Cinayeti Görmek ya da Görmemek

Kültür/Sanat Haberleri —

Profesör Andersen’in Gecesi - Dag Solstad

Profesör Andersen’in Gecesi - Dag Solstad

  • Dag Solstad’ın bu 104 sayfalık kitabı, seçkin bir edebi zevke hitap ediyor. Alt metninin yoğunluğu ve edebi göndermeleriyle, nitelikli olmayan bir edebiyat okuru için epey zor bir kitap. Fakat Kuzey Avrupa Edebiyatını tanımak ve muhteşem bir varoluşçu eserle kendini ödüllendirmek isteyenler için bire bir.

BİLGE AKSU

 

Son yıllarda Türkçeye çevirileri hızla artan bir yazar, Dag Solstad… Norveç edebiyatının son dönemdeki en başarılı ismi. Daha evvel burada, bir başka kitabından bahsetmiştim. Çeviriler arttıkça, üzerine konuşulacak materyallerin de arttığı bir yazar olduğu için, buna benzer yazılar ve yorumlar her yerde artacaktır diye düşünüyorum.

Dag Solstad 1941 doğumlu. Yani ikinci dünya savaşının orta yerinde, kıtanın en kuzeyinde dünyaya gelmiş. Savaş sonrası yılların global travmasını ve 60’ların gençlik hareketlerini yakından deneyimlemiş biri. Bütün bu etkileri yazdığı her şeyde görebiliyorsunuz. Buna ek olarak, yine gençlik yıllarının popüler felsefi akımına, varoluşçuluğa da çok fazla yer veriyor. Bu hafta, Türkçedeki üçüncü kitabı Profesör Andersen’in Gecesi üzerinde duralım.

Profesör Andersen’in Gecesi, ilk olarak 1996’da yayımlanmış. Türkçeye çevrilip basılması ise 2021 yılını bulmuş. 2018’den bu yana yazarın diğer kitaplarını da çeviren Banu Gürsaler Syvertsen’in üstün çabalarına borçluyuz bunu sanıyorum.

Bir edebiyat profesörü

Kitaba ismini veren Profesör Pal Andersen, Oslo Üniversitesi’nde bir edebiyat profesörü. 55 yaşında. Geçmişte bir evliliği olmuş fakat yaklaşık 10 yıl kadar önce ayrılmışlar. Çocuğu yok. Tipik bir Kuzey Avrupa entelektüeli. Yalnız yaşayan, belirli alışkanlıkları ve zevkleri olan, seçkin bir arkadaş grubuna sahip bir portre çiziyor. Kitabın girişinde bu karakterin, titizlikle hazırlandığı noel akşamına dair düşüncelerini görüyoruz. Hiçbir geleneksel ritüelden ayrı kalmadan, yapılması gereken her yemeği yaptığı, yılbaşı ağacını özenle süslediği ve bunlardan içten içe bir haz duyduğu anlaşılıyor. Hatta bu kısımlarda, pek öyle inançlı biri olmamasına rağmen İsa’nın hayat hikayesine olan merakına dair düşünceleri de öne çıkıyor.

Yalnız bir yemeğin ardından etraftaki noel telaşına göz atmak isteyen Andersen, karşı apartmanındaki ışıklara, oralarda kurulan sofralara ve yaşantılara dair fikir yürüttüğü esnada, anlatının kilidini açan olay gerçekleşiyor. Karşı dairelerden birinde, genç sarışın bir kadının bir erkek tarafından boğularak öldürüldüğüne şahit oluyoruz. İlk anda yaşadığımız şaşkınlık ve dehşet hissi ortak. Böyle korkunç bir fiile şahit olmanın psikolojisi içinde, ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Profesör Andersen bu şok halinden çıkmak için telefona koşuyor. Polisi arayıp cinayeti ihbar edecek. Fakat ne oluyorsa oluyor ve o ahize yerinden bir türlü kalkmıyor. İlkin çeşitli bahaneler üretiyor kafasında. Gecenin bu vakti, belki de sarhoş halde polisi ararsa eğer ona inanmayacakları fikri beliriyor. Bu işi salim kafayla yapma kararı alıp yatağına doğru gidiyor.

