8 Mart ve feminist arkadaşlık
Hatice ERGÜN Haberleri —
- Eylerken kolkola girdiğimiz, halaya durduğumuz, gönlümüzden, yaşayageldiklerimizin derinliklerinden en yüksek perdeye ayarlayarak çığırdığımız isyanımız alanlarda karşılaştığımız bizleri yaşamlarımıza yayılan arkadaşlıkta buluşturuyor.
Bu kasvetli bir yazı. Ama aynı zamanda umudun yazısı. Şiddetin saldığı, beynimizi, ruhumuzu zorlamak için yaydığı kasvete inat direnişin getirdiği umudun yazısı...
Dünya Kadınlar Günü’yle ilgili bu kez 8 Mart sonrası yazmayı istedim. Memlekette de dünya da o kadar tuhaf ki, sözü zorluyor. Dolayısıyla, hep beklemeye meylediyoruz. Beklemek ertelemeyi, erteleye erteleye iptal etmeyi getirmese iyi olacak. Krizde olduğunu bildiğimiz, kimisinin artık olmadığında karar kıldığı neoliberal zamanlar hızla tüketmeye itiyor ya, her şeyi, sanki bugün olanı hemen-şimdi konuşmazsak, sonraya bırakırsak anlamsızlaşacakmış hissini yaygınlaştırıyor. Oysa tarih, hemen-şimdiyi uzama ve zamana yaymakla şekillenmez mi? Olana bitene dair konuşmak için zamanın geçmesi, mekânın sınırlarının genişlemesi gerekmez mi?
Bu yıl 8 Mart, tüm dünyada sağın faşist haline kayan bir politik atmosferde gerçekleşti. Türkiye’de farklı illerde, şehirlerde, gün içinde ve gece eylemleriyle cis-erkek olmamamızdan kaynaklı, yaşadığımız ayrımcılıkları, yüzleştiğimiz farklı şiddet formlarını tekrar tekrar bilerek, kadın dayanışmasının ve feminist mücadelenin şaşırtıcı gücüyle yürüdük, halaylar çektik, sözümüzü, şarkılarımızı söyledik.
‘Şaşırtıcı gücüyle’ diyorum, zira, şiddetin keyfi bir şekilde sistematikleştiği bir dönemden geçerken bunca inat şaşırtıcı olmak durumunda. Sokakta eylemek, kadınlar olarak, cis-erkek kimliği dışında var olmak tehditle yüzleşmeyi süreğenleştiriyor. Çocuk cinayetleri, kadın cinayetleri, trans cinayetleri sayısal olarak ve sıklık açısından yükselişte; kapitalist patriyarkanın işleyişine ve işe yarar kurumsallaşmalara tehdit addedilen her oluş biçimi katledilmek üzere kayda geçiliyor. Tam anlamıyla bir terör ortamında yaşıyoruz. Terörün siyaset teorisi tarihi boyunca geçirdiği anlam değişimleri bir yana, temel tanımı, insanların yaşamlarını devam ettirmekle ilgili süreğen güvensizlik içinde olması, yönetimle ilişkinin salt ve saf (yaşamsal) korku üzerinden işlemesi, her an öldürülme tehdidi fikrinin gündelik hayatta belirleyici olmasıyla kurulur. Dolayısıyla, terör, uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukukta bize öğretilegelen savaş durumu olmasa da, ulus-devletlerin yasalarından dışlanan silahlı grupların, ve/ya da ulus-devletlerin meşru vatandaşlarına gündelik hayattaki savaş haline tekabül eder. Bu, hayatta kalmanın belirleyici olduğu bir haldir.
Feminist mücadelenin şaşırtıcı gücü burada görünürleşiyor. Zira, hayatta kalmak gibi temel ve neredeyse salt içgüdülere indirgenebilme riski taşıyan cinsiyet ilişkileriyle tanımlanan sosyo-politik alanlarda salt hayatta olmaya dönük adımların ötesinde birlikte durmak, yanyana olmak, birbirine sahip çıkmak istisnai bir gücü/güçlenmeyi gerektirir.
Feminist arkadaşlık, tam da böyle zamanlarda, alanlarda değerli; tam da böyle zamanlar ve alanlarda kuruluyor. Eylerken kolkola girdiğimiz, halaya durduğumuz, gönlümüzden, yaşayageldiklerimizin derinliklerinden en yüksek perdeye ayarlayarak çığırdığımız isyanımız alanlarda karşılaştığımız bizleri yaşamlarımıza yayılan arkadaşlıkta buluşturuyor.
Şiddetin yapısallığını doğrudan bedenimize, aklımıza, gönlümüze, vicdanımıza değdiği anlarda çaresizliğe itilerek yaşarken, birlikte olduğumuz zamanlarda ve alanlarda inatla şiddetten sıyrılıyoruz. Başka bir dünyanın, başka bir ilişkilenmenin, başka bir zamanda değil, şimdi ve burada başlatılabileceğini, bunun formülünün elimizde olduğunu bir kez daha görüyoruz.
En zor zamanlarda, karanlığın alacasında günün gelişini ararken, güneşi getirmeye çıkarken, bize Maya Angelou’nun dizeleri eşlik ediyor:
Sözlerinle bana ateş edebilirsin,
Bakışlarınla beni kesebilirsin,
Nefretinle beni öldürebilirsin,
Ama, ne olursa olsun, hava nasıl yükseliyorsa ben de yükseleceğim.
Jin, Jiyan, Azadî!