Bedelini ödemediğin bir fikre sahip olamazsın

Dosya Haberleri —

Kürtler

Kürtler

  • Kim halkın kaderine gerçekten ortak olmak istiyor? Kim, özgürlüğü yalnızca slogan olarak değil, gündelik hayatın örgütlenmesinde; kadınların özgürleşmesinde, doğanın korunmasında, dillerin yaşatılmasında bir ahlaki yükümlülük olarak taşıyor? Ve kimler, yalnızca kenardan izleyerek, ‘analiz’ yaparak (!) yetiniyor?

NİHAT ALTAN

Bugün, Sağ’dan tutalım Sol’a, liberallerden tutalım dinsel yapılara dek sınıfı, ideolojisi, siyasi düşüncesi ne olursa olsun; herkesin kutsadığı, adeta amentü haline getirdiği hem bir olgu ve hem de bir kavram var; DEVLET! Elbette ki, devlet, hele ki ulus-devlet, bir kavram değildir sadece. Onun çok ötesindedir; bir düşünüş biçimi, bir tahayyül, bir bakış ve konumlanış halidir.

‘Modern’ siyasal tahayyülün en kudretli tezahürü olan ulus-devlet, özellikle 18. yüzyılın aydınlanma rüzgârlarıyla birlikte tarih sahnesine çıktı ve halkların siyasi varoluşunun vazgeçilmez biçimi olarak gösterildi. Fransız Devrimi’nin yankılarıyla şekillenen bu paradigma, “egemen bir halk”ı “kendi ulusunu” ve nihayetinde “kendi devletini” oluşturmakla eşitledi. Bu eşitleme, 20. yüzyılda uluslararası hukukun temel normlarından biri haline getirildi; bir halkın meşruiyeti ve varoluşunun en büyük teminatı olarak gösterildi. Ancak bu paradigma bir o kadar da yanılgı barındırıyor; siyasal ontolojinin bu basit indirgemeciliği, halkların kendi varlıklarına dair çok daha derin ve karmaşık gerçekliklerini gölgede bırakmasına yol açıyordu.

18. yüzyıldan bu yana, siyaset sahnesinin önüne çıkarılmasına izin verilmeyen fakat varlığını ısrarla devam ettiren soru ise şuydu: Bir halk gerçekten yalnızca devlet kurduğu zaman mı “halk” olurdu? Dil, kültür, hafıza ve ortak irade etrafında örülmüş bir topluluk, devlet olmadan da varoluşunu başka biçimlerde koruyamaz ve veya ilerleyemez miydi?

Gelin bu soruya hep birlikte bakalım.

Gramsci’ye göre, ulus salt siyasal bir yapı değil, “ortak kültürel ve tarihsel bir bilincin” ürünüdür. Bu bilinç, zamanın ve mekânın ötesine uzanır; ulus, devletlerin sınırlarıyla çizilemeyen bir ruhun, kolektif hafızanın ve dayanışmanın ifadesidir. Dolayısıyla, bir halkın halk olması için devlet kurması zorunlu değildir. Devlet, belki bir zaman için, bir mekanda bir halkın örgütsel bir biçimi olabilir, (zorunlu değil) ama tek başına bu biçim o halkın varlığını tanımlayamaz ya da bir halk, halk olma bilincini ve tahayyülünü devlet kurmuş olup olmamakla sınırlandıramaz.

Kendi kaderini tayin hakkı

Uluslararası hukukta “self-determinasyon” hakkı, halkların kendi siyasi statülerini özgürce belirleme hakkıdır; ama bu hak illa ki devlet kurmayı gerektirmez. Örneği çoktur, meraklısı araştırır, öğrenir. Biz bir örnek verelim, geçelim: Meksika’da Zapata örneği, bu hakkın öğretilmiş ve ezberlenerek amentü haline getirilmiş tek biçimini değil, farklı biçimlerde olabileceğini de göstermiştir.

Yani? Yani şu: Ulusun kendi kaderi üzerine karar verebilmesi, siyasal bir özneye dönüşmesinin en temel göstergesidir ve fakat bu özne olma hali, mutlak anlamda devleti değil; iradeyi açığa çıkarmayı, kurmayı ve kolektif karar alma süreçlerini önceliklendirir.

