AKP ve devlet: Tarihin şifreleri bize ne anlatıyor?
Forum Haberleri —

- Hangi açıdan bakarsak bakalım, özel savaş politikaları tüm hızıyla devam ediyor. Burada temel mesele, Kürtleri bir siyasi özne olarak kabul etmeyen, onları ya düşman ya da araç olarak gören faşist bir zihniyetin egemen olmasıdır.
ŞEMSETTİN ÖZER
AKP'nin ideolojik kodlarını çözebilmek için hem tarihsel hem de güncel bağlamda partinin söylem ve pratiklerini analiz etmek gerekiyor. "Yeniden Büyük Türkiye" veya "Yeni Osmanlıcılık" olarak adlandırılan vizyon, İslamcılık ile milliyetçiliği harmanlasa da özünde otoriter-merkeziyetçi bir devlet geleneğini sürdürüyor. Kürt meselesine yaklaşımı ise, Emevi Hanedanlığı'nın asimilasyoncu politikalarıyla benzerlik gösterirken, bir yandan da Osmanlı'nın 'millet sistemini' modernize ederek Kürtleri "dindar ve itaatkâr vatandaşlar" olarak tanımlamayı hedefliyor.
Recep Tayyip Erdoğan, cihatçı bir retorikle kendisini "İslam'ın son halifesi" gibi konumlandırmaya çalışıyor. Kürt hareketinden, tıpkı Osmanlı'nın gayrimüslim cemaatlerinden beklediği gibi, mutlak bir sadakat talep ediyor. "Varlığım Türk varlığına armağan olsun" söylemi ile Kürtleri elli yıl öncesine götürmek istiyor. Bu itaat beklentisinin modern bir tezahürü. Türkiye, 21. yüzyılda Selefi-Emevi zihniyetiyle Kürtlerin siyasi ve kültürel varlığını silmeye çalışıyor. Bunu yaparken, son elli yılda büyük bedellerle inşa edilen Kürt kurumlarını hedef alıyor. Kürt diline, kültürüne ve örgütlülüğüne tahammül edemeyen bir anlayış hâkim.
Emeviler döneminde Arap olmayan Müslümanlar (Mevali), ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş ve Arap kültürünün hegemonyası dayatılmıştı. AKP'nin Kürtlere yönelik “silahları bırakın, kendinizi feshedin" çağrısı da benzer bir kültürel ve siyasi teslimiyet talep ediyor. "İslam kardeşliği" vurgusu altında, tek tipçi bir Sünni-Türk kimliği dayatılıyor.
AKP-Erdoğan iktidarı, tıpkı İttihat ve Terakki'nin Ermenilere yönelik başlangıçta ılımlı görünüp ardından soykırıma varan politikaları gibi, Kürtlere karşı da benzer bir strateji izliyor.
Tarih, Türk devletinin hiçbir halkla eşit şartlarda masaya oturmadığını gösteriyor: Ya yok etmiş ya da yenilerek çekilmiştir. Elli yıllık özgürlük mücadelesini askerî yöntemlerle yenemeyen iktidar, şimdi Osmanlıvari diplomatik hamlelerle Kürtleri tasfiye etmeye çalışıyor.
Dış konjonktürün elverişli hale gelmesi durumunda Kürt soykırımı kaçınılmaz görünüyor. En demokratik anayasa yapılsa bile bu risk devam edecek. Çünkü Erdoğan ve Kemalist zihniyet, fırsat bulduklarında şiddete başvurmaktan çekinmeyecektir. Dünya ise sessiz kalacaktır; zira küresel kapitalizm, kan ve sömürü üzerine kurulu bir sistemde ahlak ve insan haklarından bahsetmeyi lüks sayar.
Önce Kürtlere "hoşgörü" gösterisi yapılıyor, ardından tüm muhalifler bastırılıyor. Nihai hedef, bir diktatörlük rejimi kurmaktır. Bu, Orta Çağ'da cennet senetleri satan kilisenin yöntemlerini andırıyor: Dincilik, faşizm ve vahşi kapitalizm kutsanıyor.
Erdoğan, Kürtleri belediyecilik vaatleriyle avutup muhalefeti susturduktan sonra kendini "ebedi lider" ilan edecek. Ancak bu süreçte Kürtlerin soykırıma uğrama tehlikesi açık. Bugün uluslararası diplomaside Kürtler bir pazarlık unsuru haline getiriliyor. Hakan Fidan ve Erdoğan'ın açıklamaları, bu gerçeği ele veriyor.
Tüm yandaş medya ve yazarlarla birlikte şu stratejik planı izliyor: "PKK'yi yendik, Türkiye'yi terör belasından kurtardık" söylemiyle bir kahramanlık havası estirerek, bu süreci iktidarını pekiştirmek için kullanmaya devam ediyor.
