Olimpiyatlar: Hep politik, hep sınıfsal

Dosya Haberleri —

OLIMPIYATLAR

OLIMPIYATLAR

  • Tokyo’daki 2020 Yaz Olimpiyatları, her seferinde olduğu gibi, bir yandan sporun güzelliklerine, diğer yandan ise bu vesileyle açığa çıkan milli kabarmalara tanık oldu. Olimpiyatlar neden hep politik ve sınıfsal sorusuna kendi tarihi içinde yanıt aradık.

OSMAN OĞUZ

 

Yerkürenin 208 ülkesinden 11 bin 90 sporcu, 33 spor dalının 50 ayrı disiplininde yarışmak için 23 Temmuz-8 Ağustos arasında Japonya’nın başkenti Tokyo’da buluştu. 2020 Yaz Olimpiyatları ya da resmi adıyla 32. Yaz Olimpiyat Oyunları, ABD ve Çin’in bariz üstünlüğü ile sonuçlandı.

Bu tür organizasyonlara “kaba politik” gözlüklerle ve spor izleyicisinin hazzını boşvererek yaklaşmanın itici olduğunu, tüm şerhlere rağmen keyfi çıkarılarak takip edilebileceklerini düşünüyorum. “Kaba politik” ifadesinin benim için anlamı, kaba bir doğruculuk ile mâlul bir reddiyecilik. Ne var ki Olimpiyatları ve onun gibi “mega organizasyonları” konuşurken politikayı belirleyici bir unsur olarak anmamak da eşyanın tabiatına gözlerini kapatmak olur. Olimpiyatları tarih sahnesine çıktığı günden bu yana takip eden politikliğe dikkat çekmek, onun keyfine “limon sıkmak” da değildir; aksine her şey, hikâyesi ve hakikati ile güzeldir. Hakikatten bahsetmek, ancak varlığını hakikatin reddine yaslayarak kuranları rahatsız edebilir.

Üstelik her silah, doğru bir yöntemle, sahibine de çevrilebilir: Tıpkı 1936’da Jesse Owens’ın ve aynı yıllarda İşçi Olimpiyatları’nın yaptığı gibi…

O hâlde geride bıraktığımız ve kimimizin hayatını bi’ hayli şenlendiren, geriye kalanlarımızın ise en azından bir sohbetine dâhil olan Olimpiyatların tarihi ile başlayalım…

 

ANTİK OLİMPİYATLAR

Olimpiyatların köklerinin M.Ö. 8. yüzyılda, Antik Yunan’ın Olimpia kentinde düzenlenen oyunlara dayandığı düşünülüyor. Bu görüşe göre Olimpiyatlar, site devletleri arasında yapılan, zaferleri ve kurbanları Tanrılara adanan, toplulukların birbirleriyle bağ kurmasını sağlayan ve rekabeti başka bir mecrada yeniden gündemleştiren etkinliklerdir. Sporcular, çok önemli figürlerdir; keza topluluklarını temsil etmektedirler. Bazı şampiyonların heykeli dâhi dikilmiş, şairler haklarında methiyeler yazmıştır.

Bu “antik olimpiyatlar”, Milattan Sonra 393 yılında, Roma İmparatoru Thodosius’un talimatıyla kaldırılır. Gerekçe, oyunların “putperestlikten” kalma bir geleneği yansıtmasıdır. (Thodosius’un esas derdi neydi, Olympos’un Tanrıları bilir!)

Olimpiyatlar bu dönemde toplumsal barışa mı hizmet etti, yoksa toplulukları birbirlerine karşı daha büyük bir hınçla mı doldurdu, bilmiyoruz ama bir şeyi kesin bir dille iddia edebiliriz: Olimpiyatlar, zaferleri ve şanları Tanrılara ve hükümdarlara sunulan, iktidarın gücünün ve kudretinin ispat alanlarından biri olarak tarih sahnesine çıktı. “Sporun amacı” spor değildi; ondan esas beklenti de estetik veya yeteneklerin “sergilenmesi” değildi; sporcu, kazanmalıydı. Kazanılan her başarı, topluluğun ve ona hâkim olanın başarısıydı; sporcu, sahada topluluğunu ve hükümdarını temsil ediyordu; mesele “milli mesele” idi.