Etik-politik düzlemde ise, kendi kaderini tayin etme; “Ben kimim? Ne olmak istiyorum? Nasıl bir yaşam kurmak istiyorum, bu yaşamı hangi araçlarla kuracağım?” sorularına, kolektif ve yaratıcı bir yanıt vermektir. Eğer bu yanıt devletse, bu da bir sonuçtur; ama devlet dışı başka modeller seçiliyorsa, devletsizlik kendini inkâr değil, bilinçli, etik ve radikal bir tercihtir.

 

 

Devletsiz özgürlük arayışı

Kürt halkının deneyimi, devletli ya da devletsiz olmanın ötesinde özgürlük arayışının bir tarihidir. “Devletsizliğin trajedisiyle” ve ulus-devletlerin baskısı arasında varlığını devam ettirmeye çalışan bir halk olarak Kürtler, kâğıt üzerindeki tüzüklerinde ne yazılmış olursa olsun; 20. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, siyaseti sadece toprak ve sınırlarla değil, kimlik, kültür, cinsiyet özgürlüğü, doğayla uyum ve yaşam tarzıyla tanımlamaya başladılar.

Peki, talep neydi? Talep; “Biz halk olarak tanınmak istiyoruz. İnkar son bulsun. Dilimiz yasaklanmasın. Kültürümüz yaşasın. Kadınlar özgürleşsin. Doğayla uyumlu yaşayalım. Kendi yaşamımızı kendimiz örgütleyelim” idi. Bilenler bilir; kimi zamanlar güncel-politik atmosferin gerekli kıldığı açıklamaları bir tarafa bırakırsak, daha ilk günden beri bu taleplerin karşılığı illa bir ulus-devlet değil; derin, çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi ve ekolojik bir yaşam tahayyülü idi. Kürt hareketi, özellikle 2000 yılından sonra bu tahayyülün radikal ve yaratıcı laboratuvarında kendisini konumlandırmaya başladı ve bunu, dünü bir inkar olarak değil; yeni bir siyasal ahlakın ve örgütlenme biçiminin somutlaşması olarak ele aldı.

Nitekim Kürt Halk Önderi Öcalan ve Kürt hareketi defaatle ve tutarlı biçimde şunu söyledi: Devlet, halk olmanın mutlak şartı değildir. Devlet kurmamak, halk olmaktan vazgeçmek değildir. Kendi kaderini tayin hakkı, devletten bağımsız bir irade beyanıdır ve bu irade, baskı altında değilse, çoğulcu, demokratik ve etik modellerle de hayat bulabilir…

Devletsiz özgürlük mümkün müdür?

Yüzümüzü sadece 300 yıllık tarihe değil de, insanlığın binlerce yıllık tarihine çevirdiğimizde cevap çok net ve belirgindir: Evet, mümkündür. Ama bunun için bilinçli bir örgütlenme, etik bir duruş ve cesur bir siyasal tahayyül gerekiyor. Ve bu tahayyül, sınırları ve geleneksel kalıpları aşan, özgürlük ve adaletin yeni biçimlerini arayan herkes için ilham verici ve dönüştürücü bir çağrıdır.

Tarih, bazen tek bir cümleyle sarsılabilir, hiç hesapta olmayan bir eylemle kırılabilir, bir tutumla farklı yönlere evirilebilir... Bu bir çağrı olabilir, bir tutum olabilir, bir eyleyiş ve veya bir vazgeçiş hali de olabilir. Çoktur tarihte bu örnekler. Son örnek ise, Kürt Halk Önderi Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nin çağrıya verdiği cevaptır.

Kürt Halk Önderi Öcalan’ın, silahlı mücadeleyi sonlandırma ve PKK’nin örgütsel varlığına son verme yönündeki çağrısı işte böyle bir sarsıntıydı. Çağrı ile yalnızca silahları susturmadı; zihinlerdeki paslı kilitleri de kırdı. Çünkü çağrı, sadece bir strateji değişimi değil, siyasal-etik bir paradigma ilanıydı aynı zamanda. Yapılan şey, kırk yılı aşkın süredir yürütülen silahlı mücadele deneyimini ve elde edilen değerleri “devlet kurmaktan daha büyük bir özgürlük tahayyülüne” evriltmekti. Öte yandan bu çağrı, yalnızca bir örgüte değildi; toplumun kendisine, toplumsal özgürlük ve eşitlik iddiasında olan herkese idi. Sadece Kurdistan ve Türkiye ile de sınırlı değil, tüm insanlığa yönelikti. Bu anlamda enternasyonal bir karaktere de sahipti ve bir dönemi, bir zihniyeti, bir ezberi sonlandırma davetiydi.

