“Bir ihtimal daha var o da devrim mi dersin?” 

Veysi SARISÖZEN yazdı —

  • Türkiye’nin bir NATO’ya, bir ŞİÖ’ye doğru yalpalaması içerideki Amerikancı ve Rusyacı kliklerin marifetinden çok, küresel güçlerin işi. Türk devletinin bir bacağını ABD, öteki bacağını Rusya yakalamış çekiştirip duruyorlar. Caaart diye neredeyse ikiye ayrılacak.
  • Bu defa cunta başa geçmez sanırım. Akar-Fidan Altılı Masa’ya ve Erdoğansız ve Bahçelisiz AKP ve MHP’ye emir verir: “Milli Beka Hükümetinde hizaya gir, marş marş”… 

Erdoğan Ping Pong topuna döndü. Geçtiğimiz Haziran’ın son gününde Madrid’de NATO zirvesine katıldı. Rusya ve Çin’i “düşman” ilan etti. Önümüzdeki Eylül ayında da Özbekistan’da Çin ve Rusya’nın başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’nun toplantısına katılacak. Orada da NATO’yu “düşman” ilan edecek mi? Etmiş olacak. O toplantıya katılmış olması ve hele şimdilik “diyalog” ortağı iken “tam üyelik” hevesi zaten NATO’yu “düşman” ilan etmenin “Erdoğancası”.  

Sizce neler oluyor? Birbirlerine karşı nükleer bombaları şakırdatan bu iki blok arasında Erdoğan’ın med-cezir gibi bir gidip bir gelmesi nasıl açıklanmalı?  

Kimi analistler bu “çelişkiyi” Erdoğan’ın “ilkesizliğiyle, pragmatizmiyle, Ukrayna savaşından yararlanan fırsatçılığıyla, elindeki Jeopolitik kartları masaya süren kumarbazlığıyla” filan güya “açıklığa” kavuşturuyorlar. 

Oysa kumarbaz sermayeyi 2015 Kobanê “meydan muharebesinde” kaybetti. Ortadoğu’da nüfuz alanlarının ve pazarlarının önemli bir kısmı elinden alındı. Türkiye fakirleşti ve sonu iflasla bitecek bir ekonomik krize yuvarlandı. Türkiye’yi bu yenilgiye uğratan PKK’den, PYD’den intikam alma hırsıyla yaptığı saldırıların sonunda da Erdoğan devrilmenin eşiğine geldi.  

Şimdi devrilmemek için bir “zafere” ihtiyacı var. Seçime “zafer arabasıyla” gitmek istiyor. Nasıl gidecek? “Zafer arabasının” motorunu NATO’dan, benzinini Rusya’dan almak zorunda. Öyle olduğu için bir NATO’nun kapısında “bana Kürt’ün ölüsünü ver, Türkiye’yi al” diye dileniyor, sonra dönüp Şanghay İşbirliği Örgütüne işmar edip, “Kürt’ü öldürmem için bana icazet ver, ben de sana Türkiye’yi vereyim” diyerek yalvar yakar oluyor.  

Her iki blok “zafer arabasının motorunu vermese ve deposunu fullemese de” dilencinin avucuna “SİHA’larınla biraz Kürt öldürebilirsin” diyerek, birkaç kuruş sadaka attırıyor. 

Erdoğan’ın ping pong topuna dönmesinin sebebi Kürt düşmanlığı yüzünden kudurmuş olması. (Türk devletinin ve tüm küresel güçlerin Kürt meselesinde stratejik ortaklığı ise Apocu Konfederal Ortadoğu devriminden duyulan korku. Bu başka bir yazının konusudur.) 

Ancak bir NATO’ya, bir ŞİÖ’ye gidip gelmesinin başka bir nedeni daha var: NATO-ŞİÖ çelişkisi Türk devletinin içine çoktan beri sızmıştır. Önce Şanghaycı Ergenekon subayları hapse atılmıştı, sonra çakma darbeyle NATO’cu subaylar içeriye tıkıldı. Ama kavga bitmedi.  

Yanlış anlaşılmamalı. Türkiye’nin bir NATO’ya, bir ŞİÖ’ye doğru yalpalaması içerideki Amerikancı ve Rusyacı kliklerin marifetinden çok, küresel güçlerin işi. Türk devletinin bir bacağını ABD, öteki bacağını Rusya yakalamış çekiştirip duruyorlar. Caaart diye neredeyse ikiye ayrılacak. Devlet can havliyle debelenip duruyor. NATO bacağı koparacak kertede çekiştirince Erdoğan soluğu Madrid’de alıyor. Bu defa Rusya bacağına yapışınca kendini Soçi’de buluyor. Zavallı ping pong topu. 

Türk devletinin içinde pusuya yatanlar ise hangi tarafın bu “bacak kopartma” yarışında kazanacağını Genelkurmay karargahında, MİT’in gizli odalarında, Emniyet ve Jandarma’nın bodrumlarında sabahtan akşama kadar hesap etmekle meşguller.  