Olimpiyatların bu karakteri, aradan geçen bin yıllarda hep bâki kaldı. Olimpiyatlar, yakın tarihimizde, özellikle Soğuk Savaş yıllarında, kutupların ideolojik/politik/ekonomik yörüngelerinin yarattığı dünyayı yarıştırdığı bir mekâna dönüştü.

 

MODERN OLİMPİYATLAR

Bugün hâlâ gündemimizde olan Olimpiyatların ilki ise 1896 yılında, Yunanistan’ın başkenti Atina’da düzenlendi. Bu yıllarda Avrupa, büyük bir “buhran” ile yüz yüzeydi. Bir yandan meşhur hayalet dolaşmaya devam ediyor ve Paris Komünü ardından burjuvazi, yeni toplumsal kalkışmalara hazırlanıyordu; öte yandan ise savaşlar kapıdaydı, 1870-71 yılları arasındaki Fransa-Almanya savaşı, cephede daha büyük “müsabakaların” ipuçlarını veriyordu. Burjuvazi serpiliyor, işçi sınıfı da giderek siyaset sahnesinin kurucu öznelerinden birine dönüşüyordu.

Pierre de Coubertin, 1863-1937 yılları arasında yaşamış Fransız bir pedagogdu ve ülkesinin Almanya karşısında aldığı askeri mağlubiyetten oldukça müteessirdi. “Tabii” diyordu, “Fransız gençliği bu haldeyken Fransız ordusundan ne beklenebilir ki!”

Aklına Olimpiyatları güncellemek fikri geldiğinde Coubertin, henüz 31 yaşındaydı. Bu parlak fikri ilgililerle paylaşmak üzere Sorbonne Üniversitesinde bir kongre organize etti: Milattan önce Olimpia’da başlayan gelenek, bugünün dünyasına uyarlanarak yeniden başlatılmalıydı. Bu girişim, hem Fransız gençlerinin sportif yeteneklerinin gelişmesine hizmet edecek hem de Hristiyan ahlakının emirlerinden biri olan “fiziksel gücü” önemli bir amaç hâline getirecekti!

Genç pedagog, Kemal Sunal’ın belki de en naif filminden hatırlayacağımız idealist bir düşünceye de sahipti: Spordaki rekabet, savaşların önüne geçebilirdi! İşi belki, “Almanya ve Fransa’nın liderleri güreşe tutuşsun ve bu iş huzur içinde çözülsün” demeye kadar götürmedi ama bunu gerçekten, böylece düşünebildi. Belki saftı; ama görünen o ki, daha çok mutaassıplıktan muzdarip bir “fikrî ayyaş”tı. Keza Coubert’in ne sınıf çatışmalarından ne de sömürgeci/milliyetçi tahakkümden haberi vardı.

Sorbonne Üniversitesi’ndeki kongre ardından Olimpiyatların organizasyonunu halen üstlenen Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) kuruldu. Genç pedagog, komitenin genel sekreteri oldu. 23 Haziran 1984’te 13 ülkeden 79 temsilci ile toplanan komite, ilk modern olimpiyat oyunlarının 1896’da Atina’da düzenlenmesine karar verdi.

 

HEP POLİTİK HEP SINIFSAL

Olimpiyatlar, tarih sahnesine çıktıkları anda da, geri döndükleri anda da, kaçınılmaz olarak politik ve sınıfsaldı. Keza ABD’nin Olimpiyatlara başarılarıyla damga vurması, 20. yüzyılın henüz başında ortaya çıkmıştı.