PKK bu çağrıya kulak verdi. Kongresini topladı, silahı bıraktığını ilan etti. Bunun sembolik adımlarını da attı ve tarihsel misyonunu yeni bir evreye taşıyacağını açıkladı. Kendi varoluşunu, devlete karşı kurulan silahlı bir dirençten, devletsiz bir özgürlük ve demokratik çözüm modeline doğru dönüştürme kararı aldı. Bu, olağan bir karar değil; siyasal cesaretin, ahlaki sorumluluğun ve tarihsel vizyonun birleştiği bir andı.

İşte ne olduysa, bundan sonra oldu. 50 yıl boyunca eline bir taş bile almamış, ömründe bir fiske yememiş, ama ekranlarda, salonlarda, köşelerde “Kürtçülük” kasan ve fakat halkla hiç bir bağı olmayan, nereden fonlandığı belirsiz kimi çevreler, “Kürt halkı adına” bir anda twiter, tik-tok vb. sosyal medya üzerinden peydahlanmaya başladılar!

Peki, ne diyor bunlar? Esasında kayda değer hiçbir şey söyledikleri yoktu; her zamanki gibi yığınla cümleyi art arda sıralayıp bir şey söylememek bir tarzı siyaset olarak devam ediyordu. Fakat ortaklaştıkları nokta şuydu: “PKK neden kendini feshediyor? Neden silahlı mücadeleyi bırakıyor?” Neden ayrı devlet talebinden vazgeçiyor?” “PKK’nin kararı yanlıştır”, “PKK savaşa devam etmelidir” vb.

 

 

Peki gerçek nedir?

Bunları dinleyince hayretler içerisinde kalıyor insan; bunların korunaklı köşelerinde olduklarını bilinmese, bu kişilerin anlı şanlı devrim önderleri olduğunu, her birinin bir savaş ordusu yönettiğini, ellerinde kurtarılmış alanlar olduğunu dahası, her birinin bir devletin lideri olduğunu sanma gafletine düşecek! Neyse ki, çoğumuzun biraz tarih bilgisi var; yaşadıklarımız ve gördüklerimiz var!

Peki, gerçek nedir? Gerçek şudur: Bu kişiler devrimin D’sinden bihaberdir, savaşın S’sinden öcü gibi kaçanlardır. Ellerine bir silah tutuşturulsa, gidip direk polise verenlerdir ‘Halk’ diye tanıdıkları ise otel lobilerinde kadeh tokuşturdukları ‘seçkin’(!) tayfadır. Öte yandan bu kişiler, daha düne kadar “silahlı mücadele yanlıştır”, “Silah zarar veriyor”, “PKK engeldir” diyenlerdi. Peki, şimdi ne oldu da, “Kürt Halk Önderi Öcalan neden ayrı devlet istemiyor.” “PKK neden kendini feshediyor” diyor ve ‘eleştiriyorlar’?

Soru şudur: PKK’nin dünkü mücadelesi mi yanlıştı yoksa bugünkü mü? Dünkü stratejisi yanlıştıysa, işte bugün o ‘yanlış’ ortadan kalktı, yok, bugünkü stratejisi yanlışsa, o zaman dünkü strateji neden desteklenmedi? ‘PKK’nin varlığı yanlıştı’ deniyorsa, işte PKK kendisini feshetti ve ortadan kalktı. Bu durumdan memnun olunması gerekmiyor mu? Yok, PKK’nin varlığı doğruyduysa, o vakit PKK o dönem neden desteklenmedi?

Bu bir çelişki midir? Evet, bu bir çelişkidir hem de yaman bir çelişkidir, fakat bu çelişki basit bir şey değildir; ahlaki bir çöküştür ve çürümedir; giderilemezse, sahiplerini yutacak denli derin bir krizdir.

Şu sorunun cevabı dürüstçe verilmelidir: Ayrı devlet mi isteniyor? Olabilir, bir düşüncedir. Bu düşüncenin sahipleri, tutarlılık gereği, düşüncelerine biçim verir. Bunun örgütü, stratejisi, ekonomisi, ittifakları ve kaynaklarını bir araya getirir, kadrolarını oluşturur ve işin başına geçerek gereğini yaparlar. Halk benimser benimsemez ayrı konu. Kendi siyasal düşüncesinin gereklerini yapıyor, denilir ve geçilir. Lakin durum böyle midir?