Anlatının bundan sonrası, Andersen’in derin varoluşçu sorgulamalarıyla ilerliyor. Ertesi gün uyandığında, artık bu ihbar için geç kalmış olabileceğiyle başlıyor erteleme bahanelerine. Ayrıca birini polise ihbar etmeyi de sevimsiz buluyor zaten. Polisle işbirliği yapmak pek ona göre değil. Neticede o eski zamanların radikal bir solcusu…

Geçmişin radikal gençleri

O akşam davetli olduğu yemekteki arkadaş grubunu oldukça uzun iç çözümlemelerle tanımaya başlıyoruz. Hepsi Andersen’in yaş grubunda ve seçkin kişiler. Daha doğrusu başarılı olabilmiş bir takım memurlar bunlar. Aralarından yalnızca biri memur değil. O da terapistlikten özel bir şirketin bünyesine geçmiş psikolog Per Ekebert. Ki bu karakter, diğerlerinin aksine gençliklerindeki o enerjiyi hala taşıyabilen yegane kişi. Andersen’in iç çözümlemelerinde bunun sebebi, kapitalist bir konuma geçmiş olmasıyla ilişkilendiriliyor.

Bu grubun ve kendisinin 60’lı yıllardaki halleri üzerine epeyce çözümleme söz konusu. Bu noktalarda Solstad’ın iki amacı var. Birincisi, dönem Norveç’ini arka planda bize aktarma çabası. İkincisiyse hem Andersen’in hem de arkadaşlarının bugün geldikleri noktayı vurgulama arzusu. Geçmiş yılların radikal gençleri, yetişkinliklerinde artık pek öyle radikal görünmüyorlar. Her ne kadar kendilerini toplumdan ayrıştırsalar ve devlete mesafeli dursalar dahi, yaptıkları işlere bakıldığında devletin hizmetkarlarına dönüşmüşler. Ki buna ek olarak, ortalamanın üzerinde kazandıkları için ufak tefek lüksler edinmişler. Bu pahalı zevkleri için getirdikleri açıklamalar, yüzeysel bir noktada grup üyelerini tatmin eder vaziyette. Çünkü hepsinin benzer yaklaşımları mevcut.

Profesör Andersen, bir şeylerin farkında. Topluma karşı durdukları yerin kayganlığının, geçmişle şimdi arasındaki derin uçurumun ve elbette kendisi adına, cinayetin akabinde o ihbarı neden bir türlü yapamadığının… Fakat bu sorgulamaların arka arkaya gelmesi dayanılmaz bir acı olsa gerek ki, Solstad’ın çok sevdiği bir yöntem olan bilinç akışlarıyla konu bambaşka yerlere gidip duruyor.

Andersen’in zihninde dönüp duran temel meseleler edebiyat, bilinç, zaman, gençlik ve topluma dair. Kısa bir süre misafir olduğu bir meslektaşıyla olan tartışmalarında da bunları görüyoruz. Eski edebi eserlerin, yazıldıkları dönemdeki kadar etkisinin olamayacağını savunurken (cinayetin ihbarı da böyle, artık bir etkisi yok) bir yandan da akıp giden zamanın acımasızlığına yapılan vurgular dikkat çekiyor. “Bilincin zaman karşısındaki beyhude mücadelesi(…)” örneğin, Dante’nin İlahi Komedya’sının ya da Henrik İbsen’in eserlerinin asla ilk okunduğu andaki vurucu ve yıkıcı etkiyi ortaya çıkaramayacağına dair acı bir gerçek. Bu anlarda Andersen’in yakınmalarını görüyoruz. “(…)zamanın dişleri parçalıyor, öğütüyor beni.” diyor bununla ilgili.

“Çağımızda hayat fazla uzadı”

Esasen bu bir orta yaş krizi. Belki de andropoz. Karakterin yaşı 55. Bu kısa misafirliğin dönüşünde, evinin salonunda da devam ediyor bilinç akışı. Üzerinden epey zaman geçse de, karşı dairedeki cinayete dair hiçbir şüphe yok toplumda. Ne gazetelerde haber var ne de arayıp soran polisler. Bu da Andersen’in içsel yolculuğunu karanlığa çeviren önemli bir unsur. Cinayet anındaki iç konuşmalarında öldürülen kadının gençliğine yapılan vurgu dikkat çekici. Ve günler sonrasında aynı pencerenin önünde düşüncelere dalan Andersen’in, “Çağımızda hayat fazla uzadı.” diye düşündüğünü görüyoruz.