ABD’nin Saint-Louis kentinde, 1904 yılında düzenlenen 3. Olimpiyatlar’a birçok ülke katılmamıştı; bunda, sporcularını finanse edememelerinin payı büyüktü.

ABD’deki olimpiyatlar, sporun sermaye düzeniyle imtihanını çarpıcı bir örnekle daha ortaya koyuyordu: ABD, Almanya, Büyük Britanya gibi güçlü sermaye birikimine sahip ülkelerin sporcuları, gelişmiş tesislerde ve ciddi olanaklarla antrenman yapar ve “ülkelerini” temsil ederken, Kübalı atlet Carvajal’ın yarışın yapılacağı yere gidecek otobüs parası ve üniforması bile yoktu. Carvajal, yarışa koşarak yetişebilmiş, yarışta da aç karnına ve gündelik kıyafetleriyle koşmuş, buna rağmen 4. olmayı başarmıştı.

Sovyetler Birliği’nin kurulması ardından ise Olimpiyatlar da “soğuk savaşın” bir cephesine dönüşecekti. Sosyalist ülkeler, önce, IOC tarafından yapılan olimpiyatların “sporun ruhuna” ve halkın ihtiyaçlarına göre şekillenmediği itirazında bulunup Sovyetler Birliği’nde “Kızıl Spor Enternasyonal” (RSI), Avrupa ülkelerinde ise “Sosyalist İşçilerin Spor Enternasyonali”ni kurdu. Bu iki örgüt, 1925’te Frankfurt, 1931’de Viyana, 1937’de Antwerp, 1921, 1927 ve 1934’te ise Prag’da “İşçi Olimpiyatları”nı düzenledi.

Hitler faşizmi de 1936 yılında Berlin’de düzenlenen Olimpiyatları propagandasına malzeme yapacak; nasyonal sosyalizmin ve Alman milletinin hükmünü dünyaya ispat etmek için bir gösteriye dönüştürecekti. Ne var ki faşizmin bu gösterisi, siyah bir atletin, ABD’li James Cleveland “Jesse” Owens’ın başarısı ile gölgelenecekti: 100 metre, 200 metre, 4x100 metre ve uzun atlamada 4 altın madalya kazanan atlet, Nazilerin “beyaz ırkın üstünlüğü” tezini sahada yenilgiye uğratıyordu. Adolf Hitler, stadyumu terk etti.

 

 

‘Milli başarıya’ sevinmek

Olimpiyatların kısa tarihine dair notları, Tokyo vesilesiyle yeniden görünürleşen, Türkiye’nin başarılarına sevinmeye "çabalayan" birtakım solcuların neredeyse patetik kıvranışına bağlayabiliriz: Keza AKP-MHP faşizmine karşı ve solda konumlananların bir bölümü de, Olimpiyatları “depolitize etme” iddiası ardında ama ne yazık ki esasen aynı politik iddianın (ulusal egemenliğin) bir başka veçhesi olarak, Türk milli takımlarını bu halleriyle sahiplenmek çağrısı yapıyor.

Olimpiyatlarda Türkiyeli sporcuların kazandığı başarıları yayın organlarında tebrik ediyor; hatta buralardan mesela kadınlar için yüzlerini dönüp “aydınlanacakları” hikâyeler üretmeye uğraşıyorlar. Bu reflekslerin Türk’ün, Kürt’ün, Alevi’nin canına mal olan Türk burjuva aydınlanmacılığı ile akraba olduğunu söylemek, herhalde abartılı olmaz; keza bunların hepsi, aynı egemenlik iddiasının (ulusun) veçheleri olarak ortaya çıkıyor.

Ne var ki, yurttaşlarının önemli bir bölümü milli takımları destekle(ye)meyen, keza o “millilikten” ve “biz” duygusundan dışlanmakla da kalmayıp onların altında ezilen bir ülkeden, bir toplumdan konuşuyoruz. Bu koşullar altında milli takımları destekleyip onların başarılarından "herkes için" ilham verici hikâyeler üretmek de bir ezen ulus imtiyazı hâline geliyor ve bu toprakların soyu kırılmış halklarına bakıp (ya da hiç bakmayıp), hem de sol bir perspektif ile, dışlanmalarının ve maruz kaldıkları ırkçılığın altını çiziyor. (Herkes'e kimin dahil olduğu sorusunu da yalnız ona dahil olmayan biteviye sormak zorunda kalıyor.) 

