126 numaralı kararname her yönüyle fecaat

Dosya Haberleri —

Ayhan Erdoğan

Ayhan Erdoğan

24 Şubat'ta yayımlanan 126 numaralı kararnamenin detaylarını TMMOB Şehir Plancıları Odası Genel Sekreteri Ayhan Erdoğan ile konuştuk.

  • Bizim yapmayın dediğimiz her şeyi yaptılar. Yapılaşma süreçlerini hızla yönetiyorlar. Tamamen akıl dışı, bilimin gerektirdiklerinin aksi yönde ilerlettikleri yapılaşma sürecinde yer alan ve alacak olan kişi ve kurumlar artık birer aktör değil. İlgili kurumlar dediğimiz kurumları artık muhatap alacak konumda değiliz. Çünkü öyle bir muhataplık durumları kalmadı.
  • İlk yıllarından beri betondan beslenen bir iktidardan bahsediyoruz. Sınır ötesi operasyonlardan çok çok daha öncesinde de böyle bir ekonomik kalkınma paradigması yürütüyordu. Sonrasında bunun sadece veçhesi değişti. Bir yerden sonra artık savaşı kutsamaya başladı. Sur örneğini bu hususta çok önemli görüyorum. Oradaki toplumsal birikimi yerle bir eden projeler yaptılar.
  • Bu kararname, göç edenlerin memleketlerine geri dönüşünü de tamamen devre dışı bırakacak. Siz hiçbir bilimsel veriye dayanmaksızın bu insanların ekmek kapıları olan tarla ve meralarını yapılaşmaya açıyorsunuz. Dolaysıyla bu insanların geri dönüşünü de zorlaştırıyorsunuz. Bir nevi zorla göç ettirmiş oluyorsunuz. Bu da on yıllarca süre başımıza bela olacak bir sorun.

MIHEME PORGEBOL

Resmi Gazete’de 24 Şubat sabahı yayımlanan 126 numaralı kararname herkesi şok etti. Meslek odaları, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, bilirkişiler “6 Şubat 2023 tarihinde gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremlerden etkilenen illerde yerleşme ve yapılaşma konusunda bazı tedbirlerin alınması” hakkındaki bu kararnameyi ortak kanaatle “skandal” diye tanımlıyor. Çünkü bu kararname hem köy, ormanlık ve mera alanlarını da imara açıyor hem de bu alanlarda yapılacak her türlü inşaat faaliyetini planlama ve denetimden muaf tutuyor. Normal koşullarda kararnamede belirtilen özelliklerdeki alanlara dönük yapılaşma kararı alınabilmesi için önce fizyolojik ve jeoteknik etütlerin yapılması, bu alanların haritalandırılması ve hak sahiplerinin mülkiyet haklarının güvenceye alınması gerekiyor. Bu işlemlerin ardından alanın demografik, ekonomik ve kültürel analizlerinin yapılması da şart. Bütün bu yeribilimsel etüt çalışmalarından sonra imar planı aşaması başlıyor. İmar planı yapılıp halka ve ilgili kurum/kuruluşlara itiraz süresi tanındıktan sonra ancak vaziyet planına geçilebiliyor. İşte 126 numaralı kararname bütün bu süreçleri ortadan kaldırıyor. İtiraz ve halkın karar alma süreçlerine katılımını hiçe sayan bu kararnameyle hayata geçecek olan yapılaşmanın aynı zamanda vatandaşı mülksüzleştirip devasa bir ranta alan açacağından endişe ediliyor. Kaldı ki kararname bu alanda çalışma yürüten başta Şehir Planlayıcıları Odası olmak üzere ilgili tüm meslek örgütleri ve kurumların görüş, danışma ve katılımını da ortadan kaldırıyor. Kararnamenin detaylarını Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Şehir Plancıları Odası Genel Sekreteri Ayhan Erdoğan ile konuştuk.

Kararnameden hemen sonra TOKİ birçok ilde ihaleler açıp uygun gördüğü şekilde dağıtmaya başladı bile. İhale ve inşa planlarının bu kadar hızlı gerçekleşebilmesi mümkün mü?