Pusuya yatanlardan Soylu denilen katili Peker kamuoyunun önüne fırlatıp attı. Ama Soylu hala direniyor. İçine düştüğü durum yüzünden Soylu Şanghaycılığını ilan etti. Her fırsatta ABD’ye ve AB’ye küfrediyor. Fakat pusudaki iki adam sessiz. Bekliyorlar. Hangi bacağın kopacağını kestirmeye çalışıyorlar: Akar ve Fidan. 

Böylece Erdoğan-Bahçeli iktidarı için kader ağlarını adım adım örüyor. Bu kadere kim noktayı koyacak? Patlak ping pong topunu kim çöpe atacak? 

İki aday var. 

Adaylardan biri Altılı Masa mı yoksa? Duyduğunuzda siz gülmeye başladınız bile. Bu Altılı Masa iki uzlaşmaz rakibin arasında bir yerde duruyor. Bir tarafta Akar-Fidan’ın temsil ettiği devlet, diğer tarafta Kürt halkı ve dostları. Bunlar birbirinin üzerine yürüdüğünde Altılı Masa’nın yerinde yeller eser. 

Birinci ihtimali şöyle anlatmaya çalışayım:  
Patlak ping pong topu Erdoğan’ı çöpe atma zamanı geldiğinde, önce ortalık fena halde karışır. Erdoğan devrilmemek için kaostan medet umar. Devlette pusuya yatanlar Erdoğan’ın yaktığı ateşe benzini boca eder. Erdoğan yaktığı ateşte tutuşmaya başlar. Bu defa savaş hali akla gelir. Seçim ertelenir. Lakin savaş hali aslında asker ve istihbarat halidir. Erdoğan ya devrilir ya da mostralık olarak Saray’a kapatılır. Bu defa cunta başa geçmez sanırım. Akar-Fidan Altılı Masa’ya ve Erdoğansız ve Bahçelisiz AKP ve MHP’ye emir verir: “Milli Beka Hükümetinde hizaya gir, marş marş”… Belki şimdiki, belki yeni bir Cumhurbaşkanı “yardımcısı, belki de Erdoğan’ın Kalın sözcüsü ” hepsinin başına tam yetkiyle geçtiğinde resim tamamlanmış olur. Ve eğer ve büyük ihtimalle devletin bir bacağına yapışan NATO Türkiye’yi Üçüncü Dünya Savaşı’nda “kullanışlı asker” haline getirirse, ki getireceğe benzer, işler de yoluna girer. 

Ama “bir ihtimal daha var, o da devrim mi dersin?”  

Kolay değil. Devrim dediğin insanlık tarihinde bir istisna. Ama yine de oluyor işte. Bunu da anlatmaya çalışayım. 
Hayal edelim: seçim olmuş. AKP-MHP azınlığa düşmüş. HDP yüzü aşkın vekille TBMM’ye girmiş. Daha doğrusu tam girmek üzereyken Yüksek Seçim Kurulu “adam kazandı, AKP yüzde doksan dokuz oy ile birinci parti oldu” demiş. Deyince, daha o gece memleketin alanlarını insan seli basmış. Başta HDP tabanı, Gezi kuşağı, yüzbinlerce kadın. O sırada ordu Zap savaşından yamulmuş bir halde kışlasına dönmekte. Moraller sıfır. Tanklar YSK darbesine karşı Kızılay Meydanını zapt eden halkın açtığı koridordan geçiyor. O da ne? Kolu sargılı, kafası bantlı bir teğmen halkı zafer işaretiyle selamlıyor. Destur ya hu! Bir bakıyorsun, geçen gün bir futbol maçında Erdoğan’a sinkaflı küfür savurup tutuklanan polis tanka tırmanıyor, beylik tabancasıyla bir şarjör boşaltıp, sloganlar atıyor. Sen buna şaşkın şaşkın bakadururken, müezzin bu defa minarenin şerefesine çıkmış “ümmet-i Muhammedi, Kızılay’da hatt-ı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, satıh bütün Ortadoğu’udur, ilk hedefiniz Beştepe Sarayı’dır, ileri” demiyor mu? Haydiiii… İzmir Kürdistan’a Kürdistan İzmir’e, Karadeniz Akdeniz’e, Akdeniz Karadenize yürüyor.  

Sürrealist bir resim değil mi? Öyledir. Devrimimiz sürrealisttir abiler diyor Cemal Süreya… 

İnsan 15 Ağustos “Diriliş ve gerilla bayramında” devrimi hayal etmelidir.  

Quto itiraz etti: “Ne hayali Veysi abe, Rojava’da devrim oliy, Avrupalı gençler Konfederalizm bayrağı altında toplaniy…” 

Bu 15 Ağustos belli ki başka 15 Ağustos.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.