Madem buraya bağladık, doğrudan onlarla konuşarak kapatayım: Bunları her yerde tekrar ederek Olimpiyat keyfinize limon sıkıyor, nefes alıp kendinizi mutlu hissettiğiniz nadir anlardan birine de saldırıyor olabiliriz. Kusura bakın ya da bakmayın: Bir çelişkinin ezen tarafında olana huzur vermemek, ezilenin yaşamsal sorumluluğudur. Demokratik birlikteliğin koşulu olan hassasiyeti öğrenmesi gereken de, her şeyden evvel, egemen olandır.

 

32. OLİMPİYATLAR'DAN BİRKAÇ NOT

Japonya’nın başkenti Tokyo’da geçtiğimiz hafta sonu sona eren 2020 Yaz Olimpiyatları’ndan geriye ilham verici veya ilginç, küçük hikâyeler kaldı. 

Pes etmedim, ruhum ve bedenim uyumsuz

Bugüne değin dünyanın en iyi jimnastikçisi olarak anılan ABD’li Simone Biles, Tokyo’da akıllara bambaşka bir hikaye ile kazındı: Biles, başarısız bir atlayış ardından yarışı terk etti. Bu kararın nedeni olarak önce “sağlık problemleri” gösterildi; daha sonra “mental problemler”. Biles, Instagram’da paylaştığı story’de şu cümleleri kuracaktı: “Pes ettiğimi söyleyen herkese: Pes etmedim. Yalnızca ruhum ve bedenim uyum içinde değil.” Bu story, akıllara olimpiyat sporcularının maruz kaldığı başarı baskısını getiriyor. Keza onlar, milli duygularla da kabartılan bir motivasyon ile sürekli ve yorulsalar, mahvolsalar da çalışmaya yönlendiriliyorlar.

 

5 yeni spor dalı

Son olimpiyatlar, Japonya’nın önerisiyle dahil edilen 5 yeni spor dalındaki rekabete de tanık oldu: Karate, dalga sörfü, tırmanma, kaykay ve beysbol. Özellikle kaykaydaki rekabet, izleyicilere görsel bir şölen sundu.

 

Kürtçe evlilik teklifi

Alman futbol takımının Suudi Arabistan’a karşı kazandığı maç ardından Alman futbolcu Max Kruse, ARD’nin kameraları önüne geçti ve tişörtünü çıkardı: Altındaki tişörtte Kürtçe, kız arkadaşı Dilan’a yönelik, “Seni seviyorum. Benimle evlenir misin” yazıyordu.

 

Ortak madalya

Yüksek atlamada Katarlı Mutaz Essa Barshim ile İtalyan Gianmarco Tamberi, önce uzun süre birbirlerine üstün gelmeye uğraştı. Ne var ki, ne yapsalar olmuyor, eşitlik bozulmuyordu. En sonunda 2,39 metre, iki atleti de yetenekleri ve güçlerinin sınırına sürükleyecekti. Meseleyi adeta “ölüm-kalım meselesine” çevirmektense iki rakip, aynı anda karar verdi: Birinciliği paylaşacaklardı. Altın madalya, ikisinin oldu.

Rakibim hak etti, kazandı

2003, 2011 ve 2018’de masa tenisi dünya sıralamasının başında yer alan Alman sporcu Timo Boll, Güney Koreli Jeoung Youngsik’e karşı aldığı yenilgi ardından “fair play” sevdalılarının kalbini ısıtacak bir cümle kuracaktı: “Tebrik ediyorum. Kesinlikle hak ederek kazandı!”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.