5 Nolu'dan Ermeni Soykırımı ile yüzleşme de çıktı

Dosya Haberleri —

PAKRAT ESTUKYAN

PAKRAT ESTUKYAN

  • Hrant’ın katledilmesi, çok ağır bir darbeydi. Bugün de hâlâ yokluğunu yaşıyoruz. Hrant’ın ölümünden sonra bir daha Türkiye Ermenilerinin sesi öyle gür çıkmadı. Bundan hayıflanıyoruz. Hrant’tan öncesinde de yoktu bu ses. Hrant bir istisnaydı belki de. Aslında biz bu konuda kendimizi sessizliğe alıştırmıştık. Türkiye’de bu konuda konuşulmaması gerektiğini içselleştirmiştik.

 

ZABEL MİRKAN/OSMAN OĞUZ

Ermeni gazeteci ve yazar, Agos gazetesi editörü Pakrat Estukyan, Hrant Dink’in katledildiği 19 Ocak 2007 gününü de yakından yaşayanlardan biriydi. Cinayetin hemen ardından Agos gazetesi önüne gelen, dostu Hrant’ın cansız bedeniyle karşılaşan ve o günden sonra da adalet çabalarının parçasına dönüşen Estukyan’la hem cinayet gününü ve sonrasını hem de Türkiye’de yaşayan Ermenilerin bugününü konuştuk.

 

Hrant Dink’i yakından tanıyordunuz. Katledilmesinin ardından bir hayli vakit geçti. Bugünden bakınca bu katliamla ilgili kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Çok ağır bir darbeydi bu. Cinayeti duyduğumuz andan itibaren yokluğunu hissettik tabii. Bugün de hâlâ Hrant’ın yokluğunu yaşamaktayız. Artık o şok içinde değiliz ama genel olarak bu eksikliği hâlâ hissetmekteyiz. Hrant’ın ölümünden sonra bir daha Türkiye Ermenilerinin sesi öyle gür çıkmadı. Bundan hayıflanıyoruz. Hrant’tan öncesinde de yoktu bu ses. Hrant bir istisnaydı belki de. Aslında biz bu konuda kendimizi sessizliğe alıştırmıştık. Türkiye’de bu konuda konuşulmaması gerektiğini içselleştirmiştik. Ev içlerinde konuştuğumuz konular başkaydı, kamusal alanda konuştuğumuz konular başka. Hatta ve hatta Ermeni toplumu içerisinde yetişen ve Türkiye sol hareketinde illegaliteyi de benimseyen pek çok insanımız dahi bu konuya girmemişlerdi. Girseler kendi örgütleri içinde de dışlanırlardı. Çok tuhaf bir iklim vardı Türkiye’nin sol dünyasında. Sol hareket içerisindeki Ermeniler bu konuya girdiğinde, onlara hemen “Siz Ermenicilik yapıyorsunuz”, “Ermeni milliyetçiliği yapıyorsunuz” etiketi yapıştırılırdı. Türkiye’de solun bakışı hep, “Biz haksızlıkları biliyoruz, devrimden sonra telafi ederiz” olmuştur. Bu geleneksel bir sol söylem haline gelmiştir ne yazık ki. 

 

Bunu kendi deneyimlerinizden yola çıkarak mı söylüyorsunuz?

Tam olarak öyle olduğunu söyleyemem çünkü ben Hrant gibi illegalitenin içerisinde çok olmadım. Legal anlamda da belli sol hareketlere sempatizan oldum ama örgütlü olmadığım için gözlemlerimi aktarabiliyorum. Diğer arkadaşlarımın içinde olduğu durumları çok iyi biliyorum. O iklimi de gözlemleyebildiğim için söyleyebilirim bunu. 

 

Ne zamandan beri arkadaştınız Hrant Dink’le?

1970’li yıllardan beri tanışıyoruz Hrant’la ama o dönemde çok yakın olduğumuz söylenemez. Birbirimizi tanırdık, temasımız vardı ama yüzeysel bir temastı bu. Daha çok Agos’un yayımlanacağı dönem yakınlaştık. Siyasal olarak farklı eğilimlerdeydik zaten.

