Gündelik politika ve tahakkümün sınırları
Hatice ERGÜN yazdı —
- Kaynak paylaşımının, kaynak kullanımında karar almanın eşitlikçi bir hatta işlemediği, işletilmediği, bu yöndeki önerilerin reddedildiği ve alternatif sunanların kovulduğu bir mikro birlikte hareket alanında bunca güç hırsı şaşırtıcı, yıldırıcı. Dehşete düşüren ise çoğunluğun bu tarzı kabul etmesi.
Mevcut dünya düzeni, Hannah Arendt’in totalitarizme bakarken bahsettiği akıl tutulmasını her gün farklı biçimlerde yaşanır hale getiriyor. Gündelikte iletişim kurmaya çalışırken, konuşurken, dediklerinizden ziyade size denilenlere göre anlaşıldığınız bir hâl hâkim. Çoğunluğun güç zehirlenmesi olarak tanımlanagelen bir sorunla yaşaması bu hâli körüklüyor, güçlendiriyor.
Erdoğan, başbakanlığı zamanında muktediri oynarken Mersin ziyaretlerinden birinde (2006) şikâyetini 'anamız ağlıyor’ diyerek dile getiren çiftçiye ‘ananı da al git’ diye çıkışmıştı. Henüz güç tam anlamıyla elinde değildi; henüz total güce sahip değildi, o ve şürekası. Bugün sahip oldukları gücün zehriyle saldıracakları yeri şaşıran muktedir pozisyonuna henüz gelmemişlerdi.
Ama bugün, muktedirin dilinden başka dilleri ve alternatif ihtimallerini unutarak yaşamayı seçenler hem gündelik ilişkilerinde hem orta ve uzun vadeli birlikteliklerinde 2006’dan kalan ve maalesef istisnai olmayan, gittikçe şiddetlenen ve derinleşen, güce/tahakküme dayanan siyaset arzusuyla hareket ediyor. Yine maalesef, azınlıkta değiller. Hâl böyle olduğunda en çok onlar duyuluyor, en net onlar anlaşılıyor, en çok onlar görünüyor: Birlikte hareket ettikleri diğerleri, yoldaş değil, arkadaş değil, yönetilir özneler oluyor. Yönetilmediklerinde ve/ya da birlikte karar alma sürecine işaret ettiklerinde reddediliyor: ‘Beni değerlendirmek senin/sizin haddin/iz değil!’ Zira, her alternatif öneri, muktedirin/gücü arzulayanın düşünmediği, düşünmeye üşendiği, yap(a)madığı bir başkalığa işaret eder. Bu nasıl bir güç döngüsüdür ki, yapıcı olasılıkları baştan yok sayar; bu nasıl bir teklik hâlidir birlikte yol alırken kişiyi salt kendisini gördüğü bir alana sıkıştırır?
Erdoğan, cumhurbaşkanlığıyla monolitik gücü edindiği sıralarda, muhalif akademiklere -özelde Barış İçin Akademisyenlere- saldırgan yorumlarından birinde şöyle seslendi (2016): ‘... siz karanlıksınız... Aydın falan değilsiniz. ... Kendisine akademisyen diyen güruh devleti suçluyor. ... üstelik çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız.’ Kamu kaynaklarını fütursuzca dağıtmayı kendine ve yakın çevresine hak biçen bir patriyarkın bu seslenişi bugün, sivil toplum faaliyetlerinde halihazırda kıyasıya işleyen bireysel rekabeti -zira sivil toplum alanı aynı zamanda istihdam sektörü- birlikte hareket edenlerin herkesin yapabildiğini, yapabildiği kadar formülüne bağlılığını bozacak şekilde kişisel hırslara evriltebiliyor:
Yeri geliyor, hak savunusundan bahseden, çoğunluğu kadınların oluşturduğu birlikte yapıp-etme süreçlerinde, herhangi bir şahıs çıkıp haykırabiliyor: ‘...şahsım adına... hem bana saygısızlık yapılacak hem de nimetlerimden faydalanılacak... bir ay içinde arkanıza bakmadan gideceksiniz’ (bkz. ‘ananı da al git’). Bu cümlede nimetlerden faydalandığı varsayanların emeği, bilgisi, maddi kaynakları, fiziksel çabaları sıfırlanıyor- doğrudan terörize edici bir ötekileştirme (bkz. Ruanda’da karar alma mekanizmalarında kadınların temsil oranının yüzde 50’ye çıktığını işaret eden Hülya Gülbahar’a başbakanlığı döneminde (2007) Erdoğan’ın yanıtı: ‘Ruanda mı olmak istiyorsun, git ol o zaman’).
Kaynak paylaşımının, kaynak kullanımında karar almanın eşitlikçi bir hatta işlemediği, işletilmediği, bu yöndeki önerilerin reddedildiği ve alternatif sunanların kovulduğu bir mikro birlikte hareket alanında bunca güç hırsı şaşırtıcı, yıldırıcı. Dehşete düşüren ise çoğunluğun bu tarzı kabul etmesi. Toplumsal olanın ve toplumsal ilişkilerin mikro analizleri bu nedenle siyaseten önemli: Seçmenlere bakılırken anketlerden ziyade güç arzusunun gündeliğe yayılan tezahürüne bakabilmemizi sağlıyor. Ötesinde, yirmi üç yıl boyunca İslamcılıktan Müslümanlığa, liberallikten otoriterliğe, cemaatçilikten milliyetçiliğe geçtiği varsayılan bir muktedir grubunun neoliberalizmde ve bir politik biçem olarak faşist söylemsel pratiklerde istikrara varan duruşunun sivil alandaki etkilerini gösteriyor.
Bireysel bir deneyimi olabildiğince kişisel alandan çıkartarak aktarmaya çalıştığım bu yazının devamı var- bu kez, doğrudan hayvan hakları hareketindeki politik eksiler üzerine...
Hak savunusu bütünseldir; muktedirin derdi kişisele sığıştırmaya çıktığı kendi hak iddialarıdır. Tarih bu bütünselliği talep edenlerin çabalarıyla daha adil bir yaşam umudunun örneklerini anlatır. Bunlara tutunarak devam ederiz, ediyoruz.