AKP-Erdoğan iktidarı, tarihsel bir Kürt fobisiyle hareket ediyor. Osmanlı hayali peşinde koşarken, Kürtlere yönelik gerçek niyetini şu sözlerle açık ediyor: "Silah bırakmak yetmez, PYD-SDG, PJAK da kendini feshetsin, Avrupa'daki kurumlarda kendilerini feshetsin, devletin yanında yer alsın, ancak o zaman anayasayı konuşuruz." Amaç, Kürtleri diplomasisiz ve örgütsüz bırakarak asimile etmek.
Artık Yatılı Bölge Okulları'na (YİBO) bile gerek yok, devlet propagandası her Kürt’ün evine televizyon ve internetle ulaşıyor. Diasporadaki Kürt medyası da baskı altında: "Gelin, devletin şefkatine sığının" deniyor. Oysa Özgürlük Hareketi, tarih bilinci ve mücadele mirasıyla bu oyunu bozacak güce sahip.
Lozan’da "Kürtlerle aynı kaderi paylaşıyoruz" denilmiş, ardından Zilan ve Dersim katliamları gelmişti. Bugün de benzer bir senaryo sahneleniyor. Kürtler ve Özgürlük Hareketi bunun farkında. Barış sürecini başlatmak, savaş yerine demokrasiyi konuşturmak istiyor. Ancak devlet, tüm ateşkes süreçlerini sabote etti. Şimdi aynı oyunu diplomasi alanında sürdürüyor.
Rojava'daki Kürt varlığını cihatçılara teslim etmek için tüm güçler seferber ediliyor. Kemalist ve Selefi zihniyetin ittifakı, sadece Kürtleri yok etmek içindir.
Freud’un dediği gibi: "Bilinçaltı kayıt tutar, bir gün açığa çıkar." Özgürlük Hareketi, Kürtlerde bu bilinci yarattı. Başarının şifresi de burada yatıyor.
Rojava'da ise Kürtlere karşı "Neo-Osmanlıcı" bir yaklaşım sergiliyor. Emevi ideolojisi üzerinden, Sünni bir Suriye hayali kuran Geçici Suriye Hükümeti Lideri El-Şara’ya benzer bir tutum takınıyor. Buradaki asıl amaç, kendisini İslam dünyasının yeni halifesi olarak konumlandırma arzusudur.
MHP ise daha geleneksel bir "ulus-devlet" söylemiyle hareket ederek, Cumhuriyet'in kuruluş ideolojisine vurgu yapıyor.
Kemalist-Ergenekoncu kesim ise "Bakın, Kürtler ve PKK AKP'nin yanında yer alıyor" gibi bir propaganda ile gerçekleri çarpıtarak süreci sabote etmeye çalışıyor.
Radikal sol ise uzun zamandır "Kürt Özgürlük Hareketi AKP'nin yandaşıdır" suçlamasını sürdürüyor.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, özel savaş politikaları tüm hızıyla devam ediyor. Burada temel mesele, Kürtleri bir siyasi özne olarak kabul etmeyen, onları ya düşman ya da araç olarak gören faşist bir zihniyetin egemen olmasıdır.
Diplomasisiz ve kurumsuz bırakılan bir toplum, başı kesilmiş bir tavuğa benzer. Devletin- ya da onun sözcüsü konumundaki AKP’nin- “barış süreci” anlayışı da ne yazık ki bu minvalde şekillenmiştir. Oysa barış, ancak eşitlik, adalet ve geçmişle yüzleşerek, yani samimi bir özeleştiriyle mümkün olabilir. Gerçek anlamda bir kardeşlik, bu koşullarda inşa edilebilir.
Tarihte hiçbir halk , Türkiye devletinin Kürtlere reva gördüğü ölçüde sistematik ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmamıştır. Hitler’in Yahudilere uyguladığı soykırımı andıran politikalar, özellikle Lozan Antlaşması’ndan sonra Kürdistan’da adım adım hayata geçirilmiştir: Koçgiri, Zîlan, Dersim gibi katliamlar, 2016’da Cizre ve diğer kentlerde yaşanan vahşet, Kürt şehirlerinde zehirli gaz kullanılması, çocukların kemiklerinin annelere posta yoluyla gönderilmesi gibi insanlık dışı örnekler hafızalardadır.
Tüm bu tarihsel yük ve acılarla yüzleşilmeden, medeni ve dürüst bir özeleştiri yapılmadan Kürt halkının devlete güvenmesi beklenemez. Ancak böyle bir yüzleşme olduğunda, Kürtler devletin samimiyetine inanacak ve gerçek barışın yolu açılacaktır.
Apocu hareket, 1978'de ilk kongrede nasıl ki sömürge psikolojisini yerinden ederek yıktıysa, 12. Kongresi’nin tarihi kararı olan “Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan" paradigması kazanacaktır. Bu, devlet için bir şanstır; devlet bu süreci basite almamalıdır.
Devlet, önce Rojava’yı tanımalıdır. Kürtlerin yanında durduğunu gösterdiği anda güven tesis edilebilir. Şu an soykırım, diplomatik ve siyasi alanda hızla ilerliyor. Ancak bu oyun bozulacaktır. Çünkü Özgürlük Hareketi, tarihin ve mücadelenin ta kendisidir.