 

Hrant Dink’in Kaypakkaya’nın sembolü olduğu örgütle birlikte hareket ettiği dönem mi bu?

Öyle sayılabilir. 1970’in ilk yarısı içinde tanışmıştık. O dönemde Hrant Dink, Kaypakkaya hareketine, TİKKO hareketine yakın bir isimdi. Hrant’ın sınıf arkadaşlarından Orhan Bakır’ı da (Armenak Bakırcıyan) burada anmamız gerekir. Armenak Bakırcıyan da Erzincan’da öldürüldü. TİKKO’nun önemli gerillalarından biriydi. Aynı zamanda Hrant’ın da liseden sınıf arkadaşıydı.

 

Türkiye soluyla neden, nasıl bir ilişkileri vardı Ermenilerin?

TKP kadroları içerisinde her zaman Ermeni sosyalistler olmuştur ve öncü roller de üstlenmişlerdir ama hiçbiri bu işleri yaparken Ermeni kimlikleriyle o hareketin içinde olmamışlardır. Doğrudan doğruya bir enternasyonalizm anlayışıyla orada olmuşlardır. TKP’nin yönetici kadrolarına kadar yükselen isimlerden bahsediyoruz. Hrant, ben ve diğer arkadaşlarımız 1950’li yıllarda doğanlarız ama 1920-30’larda doğan Ermenilerin de Türkiye sol siyasetinde hep bir yeri olmuştur.

Peki, bu ilginç bir konu ama yeniden Hrant Dink’in katledilmesine dönelim… Siz 19 Ocak 2007 gününü de yakından yaşadınız, tanıklardan birisiniz. O günü nasıl yaşadınız?

Belki de ömrümde ilk kez milliyetçi, hatta ırkçı diyebileceğim bir dürtüye kapıldığımı hissettim. Haberi Ankara’da oturan bir arkadaşımdan duydum, çok ilginçtir ki benim işyerim Hrant’ın vurulduğu yere hepi topu 150-200 metre uzaklıkta bir yerdi ama ben cinayeti Ankara’dan gelen bir telefonla duydum. Bir arkadaşım, “Ne oluyor, Hrant’ı vurmuşlar” dedi. Hemen telefonu kapattım ve Agos’a gittim. Hrant yerdeydi. Yukarı çıktım, oradaki insanların şokuna paydaş oldum ama o süreçte içimi kaplayan en büyük his, “Herhangi bir Türk bana laf etse de, dayak da yesem, onunla kavga etsem” fikriydi. Hayatımda ilk defa böyle bir duyguya kapılmıştım, ilk kez bir Türk nefreti doğmuştu içimde. O yaşıma kadar bu duyguyu yaşamamıştım. Ruh halim böyleydi. Bu dediğim sadece birkaç saat sürdü ama o dakika ırkçı bir saike bürünmüştüm, öyle bir nefrete bürünmüştüm.

 

Belki de ırkçılık demek doğru değil buna ve deneyimlerinizden yola çıkarak edindiğiniz, Türklüğü bugüne değin kurulmuş hâliyle sanık sandalyesine oturtan bir bilgi ve duygu, sizi böyle bir öfkeye sürükledi…

