Barıştan konuşurken
Hatice ERGÜN yazdı —
- Barışı konuşurken yerinden etmeden başladığımızda savaşı, yıkımı çağırırız. Ancak köklerimizle konuştuğumuzda, düşündüğümüzde, birlikte hareket ettiğimizde, birbirimize dokunduğumuzda barış umudumuz gerçekçilik barındırır.
- Yeryüzüne dayanmak, tek başımıza sağlamlığın nafileliğini, birbirimize yaslanarak biraradalığın neşesini görmemizi gerektirir. Öyleyse, barış her birimizin, hepimizin yeryüzüne borcu değil de nedir?
Kıyı güzel; çoğunlukla rüzgârlı. Bazen fırtınaya tutuluyoruz, bazen hafif bir esinti eşlik ediyor yürüyüşümüze, bazen sert esiyor; bazen hepsi birden toplam iki kilometrelik yürüyüş yolunda birbirini takip ediyor. Kıyıya 100 metre mesafede şehrin, sanırım, en lüks oteli var. Otelden kıyıya giden yürüyüş alanında marifet olsun diye eğri büğrü döşenmiş arnavut kaldırımı taşlarda ilerlemek maharet istiyor. Bir iki kez düştüm; birçok kez düşeyazdım. Yolun iki tarafı çokça elektrik direğini ağırlıyor. Çoğu işlemeyen lambalar. Bazı direkler hasarlı; müdahale edilmiş görünüyor -evde geçici çare olarak başvurduğumuz elektrik bantlarıyla. Arada topraktan elektrik hissi alıyorsunuz. Yetkililerin ne taşları ne direkleri düzeltmekle ilgisi var.
Yol, çimen ve ağaçlı orta alanlarla ikiye ayrılıyor. Rüzgârın şiddetli olduğu anlarda otel tarafındaki kısma kaçabiliyorsunuz. Bolca bank ve çöp kutusu yerleştirilmiş. Buna rağmen her yer insan atığı dolu. Aslında çöp kutularındaki atıkların şiddetli rüzgârla havalanıverdiğini düşünmek istiyorsunuz. Olmuyor; fizik kurallarına, yerçekimine aykırı.
Lüks otelin çalışanlarının, yöneticilerinin, müşterilerinin, sahiplerinin steril zenginliklerinden kopagelen lağım denize akıyor. Bu deniz şehrinde, bu kıyıda yüzülemiyor. Bazen yurt dışından gelen bir iki turisti denizde görüyorum; şaşkınlıkla bakıyorum. Farkında değiller; neden bilmiyorlar? Geçende uzun süre sonra Türkiye’ye gelen bir sevdiceğe dedim: ‘Atık topraklara hoş geldin.’ Burası da öyle.
Yürüyüş yaptığım kısmın tam orta yerinde küçük bir alan var -toprakta kendiliğinden bir daire oluşmuş. Yaz akşamüzerleri gün batımını toprağa oturarak seyretmek için ideal bir konumda. Sokakta yaşayan kediler -artık olmayan köpeklerle- ziyaret edildiğiniz alanlardan. Geçen yaz, birkaç kez aynı erkek çiftin o alanda piknik sandalyelerini ve masalarını döşeyerek, oturdukları yerin etrafını yılbaşı ışıklarına benzer aydınlatmayla çevreleyerek, sakin sakin güzel zaman geçirdiklerine tanık olmuştum. Artık bu mümkün değil.
Çünkü, belde belediyesi o noktada bir barış parkı yapma kararı almış olmalı ki, önce tabela belirdi. Adı ‘... belediyesi barış parkı’ olarak belirlendi. Önce tabela yerleşti, güzelim toprağın üzerine. Sonra, çiftin piknik masasını yerleştirdikleri kısımda derin bir çukur kazıldı. Bir haftayı aşkın çukur yeni sâkinini bekledi. Sonra genç yetişkin addedilebilecek, ait olduğu yerden, ailesinden sökülmüş bir zeytin ağacı çukura yerleştirildi. Yanlara hazır çiçekler gömüldü. Etrafı şu pek moda, pahalı, beyaz taşlarla çevrildi. Zeytin ağacı, ailesinden sökülmek bir yana, köklerini uzatabileceği herhangi bir başka ağaçtan uzak yapayalnız bırakıldı. Zeytin dalı barışın simgesi miydi?
Minyatür sıfatının bile büyük geleceği park 23 Nisan’da kullanıma açıldı. Adının başına uluslararasılığı simgeleyen IIPT eklenerek -Turizm Yoluyla Uluslararası Barış Enstitüsü; turizm sektörünü geliştirmeye odaklanan bir kuruluş.
Sıfatı yapısına uymayan, yerinden edilmiş bir zeytin ağaçlı, marketlerden alınan ekili birkaç çiçekle düzenlenen alan ne gündeliğe sığıyor, ne gündelikten çıkıyor. Gündeliğe sığmıyor; zira, henüz hepimizin yaşadığı gündelikler aynı plastiklikte değil. Umarım hiçbir zaman olmaz. Gündelikten çıkmıyor; zira, gündelik rant hesabıyla işleyen yerel yönetimlerin istilası altında -her gün oradan geçerken, artık, ayak bastıkları, oturdukları toprağa zarar vermeden güzelleştiren, güzelliği kendinden menkul kılmayan, böyle bir iddiası olmayanlara değil, bir plaketin dalga geçer gibi yerleştirildiği taşa bakıyoruz. Gülümseyemiyoruz, bile; selam veremiyoruz. Nasıl yapalım? Yerinden edilen bir zeytin ağacının gözyaşlarına nasıl gülümser, nasıl selam verebiliriz?
Barışı konuşurken yerinden etmeden başladığımızda savaşı, yıkımı çağırırız. Ancak köklerimizle konuştuğumuzda, düşündüğümüzde, birlikte hareket ettiğimizde, birbirimize dokunduğumuzda barış umudumuz gerçekçilik barındırır. Birbirimizden, geçmişimizden, bugünümüzden, geleceğe dair umudumuzdan habersiz kalmamızı talep ederek işletilen süreçler, ‘ağaçların mantarlarla kurdukları ağ’ (wood wide web) (Wohlleben, 2016, 16) gibi ilişki ihtimallerini baştan es geçer.
Belki, barış adımlarında insanlık tarihinde bir türlü becerilemeyeni, kalıcı barışı, insan-merkezci yaşamda değil, yeryüzünde aramak umudumu tazeleyecek bir yoldur. Söz gelimi, ‘ağaçlar işleri gereksiz biçimde zorlaştırmayı sevmezler. Komşularına huzurla yaslanabilecekken ne diye kalın, sağlam bir gövde geliştirsinler ki?’ (Wohlleben, 2016, 42-43)
Yeryüzüne dayanmak, tek başımıza sağlamlığın nafileliğini, birbirimize yaslanarak biraradalığın neşesini görmemizi gerektirir. Öyleyse, barış her birimizin, hepimizin yeryüzüne borcu değil de nedir?