Maalesef yayımlanan kararnamede belirtilen ‘tedbirler’le bu mümkün hale geldi. Normalde 300 konut ve üzeri toplu konut alanları belirlendiğinde projenin bir çevresel etki değerlendirme sürecine tabi tutulması gerekir. Çünkü böyle büyük projeler ciddi bir altyapı ihtiyacını da kendiyle getiren ve insan kullanımını arttıran projelerdir. Dolayısıyla daha en başta ÇED raporu gerektirir. Bu gerekliliği kaldırdılar. Onun dışında örneğin böyle projelerin ihaleye çıkması için TOKİ’nin hali hazırda yasal bir altlığının olması gerekirdi. Teknik ve sosyal altyapının çözümlenmesi gerekirdi ve bunların tamamının belli ölçüde yasallaşması gerekirdi. Geldiğimiz noktada ise imar planını ortadan kaldırdıkları ve planlama düşüncesini tamamen devre dışı bıraktıkları için önlerinde hiçbir engel olmaksızın hızla ihaleye de çıkabiliyorlar, alım da yapabiliyorlar. Yani bütün süreç maalesef ki çok korkunç bir hale gelmiş durumda.

Karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını anlayabilmemiz için plansız bir inşa sürecinin nelere sebep olabileceğinden bahseder misiniz?

‘Şehirleri ovalardan çıkarıp dağlara taşıyacağız’ şeklinde bir söylemleri olduğu için buradan hareketle söylüyorum: Dağ başında zemini sağlam yerlerde kutu kutu, birbirine benzeyen, kimliksiz, karaktersiz konut veya barınma alanları oluşturunca süreci tamamlamış olacaklarını düşünüyorlar. Oysa planlama dediğimiz şey yapılaşma süreçlerine bütüncül bakar. Yani kent bütünlüğünü hatta bir afet bölgesinden söz ettiğimiz için bölgesel bütünlüğü gözetir. Ondan sonra kent ölçeğine iner. Kentler sadece konut alanlarından oluşmadığı ve kentin tek işlevi insanların barınması olmadığı için plansız yapılan yerleşim alanlarına yaşam alanı diyemeyiz. Oralar olsa olsa yatakhane olur. Kent dediğimiz olgunun istihdam, sosyalleşme, kendini yeniden üretme alanlarının olması lazım. Sağlık, eğitim veya kültürel alanlarda kendini yeniden üreteceği donatılarının ve bu alanlardaki hizmetlerin yeterli olması lazım. Yani dağ başında herhangi bir yere TOKİ’nin yıllardır yaptığı gibi birbirine benzeyen konutlar yapıp ‘hadi gelin, biz sizin konut ihtiyacınızı çözdük’ derseniz vatandaşlar ne yapacak? Gece orada uyuyup sabah kalktıklarında hangi işte çalışacaklar? Nasıl bir ekonomik sürece dahil olacaklar? Kendilerini yeniden nasıl üretecekler, nasıl tekrardan oradaki kentlilik ve kent kimliğini yaşatacaklar? Yıllardır bir kültür içerisinde yaşadıkları kentlerde kendilerini nasıl yabancı hissetmeyecekler. Şimdi karşımızdaki fotoğrafta planlamayı ortadan kaldırıp seçim odaklı popülist bir söylemle sadece inşaat performansına indirgenmiş bir şekilde ‘Şu kadar konut yapacağız, kenti yeniden inşa edeceğiz” dediklerini anlıyoruz. Ama diyelim ki muhteşem bir performans geliştirdiler ve oraya o konutları inşa ettiler. Yine de o kenti inşa ettikleri anlamına gelmeyecek. Daha doğrusu bu şekilde inşa dilmiş bir şeye kent diyemeyiz. Hem modern hem klasik anlamda da diyemeyiz. Orada sadece barınma ünitelerinden toplanmış bir bina yığınından söz edebiliriz. Planlama bize bu şeffaf bakışı sağlardı. Şimdi planlamayı tamamen zaman kaybı olarak gördükleri için Ankara’dan yer belirleyip ‘Şurada şunu, burada bunu yapacağız’ diyorlar. Halkın katılmadığı bir süreç zaten toplumsallaşamaz. Toplumsallaşmadığı için de kimse böyle inşa edilmiş mekâna aidiyet besleyemez.

Sürece halk katılmadığı gibi Şehir Plancıları Odası gibi meslek örgütleri de katılamıyor. Bu yüzden siz de konuya dair bir açıklama yapıp halka seslendiniz, yetkili kurumlara değil. Açıklamayı halka yapma gerekçelerinizi biraz açabilir misiniz? Halk ne yapabilir ki?