Bunun temeli yok ama ve ben ırkçılık olarak açıklıyorum. Herhangi bir açıklaması yok. Sadece bir Türk’le kavga etmek istedim o an. Irkçılık bana çok uzak bir şey, bunu açıklamaya ihtiyaç bile duymuyorum. Dediğim gibi bu birkaç saat bile sürmeyen bir öfke nöbetiydi. Sonrasında bununla ilgili çok mahçup da hissettim, çünkü birçok Türk arkadaşım arayıp benden özür diledi. “Biz Türk’üz ama yine bir Türk, bu cinayeti Türklük adına işledi” dediler bana. Hepsi samimiyetine son derece inandığım, güvendiğim, yoldaş gördüğüm insanlardı. Onların hakkını teslim etmek düştü bu sefer de bana. Bugüne kalansa, biliyorsunuz, Hrant Dink davası hâlâ sürüyor. 86 sanık var, 7’si tutuklu olmak üzere. Hepsi devlet memuru ve hepsi etnik olarak Türk. Bu da bu cinayetin altında yatan esas faktörü ortaya çıkarması açısından çok önemli bir şey. Anmalarda ya da duruşmalardan önce atılan “Katil devlet hesap verecek” sloganının altının boş olmadığını, bunun bir devlet cinayeti olduğunu ve Türkiye’de devletin zaten böyle bir geleneğe sahip olduğunu, Sabahattin Ali’den Tahir Elçi’ye kadar pek çok insanın katliyle bu geleneğin dışa vurulduğunu biliyoruz. Dolayısıyla o slogan faşistler için ne kadar incitici olursa olsun bir gerçekliğe işaret ediyor.

 

Dediğiniz gibi, dava halen sürüyor. Bugüne kadar 120 duruşma yapıldı. Neden böyle ilerliyor bu süreç? Neden gerçek sorumlular yargılanmıyor?

Dava süreci ilk günden bu yana gerçeği açığa çıkarmak için değil, devletin en az hasarla sıyrılmasını sağlamak üzere kurgulandı; bu yüzden de Dink ailesi avukatlarının soruşturmayı derinleştirmeye yönelik tüm talepleri reddedildi. Duruşmalar öncesinde adliye önünde en çok tekrarlanan taleplerden biri, “Öldür diyenler yargılansın” olmuştu; bir diğer slogan ise, dediğim gibi, “Katil devlet hesap verecek”. Mahkemenin tutumu ise devletin değil, bir-iki tetikçinin veya azmettiricinin sorumluluğuyla bu davayı sonlandırmak yönünde ancak soruşturmaya uğrayan sanıkların neredeyse tamamının devlet memuru olması, bu cinayette devletin rolünü de ortaya koyan bir gerçeklik.

 

Bugün de halen sizin de bahsettiğiniz o tarihsel süreklilik içinde değerlendirilebilecek haberler okumaya devam ediyoruz. Mesela en son Azerbaycan-Ermenistan savaşı sonrasında Ermenilerin yaşadığı düşünülen semtlere düşmanca sloganlarla yapılan yürüyüşleri gördük. Ermeniler bugün, bu hâl içinde kendilerini Türkiye’de nasıl hissediyorlar? Hrant Dink’in “güvercin tedirginliği” diye bahsettiği hâl, bugün halen yaşanıyor mu?

Ermeniler Türkiye’de sadece zaman zaman bu tedirginliği hissederler. Bu “zaman zaman”ın belirleyeni de politik gelişmelerdir. Örneğin geçmişte yine çok iyi hatırladığım bir duygu dışavurumu olarak ASALA cinayetlerini hatırlayabiliriz. Her ASALA eyleminden sonra Türkiye’deki Ermeniler belirli bir tedirginlik ruh haline bürünürlerdi. 

Türkiye’de Ermeni nefretinin çok yaygın bir şey olduğunu biliyoruz ama biz bu nefreti temas halinde olduğumuz insanlardan genelde görmüyoruz. Böyle bir gerçeklik yok. Örneğin yaşadığım semtte alışveriş yaptığım belki yüzlerce Türk esnaf vardır, hiçbirinden böyle bir nefreti hissetmedim. İnsanlarla birebir temasımızda bu nefreti göremiyoruz. Bu nefret, Ermeni’yle hayatında hiç karşılaşmamış insanları daha çok etkiliyor. Hiçbir Ermeni’yle iki kelam etmemiş insanlar, bu nefretten daha çok etkileniyor. Dolayısıyla bu, memleketin yarattığı bir politik iklimdir ve arkaplanında da hiç şüphe etmiyorum ki, 1915’te işlenen suçun vebali vardır. O kadar ağır bir suç işledikten sonra bu suçla yüzleşebilmenin en kolay yolu, mağduru şeytanlaştırmak olur. Bu sizin fiilinizi de haklı çıkarır, fiilinizin gerekçesi olur. Türkiye’de ülkenin kurucu siyasi aklı, bu prensibi benimsedi ve nesiller boyunca da bunun eğitimini verdi, bunu yaygınlaştırdı ve kullandı, bugüne kadar getirdi. 