Bu cinayeti ihbar etmeme sebeplerine dair çok şey söylenebilir. Onlardan biri, tamamen kişisel çıkarımım elbette, bu gençlik ve yaşlanma tezatına dair sanıyorum. Hem katilin hem de maktülün gençlikleri sıklıkla vurgulanıyor anlatıda. Buradan hareketle de, gençliğin öldürülmesine kayıtsız kalma durumu söz konusu. Ki Andersen’in, bir yürüyüş esnasında rastladığı iki kız öğrencisiyle olan diyaloğu da mühim. Kendisini çalıştıkları bara davet eden genç öğrencilerinin bu yaptıkları karşısında afallıyor Andersen. Fakat çok geçmeden, hangisinin davetine icabet etmesinin daha doğru olacağını düşünürken buluyor kendini. Onların o anki genç enerjileri karşısında bir ambale olma durumu söz konusu. Zamanın onun üzerindeki tesiri ve gençlik karşısında takınması gereken tutuma karar verememesi, onu zorlayan bir ikilik.

Katille yan yana

Anlatıyı finale taşıyan olay oldukça beklenmedik şekilde gerçekleşiyor. Köşebaşındaki bir Japon lokantasında suşi yemeye giden Andersen, katille yan yana oturduğunu fark ediyor. Hem de kısa bir sohbetin içine dalmışken. Bu sohbet hızla ilerliyor ve Andersen, genç katili evine davet ediyor. Buralarda anladığımız kadarıyla bu genç adam, hiç de öyle suçlu bir profile benzemiyor. Uluslarası ticaret yapan, başarılı ve yetenekli biri. Sohbetin sonunda Andersen, katil tarafından bir etkinliğe dahi davet ediliyor.

Andersen’in varoluşsal sorgulamalarının dozu bu noktadan sonra zirveye ulaşıyor. Cinayet gibi kadim bir suçun karşılığı bütün kültürlerde belli. Suçlunun izole edilmesi lazım. Toplumun talebi bu konuda çok net. Fakat Andersen, toplumun talebine yanıt verecek biri değil. Ne de olsa eski bir radikal kendisi. Ama işte buna rağmen, bu olayda böyle zorlanması, toplumun onu dahi ele geçirdiğine bir işaret olsa gerek.

Andersen’in durumu, tipik bir kuzeyli liberalin durumu… Suçun şahsiliği ya da suçlunun tespitine dair sorumluluğunu reddedişi biraz buna bağlı. Eğer ihbar etseydi, suçluya atılan taşların ilki ona ait olacaktı. Böyle bir konumda bulunmayı korkunç buluyor kısaca. Fakat bu iç çatışma öyle üstesinden gelinecek bir şey değil. Ani yükselişleri var, “Kimsenin sadece kendine ait bir tanrısı olamaz!” diye düşündüğü anlarda görüyoruz bunu. Toplumsal sorumluluktan azade olmak, kendi tanrısını yaratmakla eşdeğer onun için. Elbette buna da ikna edemiyor kendini.

“Tanrıdan ayırdım kendimi”

Fakat çıkış yolunu buluyor bir şekilde. Kendi tanrısını yaratmak mümkün değilse, kendini tanrı yerine koymak belki işe yarar. O da öyle yapıyor. “Parmağını şıklatıyor ve bir katil serbestçe dolaşıyor.” Neticede tanrı seçimler yapmak zorunda değildir. O yalnızca zavallı insanlara özgü. Ve bir karar vermek, varoluşçu ıstırabın en büyük örneğidir. Böylece kendi konumunu netleştiriyor Andersen, “Tanrıdan ayırdım kendimi.” diyerek de bunu bize açıklıyor. Ve sonuç olarak, giriş kısmındaki noel ritüelinde, toplumun geleneklerine öylesine dahil olan Andersen, sonuç kısmında toplumun kadim kurallarına dahi karşı çıkar bir duruma geliyor.

Dag Solstad’ın bu 104 sayfalık kitabı, seçkin bir edebi zevke hitap ediyor. Alt metninin yoğunluğu ve edebi göndermeleriyle, nitelikli olmayan bir edebiyat okuru için epey zor bir kitap. Fakat Kuzey Avrupa Edebiyatını tanımak ve muhteşem bir varoluşçu eserle kendini ödüllendirmek isteyenler için bire bir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.