Biz yaklaşık 20-25 yıllık AKP döneminde sürekli olarak bizim alanımızı ilgilendiren açıklamalar yaptık. Yapılaşma süreçlerine dair bütüncül yaklaşılması gerektiğini, planlama ilkeleri doğrultusunda hareket edilmesi gerektiğini, yoksul halk kitlelerini önceleyen bir bakışla kentlerdeki yapı stokunun güvenli hale getirilmesi gerektiğini defalarca söyledik. Bu uzun süreçte depremler de oldu. Depremlerden sonra da bütün mesleki teknik bilgimizi halkın yararına kullanmak için bilimsel bir çerçevede kalmak şartıyla işbirliğine hazır olduğumuzu yetkili kurumlara defalarca ilettik. Bunların tamamını kamuoyuna da açıkladık. Ama gel gör ki bize herhangi bir geri dönüş yapılmadı. Bizim yapmayın dediğimiz her şeyi yaptılar. Yapılaşma süreçlerini hızla yönetiyorlar. Tamamen akıl dışı, bilimin gerektirdiklerinin aksi yönde ilerlettikleri yapılaşma sürecinde yer alan ve alacak olan kişi ve kurumlar artık birer aktör değil. Bunlar artık apayrı bir yola girmiş ve olabildiğince ne kadar yanlış yapabiliriz, olabildiğince ne kadar akıl dışı davranabiliriz ne kadar daha fazla zarar verebiliriz diye düşünüp karar alan bir grup. O yüzden bizim sesleneceğimiz bir düzen kalmadı ortada. İlgili kurumlar dediğimiz kurumları artık muhatap alacak konumda değiliz. Çünkü öyle bir muhataplık durumları kalmadı. Ortada bilime uygun hareket eden bir aklın tamamen yitirildiğini gördüğümüz için halkımıza sesleniyoruz. Mesleki birikimimizle önerdiğimiz, olması gerektiğini savunduğumuz ilkelerin toplumsal talep haline gelmesi, toplumsallaşması ve bu akıldışılığı, çılgınlık seviyesine gelmiş bu bilimsizliği hep birlikte durdurabileceğimize olan inancımızla sesleniyoruz halkımıza. Çünkü yetkilileri ikna edeceğimiz bir zemin kalmadı.

Konuya dair görüşlerini sorduğum birçok kişi içinde yaşadığımız coğrafyayı iktidarın uygulamaları yüzünden ‘yıkım coğrafyası’ diye tanımlıyor. Sur ve Şırnak örnekleri göz önünde. Hatta sınırın ötesinde Efrîn ve İdlib’de de aynı yıkımı görebiliyoruz. Sermayeyle kol kola girmiş bu iktidarın yıkımlarla bu kadar iç içe olmasını nasıl yorumlamalı?

İlk yıllarından beri betondan beslenen bir iktidardan bahsediyoruz. Sürekli olarak kentsel alanların yeniden inşasını gündeme getiriyorlar. Mega projeler diyerek 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi hiçbir bilimsel gerekliliği olmayan projeler üzerinden sürekli beton, sürekli yapılaşmayla kendini var eden bir iktidar bu. Sınır ötesi operasyonlardan çok çok daha öncesinde de böyle bir ekonomik kalkınma paradigması yürütüyordu. Sonrasında bunun sadece veçhesi değişti. Bir yerden sonra artık savaşı kutsamaya başladı. ‘Marka kentler’ şiarıyla en büyük proje, en büyük köprü, en büyük havalimanı gibi hedeflerden bahsetti. Böylece inşaat sektörü AKP’ye her zaman çok hızlı bir şekilde para transferi sağladı. İnşaat sektörü aynı anda bir sürü yandaş şirketi ve çok sayıda müteahhitti besleyebildiği bir sektör oldu AKP için. Bu durum da en başından beri böyle ilerledi.

Sur örneğini bu hususta çok önemli görüyorum. Oradaki toplumsal birikimi yerle bir eden projeler yaptılar. Sur için “Biz burayı tekrardan ayağa kaldıracağız, burası Toledo olacak” dediler. Yakın zamanda gittik Sur’a, orayı hayalet bir şehre dönüştürmüşler. Çok hızlı bir şekilde yaptılar mı? Yaptılar, ama yaptıkları şey tam olarak az evvel anlatmaya çalıştıklarıma denk düşüyor. Yaptıkları herhangi bir değerle bağdaşmayan mekana kent diyemiyoruz. Oradaki birtakım partililerine zorla ‘Gidin oradan ev alın’ diye dayatıyorlar. Sur adeta bir açık utanç müzesine dönüştü. Dolayısıyla bu deprem bölgelerindeki yeniden inşa süreci de aynı mantıkla ilerliyor ve nihayetinde sonuçları da aynı olacaktır. Yani başarısız olmaya mahkum bir siyaset ve bir yöntem izliyorlar şu an.