Ama öte taraftan Türkiye’deki Ermenilerin çok içselleştirdiği başka bir duygu daha var: “Burası benim memleketim” duygusu. “Huyunu, suyunu, insanını bildiğim yer burası, burası benim memleketim duygusu”, Ermenilerde çok güçlüdür. O yüzden de tabii özellikle 70’li yıllarda, bilhassa da genç kuşaklardan çok ciddi bir dış göç yaşandığı halde, birçok Ermeni, biri de ben olmak üzere, ısrarla Türkiye’de yaşamayı tercih ediyoruz, çünkü burası bizim memleketimiz, diyoruz. Ötüken Yaylası’nın türküsünü söyleyen herhangi bir faşistten çok daha derin bir şekilde “Burası bizim memleketimiz” diyoruz. Şartlar farklı olsaydı, muhtemelen bugün milliyetçi, vatansever falan diye geçinen bir sürü insan, çoktan vatanını terk etmiş, kaçmış gitmiş olurdu, bizler halen ısrarla buradayız.

 

Dün Garo Paylan Urfa’daki tarihi Germuş Kilisesi içinde mangal partisi yapıldığını paylaştı. Geçtiğimiz senenin başında Kayseri’deki tarihi Meryem Ana Kilisesi şehir kütüphanesine dönüştürüldü. Bu tür haberlere nasıl bakıyorsunuz?

1915'ten bu yana Türkiye'de sahipsiz kalan binlerce Hıristiyan ibadethanesi ya resmi makamlarca yıkıldı ya da bölgede yaşayan insanlar tarafından gasp edilerek amacının dışında, hatta hakaretamiz şekilde ya porno film gösteren sinema salonu, ya gübre deposu, sıklıkla ahır veya samanlık, askeri depo gibi amaçlarla kullanıldı. “Sahibinden satılık tarihi kilise” gibi absürd ilanlara Türkiye dışında dünyanın herhangi bir ülkesinde rastlamak mümkün değil.

 

Bir de başka bir parantez var Türkiye’de: Kürdistan parantezi. Kürt coğrafyasında bir yandan Ermeni sözcüğünün halen bazı kesimlerinde küfür olarak kullanıldığı bir toplumsallık var ama bir yandan da işte mesela Diyarbakır’da Surp Giragos Kilisesinin restore edildiği bir süreç, bir sürü önemli sözün söylenmeye devam ettiği bir süreç var. Siz Kürt coğrafyasındaki bu yüzleşme pratiğini, çabalarını nasıl gördünüz, görüyorsunuz?

Çok anlamlı buluyorum. 1915 Soykırımı’ndan bahsederken, doğrudur, bu soykırımın organizasyonu, örgütlenmesi anlamında bir Türk siyasi aklından, Jön Türklerden, İttihat Terakki’den bahsedebiliriz ama uygulama alanına gelince mesele Türklükle sınırlı kalmıyor, Müslümanlığa şamil oluyor. Bu memleketin bütün Müslüman halkları, Kürtler de buna dahil, Çerkesler, Arnavutlar, Müslüman olarak kayıtlı kim varsa dahil, hatta Müslümanlaşmış Hemşinli Ermeniler de dahil, 1915 Soykırımı’nda doğrudan katılım gösteren unsurlar olmuşlardır. Her biri kendi bölgesinde... Kürdistan’da Kürtler, Doğu Karadeniz’de dediğim gibi Ermeni olan, dilleri de Ermenice olan ama Müslümanlaşmış Hemşinliler veya Müslümanlaşmış Gürcüler... Yani memleketin bütün Müslüman toplumları, Ermeni Soykırımı’na bir ucundan katılmıştır. Memlekete sonradan gelmiş olan Çerkesler de, hepsi… 