*

Bir başka ‘ses’ de, bu tarihi kararın ardından kendini devrimin ne olduğunu bilmeden “devrimci”, toplumculuğun zerresini taşımadan “sosyalist”, halkın nasıl yaşayıp nasıl düşündüğünün bilmeden “halkçı”, tarihin nasıl geliştiğini, nerede oluşup nerede kırıldığını bilmeden HÜR (!) “tarihçi” olarak tanımlayan çevrelerden yükseldi.

Peki, Neden?

Tarihsel ve ideolojik nedenleri çoktur bunun, ilgilenenler için Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” kitabı önemli bir kaynaktır. Lakin tekraren de olsa dile getirmekte beis yoktur: Bunlar için Kürt hareketi hiçbir zaman bir mücadele yoldaşı olmadı; PKK, devletin tüm şiddetini üzerine çeken bir paratonerdi sadece ve bu paratoner olduğu sürece, bu çevreler devlet nezdinde “MAKUL” olmaya devam edecekti. PKK ve silahlı mücadele, bunlar için kendilerini makul göstermeye yarayan bir sembol, kendilerine oluşturdukları dikensiz gül bahçelerinin devamı için bir meşruiyet aracı olmanın ötesinde değildi. Çünkü “şiddete karşı”, “silahı çağdışı” görüyorlardı. Fakat Kürt Halk Önderi Öcalan ve PKK, silahın rolünü oynadığını belirtip siyasal, etik ve felsefi bir düzleme geçince, bu çevrelerin ayakları altındaki tabureler de kayıyordu…

Devletin baskısı, tutuklamalar, yasaklar, zulüm… Bu baskıların karşısında Kürt hareketi ve toplumu direniyordu; Kimileri ise çoğu zaman bu direnişin gölgesinde kendilerine siyasal ve ekonomik bir alan inşa ediyor, Kürtlerin verdiği bedeli ağır direnişten yıllarca kimi zaman dolaylı, kimi zaman da direk meşruiyet devşiriliyordu. Fakat ne zaman ki Kürtler kendilerine ait bir aklı oluşturmaya, devletli ya da devletsiz, kendi modellerini ifade etmeye başladılar, huzursuzluk başladı!

Çünkü Kürt hareketi, aldığı kararla sadece devletin değil, bu çevrelerin ezberlerini de sarsmış, PKK karşıtlığını siyasal ve ekonomik rant aracına çeviren bu kesimleri “Biz PKK’siz ne yapacağız?” “PKK savaşırken elde ettiğimiz konforumuzu nasıl sürdüreceğiz” “PKK’nin elinde silah varken, bizler makulü oynuyorduk, şimdi ne olacak?” sorusuyla karşı karşıya bırakmıştı.

Statükoya alternatifmiş gibi görünüp mevcut statüko içerisinde rejimin kendilerine sunduğu mikro iktidar alanlarında “okey’e dördüncü” aramayı yıllarca “devrimcilik” olarak lanse edenler, “PKK neden kendini feshetti?” Neden sosyalizmden vazgeçti?” “Savaşa neden son verdi”? diye sormaya, kitaplardan kopyaladıkları sözcüklerle, yapay “zeka”dan aşırdıkları “yüksek analiz”lerle, efendilerinin talimatı üzerine yazdıkları “kamuoyuna” başlıklarıyla edep ve ahlaki sınırları zorlayan metinler yazmaya başladılar.

Fakat kimin ne söylediğinden bağımsız olarak gelinen aşamada, mesele bir devlet kurup kurmama meselesi değildir artık. Mesele: Kimin, neyin bedelini ne kadar ödemeye hazır ve razı olduğudur!

Kim halkın kaderine gerçekten ortak olmak istiyor? Kim, özgürlüğü yalnızca slogan olarak değil, gündelik hayatın örgütlenmesinde; kadınların özgürleşmesinde, doğanın korunmasında, dillerin yaşatılmasında bir ahlaki yükümlülük olarak taşıyor? Ve kimler, yalnızca kenardan izleyerek, ‘analiz’ yaparak (!) yetiniyor? Kim ve kimler tarih ve jeopolitik kendisine eleştirmen rolü vermiş gibi davranıyor? Kim ve kimler bu tarihsel yükü başkasına havale ediyor?

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.