Peki ilan ve itiraz yollarının kapatılmış olması aynı zamanda vatandaşı mülksüzleştirme veya mülkiyet transferine de tekabül etmez mi?

Çok ciddi sorunlara sebep olacağı açık. Söz gelimi kent merkezindeki bir binanız yıkılıyor ve size yeni bir yer gösterip ‘işte yeni yeriniz burası’ diyorlar. Aslında kent merkezini kamulaştırmış oluyorlar. Kent merkezinin kamulaştırılması teorik manada çok dert edilebilecek bir durum değil böylesi bir yıkım karşısında ama burada kamulaştırmayı kendileri üzerinden tarifledikleri için geleceği öngörebiliyoruz. Eğer bu grup iktidarda kalmaya devam ederse bir şekilde kent merkezlerindeki yüksek rantı ele geçirecekler. Bu rantı yarın öbür gün nasıl devredeceklerini de üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyoruz. Bunları da geçmiş pratiklerinden dolayı bu kadar net söylüyoruz. Tabii ki bir de mülksüzleştirme durumuyla karşı karşıyayız ve burada da halkın itiraz yollarının kapanmış olması keyfiliğin de önünü açacak. Önümüzdeki süreçte çok ciddi mağduriyetlere de sebep olabilecek bir durum bu. Bu kararname Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nı muhteşem yetkilerle donatan ve tamamen denetimsiz bırakan bir kararname. Hem yetkiyle donatan hem de mevzuatta tanımlı tüm denetim süreçlerini devre dışı bırakan korkunç bir kararname.

Halkı soyma kararnamesi diyebilir miyiz?

Sadece soysa iyi. Bu maalesef bugün yaşayan vatandaşları soymakla kalmayacak on yıllara varan bir soruna sebep olacak. Gelecek nesilleri de ciddi bir oranda tehlikeye atacak bir şey. Söylediklerini hızla yapabileceklerini varsayalım; özelikle Hatay, Maraş ve Adıyaman’da başarılı olduklarını düşünelim. Diyelim ki muhteşem bir inşaat performansı gösterip dağ başlarına iki yüz bin tane konut yaptılar. Birincisi, bu yaptıkları şeyi kamu bütçesinden yapacaklar. İkincisi, oralar hayalet kentlere dönüşecek ve biz yıllarca oralarda yaşamak zorunda kalacağız. Yıllar boyunca çevremize baktığımızda o niteliksiz mekanları, kentleri ve kamu binalarını göreceğiz. Dolayısıyla sadece bugünün yurttaşlarını değil, geleceğimizi de tamamen ipotek altına alan ve ciddi sonuçlara sebep olabilecek bir uygulama.

Bu bir OHAL kararnamesi olduğuna ve inşaatlar da 3 ayda bitemeyeceğine göre OHAL’in kapsamını veya süresini genişletmek gibi bir ihtimal de var mı?

Anladığımız kadarıyla 3 ay içerisinde bütün planlarıyla işi tamamlamayı düşünüyorlar. Bunun için inşaatın bitmesine gerek yok. Zaten asıl mevzu inşaatı bu yetkiyle başlatmak. Ondan sonra yeni bir karar almayacakları için imar planına da dahil etmeyecekler. Bütün planlama süreçlerini baypas etmiş olacaklar. OHAL’i uzatma durumları da oluşabilir. Bu da olağanüstü halin olağanlaşması anlamına gelir. Dolayısıyla yıllar boyunca çok ciddi mücadeleler ve büyük bedellerle elde ettiğimiz kazanımları bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurban vermiş oluruz.

Marmara Bölgesine dair de endişelerimiz var senelerdir. Bu tür bir uygulama olası bir durumda başka yerler için de kullanılabilir mi?

