Asrın Barbarlığı -I-

Ava Neşe KALP yazdı —

  • Yıllardır Kürtler ve Aleviler hak sahibi olmasın diye besledikleri devlet biçimindeki bu canavarlık ideolojisi, asrın barbarlığına dönüşerek kendilerini vurunca, gerçek toplum gerçek bir felç halini yaşıyor. Oysa bu, yıllardır bu ülkenin ötekilerine yaşatılan gerçek bir Osmanlı mantalitesidir.

20. Yüzyıl, nasyonalist, yani ulus devletçi ideolojilerin hakim oldukları bir dönemdir. Her ne kadar bu dönemin ideolojileri ulus devletçi olsalar da hepsi temel bir dini ideolojiyi de yedeklemektedirler. Avrupa Ortaçağ’ından çıkan devletler için bunun anlamı din bürokrasisinin yönetsel mekanizmadan dışlanması ve sadece bireylerin gündelik hayatında ihtiyaç duyulduğu kadarıyla sınırlı bir alan açmak iken, yeni şekillenen özellikle Osmanlı bakiyesi ulus devletlerde bu, din devletinden devlet dinine geçiş biçimini alır.

Müslüman ülkelerde dinin bağımsız bürokrasisi oluşmadığı için, din her zaman devlet erkinin, yani iktidarın elinin altındaki ordu olarak kullanılmıştır. Bu konuda Türkiye ve Suriye örnekleri önemlidir. Türkiye ulus devleti kurulduğunda kendisi Türk ve -çok büyük bir olasılıkla- Müslüman da olmayan Mustafa Kemal, Türk milliyetçiliğine devletin dini olarak İslam’ı yedekleyerek bu adımı atar. Aynı şekilde Michael Aflaq Suriye Arap Baas’ının ideologlarından, [nasyonalist] sosyalistlerinden, Hıristiyan kökenli bir ateisti olarak İslam dinini Arap ulusunun birleştiricisi olarak işaret eder.

İslam dini, gerçek anlamda bir savaş ve sömürgecilik dini olarak, aynı şekilde şekillenen Hıristiyanlığı taklit eder.  Haçlı seferlerine karşılık cihat seferleri yapar. İnsanları din değiştirmeye zorlar ve girdiği yerleri yağmalayarak iktidarını ve ordusunu yağma ekonomisine bağlar ve böyle yayılır. Hıristiyanlıkla farkı, Hıristiyanlık İsa tarafından değil, İsa’nın arkasından başkaları tarafından biçimlendirilmiş bir din olduğundan, uzun karanlık Orta çağ sonrası Avrupa’sında buna karşı bir aydınlanma fikrini ve direncini mümkün kılan bir zeminin oluşmasına fırsat tanımış olmasıdır.

Oysa İslam, bizzat kurucusu tarafından bir savaş dini olarak başından itibaren biçimlenmiş durumda. Bugün pek çok araştırmacının da altını çizdiği gibi, gelişmesi de savaş sonrası elde edilen ganimetin büyük bir ekonomik patlamaya yol açması ile gerçekleşir.

Osmanlı’nın tüm ekonomisini üzerine bina ettiği cihat adı altındaki yağma faaliyeti, artık dışarıya çok yapılamadığı için onun bakiyesi olan ülke sınırları içinde gerçekleştiriliyor. Bu nedenle azınlıklara karşı kullandıklarını, gerektiğinde iktidar rakiplerini boğazlamada ve ezmede de kullanabildikleri bu ideolojik formasyon, din devleti ile devlet dini arasındaki hızlı geçirgenlik üzerinden kotarılıyor. MHPlileri, Doğu Perinçekçiler, Ergenekoncular, Ağarlar, Ümit Özdağlar’ın bir anda AKP, Hüdapar, İŞİD gibi cihatçı gruplarla iç içe geçebilme ve kaynaşabilme kabiliyetleri işte buradan gelmektedir.

Bu devlet karakteri bu deprem döneminde Kürt ve Alevilerin dışındakilerini daha şiddetli sarsmış görünüyor. Gerçekten de Kürtler ve Aleviler devletten bir şey beklemediklerinden hem şaşkına uğramadılar hem de Diyarbakır örneğinde gördüğümüz gibi kendi başının çaresine bakma refleksini hızla geliştirip koordine oldular. Oysa kendilerini devletin birinci sınıf vatandaşı sayan diğerlerinin geldiği nokta, AKP ve onların işbirlikçi seküler nasyonalistlerin neden bu konuda bir şey yapmadıklarına dair yavaş yavaş öfkeye dönüşen bir şaşkınlık hali yaşanmaktadır. Öyle ya, onların devleti değil miydi?

Yıllardır Kürtler ve Aleviler hak sahibi olmasın diye besledikleri devlet biçimindeki bu canavarlık ideolojisi, asrın barbarlığına dönüşerek kendilerini vurunca gerçek toplum gerçek bir felç halini yaşıyor. Oysa bu, yıllardır bu ülkenin ötekilerine yaşatılan gerçek bir Osmanlı mantalitesidir. Burada kıymetli olan insan değildir. Askerler değildir. Doğa hiç değildir. O mantalitede iktidardakiler hiçbir sorumluluk üstlenmeden, anlık yağma duygusu ile en kısa sürede ne kadar çok ganimet elde edeceğine odaklanmaktadırlar.

Bu anlayışta insan kavramı sadece iktidara/devlete yarayacaksa ve yarayacağı süre kadar kıymetlidir. Bunun en tipik örneğini esir askerlere davranışından anlayabiliriz. Türk devleti bir yandan askerliği bir din haline getirip kutsarken, öte yandan hiçbir zaman esir düşen bir askerinin peşine düşmez mesela. Çünkü birey olarak bir kıymeti yoktur. Yerine yedekte tuttukları binlercesi var. O sadece savaşacak bir unsurdur, araçtır. İsrail bir askeri için beş yüz Filistinliyi takas edebiliyor, batı devletleri bir rehine için çok yüklü kefaletler ödeyebiliyorken Türk akıncılığı ve İslam cihatçılığında askerler zaten öldürmesi ve ölmesi gereken ve düşmanın eline geçmişse imha edilmeleri gereken birer araçtırlar. İşte PKK’nin elindeki rehinelerini bombalamanın altındaki psikoloji bu.

O yüzden AKP, MHP ve ulusolcular gibi devlet ve iktidarı kutsayan bir zihniyet, deprem bölgesindeki trajediyi hisseden kesimler değildir. Onlar sadece kendi birinci halka akrabaları, ideolojileri ve birlikte var oldukları suç ortaklarıyla nasıl iktidarda kalabileceklerinin hesabındalar. Doymak bilmeyen bir talan telaşı içindeler. Osmanlı ya da İslam orduları gibi, AKP’nin yüzde 35’lik yağmacı destekçi/ordusuyla açtığı alana talan için koşan bir güruh psikolojisi hakim. İşte deprem de böyle bir yağma ve talan fırsatı sunarak asrın barbarlığına bir adım daha ileri gitmiş oldular.

Devamı bir sonraki yazıda.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.