Ermenilerin tarihsel bilinçaltına yerleşmiş bir şeydir bu; Kürtlerin de soykırımda oynadığı rol bilinir ama Kürtler açısından çok çarpıcı bir gelişme var: 1980 sonrası, yani 5 Nolu Cezaevinde doğan bir direniş ruhu, birdenbire Kürtlerde geçmişe başka bir açıdan bakma pratiğini geliştirdi. Giderek şunu gördük ki, 1915’e dair Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında müthiş bir hafıza farkı var. Batı’da insanlar, bunu sadece resmi tarih söylemiyle ve onun iddialarıyla konuşuyorken Doğu’da çok daha yalın bir gerçeklik olarak ve yerel hikayeler üzerinden konuşuyorlar. Beni hayretlere düşüren bir şeydir, genç insanların tanıklıkları. Bu tanıklıklara tarihçi Namık Dinç’in kitabında rastlamıştım. İnsanlara, eskiye, Ermenilere dair sorular sordukça genç insanlar bunun nasıl uygulandığını ayrıntılarıyla anlatabiliyorlardı. Bu da orada hafızanın başka türlü işlediğini gösteriyor.

Biraz önce değindiğim gibi, 5 Nolu Cezaevinde şekillenen hareket, sonrasında silahlı bir kalkışmaya dönüşen Kürt Özgürlük Hareketi, 1915’e de başka bir bakış açısı getirdi. Onun üzerinden kendi tarihini, bugünkü konumunu değerlendirdi. Daha doğrusu, “1915’te Ermenilere yapılan bugün bize yapılıyor” gibi bir algıyı geliştirdi, böylece de çok farklı bir bakış açısı ortaya çıktı.

Surp Giragos Kilisesinin açılış günlerinde Diyarbakır’da bulunmuştum, akabinde Hrant Dink Vakfının düzenlediği bir sempozyum esnasında da o zamanın belediye başkanını dinlemiştim. Bunlara çok yakından tanık oldum. Orada başka türlü bir bilinç var. Tabii ki bu, “Bütün Kürtler böyle düşünüyor” anlamına asla gelmiyor. Halen bir sürü, “Biz 1915 yılında 500 bin Ermeni’yi Müslümanlıkla şereflendirdik” diyebilen Kürt mollaları da var, dincileri var ama öbür tarafta bir de böyle bir damar var, meseleye başka türlü bakan bir damar var. Sadece Ermeni meselesine değil, bölgedeki bütün halklar meselesine farklı bir bakış açısı getiren, Rojava’da buna uygun bir anayasa taslağı hazırlayabilen başka bir akıl da var. O yüzden meseleye bunlar açısından da bakmak ilginç oluyor tabii ki.

 

Türkiye’deki Ermenilerin en istikrarlı ve güçlü seslerinden birisiniz, o nedenle bu sorunun da bir adresi sizsiniz galiba: Hrant Dink cinayetine ve sonrasına da uzanan bir sürekliliğe sahip Ermeni düşmanlığıyla, devletten gelmeyecekse dahi, bir yüzleşmenin gerçekleşmesinin, belki sivil toplum eliyle gerçekleşmesinin gereği nedir sizce? Ne yapılabilir?

Öncelikle yapılması gereken şey, empati duygusunu çok canlı tutmak. Çünkü bizler, yüz yıl boyunca bir kör dövüşüne mahkum hale getirildik. Hrant Dink’in sözleriyle söyleyecek olursak, Osmanlı’da doğrudur, pek çok halk aynı trendeydik ama kompartımanlara bölünmüş olarak yolculuk ediyorduk. Her birimiz kendi kompartımanımızın içine hapsolmuştuk. Bugün gelinen zaman, artık bu kompartımanlardan koridorlara çıkıp o trendeki herkesle daha yakından temas etme zamanı. O trendeki herkesle birlikte trenin makinistine yolunu doğru çizmesi için baskı yapma zamanı. O aşamaya geldik. Dolayısıyla hepimize düşen görev, birbirimizi tanımak, birbirimizi anlamak ve trenin yolunu da doğru yöne çevirmek.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.