenince sosyal medyada size dair çıkan dayanışma mesajlarında elinizde güvercin olan bir fotoğraf dolaşıma sokuldu. O fotoğrafın hikayesinden bahseder misiniz?

O fotoğrafın yılını tam hatırlamıyorum ama Sincan süreciydi. Yıl olarak da 2004-2005 olabilir. Güvercin her gün ekmek verdiğimiz, içerde beslediğimiz güvercinlerden biriydi. Öncesinden fotoğraf çekimi için dilekçe vermiştik. Fotoğrafçının ne zaman geleceği belli değildi. Şansıma o ana denk geldi. Aslında içerideyken o fotoğrafı unutmuştum. Zindandan çıktığımda gördüm. Çekildiğim fotoğrafı yaklaşık 18 yıl sonra gördüm, zor değil mi? 

Peki zindandan çıkarken başınızdan geçen ilginç diyebileceğiniz şeyler geçti mi?

Elbette. E her şey değişmiş, her şey… Zindanda beraber olduğumuz arkadaşla çay içmek için kahveye gittik. Çayımızı içip kalkarken cebimdeki bozuklukları çalışana uzattım. Elimde ne kadar para olduğunu, çayın ne kadar olduğunu bilmiyorum. Avucumda para, ben çalışana bakıyorum, çalışan bana bakıyor. Çalışana buradan al dedim ama meğerse elimdeki para çay parası etmiyormuş.

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Size, şahsınızda bütün özgür medya emekçilerine sevgi selam ve saygılarımı sunuyorum.

Koğuşa ananas geldiğinde

Birçok anı biriktirmişsinizdir ve muhtemelen çoğunu da hatırlıyorsunuzdur. Bize anlatmak isteyeceğiniz bir anınız olur mu?

Ananas meselesi… Ne dışarıda ne içerde hiç ananas görmemiştik, tadına bakmamıştık. Belki televizyonlarda arada çıkıyordu ama nasıl olduğunu bilmiyorduk. Bir gün idareden, siparişlerinize ananas da ekleyebilirsiniz diye anons geçildi. Yan koğuşumuzdaki arkadaş listeye ananası da eklemişti. Ananas geldiğinde bizi de çağırdılar. "Ananas gelmiş nasıl yendiğini bilmiyoruz" dediler. Ben de bilmediğimi söyledim. Velhasıl ortak fikir ananası ikiye parçalamak ve içindekini yemek üzerine gelişti. Öyle yaptık, ananası parçaladık içindeki çekirdeği zorla da olsa kesip arkadaşlara dağıtmıştık. Çekirdeği yerken ananasın daha olgunlaşmamış olduğuna karar vermiştik…

Bir diğer anı da şu: Bir ara da yan tarafımıza Trabzon Cezaevi'nden üç adli getirilmişti. İçeri girerken giyecek hiçbir şey verilmemişti kendilerine. Bir ara avluda bağırıyorlardı kim var kim yok diye. Seslerini duyduk, bizden eksik ihtiyaçlarını rica ediyorlardı. Biz de 3-4 gün boyunca kendi aramızda istediklerini kendilerine verdik… 5. gün yine seslendiler,  "Kusura bakmayın size bir şey soracağız, neden dolayı içerdesiniz?" diye sordular. PKK’liyiz dedik. Bir on saniye durduktan sonra "Olsun be kardeş, hepimiz insanız" demişlerdi.

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.