15 Temmuz’dan beri olağanüstü halin yani istisna halinin tanımı ve zamanlamasına AKP karar veriyor. Bu süreçte egemen olma pozisyonunu gördüğü için ve aslında bu keyfiyetin zevkini tattığı için AKP sürekli olarak yeni olağanüstü haller tarifliyor. Olağanüstü hal tarifinin yetkisini de kendine bağlamış yani. Aslında olası İstanbul depremine dair hızla yapılması gereken şeyler ortada. Üstelik bu sadece bizim gibi meslek odalarının önerileri de değil. Kendilerinin kağıt üstünde oluşturdukları raporlarda da, il afet risk azaltma planlarında da kendilerinin dahi ifade ettiği şeyler. Bütün ülkede alınması gereken önlemler olmasına rağmen şu an herhangi bir önlem almıyorlar. Doğa olaylarının afete dönüşmemesi için önlem almamakla kalmıyor afet sonrasını da bir fırsat olarak görüp bunu Allah’ın bir lütfu olarak görüyorlar. Egemen yapı olarak tıpkı darbe ve başka toplumsal süreçlerde olduğu gibi hemen olağanüstü hale karar veriyor. Sonrasında da bu olağanüstü halin olağanüstülük yetkilerini hızla tarifliyor. Bunda artık çok mahirler, dolayısıyla İstanbul’da da aynı şeyi yaparlar. Başka yerlerde ve başka durumlarda da bunu kullanmaktan geri durmayacaklardır.

Kararnamede en çok tepki çeken maddelerden biri köy, orman, tarım ve mera alanlarını da imara açan madde oldu. Bölgenin sosyo-ekonomik yapısını göz önünde bulundurduğumuzda; kararnamenin uygulanmasıyla ilerde nasıl bir fotoğrafla karşılaşacağız?

Normalde bir imar planı yapım sürecinde kurum görüşleri almak zorunludur. Mesela gidip Tarım İl Müdürlüğünden oranın tarım arazisi olup olmadığı hakkında bir görüş alıyorsunuz. Tarım İl Müdürlüğü derse ki ‘burası birinci dereceden tarım arazisidir’ plan yapamıyordunuz. Aynı şekilde Orman İl Müdürlüğü’nden mera veya orman vasfına dair yapılaşmaya engel bir husus olmadığına ilişkin bir kurum görüşü almanız gerekiyordu. Plan bunlardan sonra yapılıyordu. Şimdi bütün bu planlama sürecini devre dışı bıraktıkları ve kendilerini de garantiye almak istedikleri için mera ve ormanlara dair ekstra bir hüküm eklemişler kararnameye. Afet bölgesindeki çoğu yurttaşımız hayvancılık ve tarım faaliyetlerinden besleniyor. Zaten yurttaşların çoğu yıkımdan ötürü şehir dışına göç etti. Zaten hiçbirinin insan onuruna yaraşır ne bir güvencesi ne de yaşam koşulu kaldı. Bu kararname, göç edenlerin memleketlerine geri dönüşünü de tamamen devre dışı bırakacak. Örneğin Adıyaman’daki bir yurttaşımız depremden dolayı Antalya’ya veya Ankara’ya geldi diyelim ama geri dönebilmesi için kendi ekonomik durumunu öngörebilmeli. Bu vatandaşlar zaten tarım ve hayvancılık işleriyle iştigal ediyorlar. Siz hiçbir bilimsel veriye dayanmaksızın bu insanların ekmek kapıları olan tarla ve meralarını yapılaşmaya açıyorsunuz. Dolaysıyla bu insanların geri dönüşünü de zorlaştırıyorsunuz. Bir nevi zorla göç ettirmiş oluyorsunuz. Bölgedeki yapının insansızlaştırılmasına, demografik yapının değişmesine varabilecek bir sorundan bahsediyoruz. Bu da on yıllarca süre başımıza bela olacak bir sorun.

Bunların bilinçli olduğunu söyleyebiliriz değil mi? Çünkü bunu öngörmemek pek mümkün değil.

Sonuç olarak baktığımız da öyle ama ben bunların zaten herhangi bir karar alırken bu hususları önemsediğini de düşünmüyorum. Bunlar kervanı yolda düzüyorlar ve sonunda da yaptıkları her iş bu noktaya geliyor. ‘Deprem oldu, biz bilinçli bir şekilde burayı insansızlaştıralım’ demiyorlar bu bana göre. Bu sorunları muhteşem bir üst akılın kontrolünde yaptıklarını düşünmüyorum.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.