Genel tartışma hakkında
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Genel tartışma eğer “seçim sürecindeki hatalar” üzerine ise, bu somut ve sınırlı bir tartışma demektir. Ancak konuyu ele alırken “seçim sürecindeki hatalara” neden olan “yapısal” yanlışlar da ele alınmalıdır.
Parti içi genel tartışma parti organlarının kararıyla yapılır. HDP Genel Merkezi bu kararı almıştır. Kitle partisi olduğu için bu genel tartışmaya yalnız parti üyeleri değil, HDP’ye destek veren halk da katılır.
Başı sonu belirsiz bir tartışma olamaz. Örneğin eğer Parti Kongresi yapılacaksa, genel tartışma bugünden başlayarak Kongre’nin bitimiyle sona erdirilir. Kongre tartışmayı alacağı kararlarla sonuçlandırır.
Genel tartışmada medyaya da büyük rol düşer. Ekranlarını ve sayfalarını genel tartışmaya katılan farklı görüşlere açar. Medyaya yansıyacak olan tartışma belli ilkelere ve formata bağlanır. Kişilere dönük yıkıcı suçlamalara ve hakarete yer verilmez. Ekrana yansıtılacak konuşmalar belli bir zaman dilimiyle, sayfalara yansıtılacak yazılar belli bir satır sayısıyla sınırlandırılır.
Temel bir sınırlama da vardır:
Genel tartışma eğer “seçim sürecindeki hatalar” üzerine ise, bu somut ve sınırlı bir tartışma demektir. Ancak konuyu ele alırken “seçim sürecindeki hatalara” neden olan “yapısal” yanlışlar da ele alınmalıdır. Tartışmayı basitleştirici ve daraltıcı olmamak ne kadar önemliyse, tartışmayı yalnız HDP’yi değil, PKK’yi, KCK’yi, HPG ve YJA-Star’ı, sayısız örgütü bağlayan “temel paradigmaları” kapsayacak şekilde kaotik hale getirmemek de o kadar hayatidir. Bu sınır aşılırsa tartışma “yeniden yapılanma” amacından sapar, hareketi bir bütün olarak tasfiyeye götürür.
Hiç kuşkusuz kimileri tartışmayı fırsat bilip, Öcalan tarafından tüm Kürt Özgürlük Hareketi’nin katkılarıyla yaratılan ve uğrunda binlerce şehit verilen bu temel paradigmaları çürütmeye çalışacaklardır. Bu amaçla tartışmayı ekseninden çıkartma çabalarının sinsi ve açık örnekleriyle karşılaşılacaktır.
Hareketin Kürdi renginin legal alanda yapılan yanlışlar nedeniyle bulanıklaşması, Kürt halkının “Türkiye Partisi ve Türkiyelilik” paradigmasına karşı tepkisine yol açmıştır. Bu haklı tepkiyi anlamak önemlidir. Ancak halkın tepkisini demagojik argümanlarla istismar etmeye imkan vermemek gerekir.
“Türk tınısından” dolayı benim de kulağıma hoş gelmeyen “Türkiyelilik” kavramının altında, “Türkleşme”değil, “Demokratik Uluslaşma” paradigmasının yattığı unutulmamalıdır. Bu paradigma yalnız Türkiye ve Bakur’la değil, bütün “ulus devletler”le ilgilidir. Paradigmaların birbiriyle içsel ve organik bağı bulunmaktadır. “Demokratik Uluslaşma” Türk milliyetçiliğine, Arap milliyetçiliğine, Ermeni milliyetçiliğine, Kürt milliyetçiliğine, kısaca ulus devletlerin üzerinde yükseldiği her türlü milliyetçiliğe karşı biricik demokratik alternatiftir. Aynı zamanda biricik “devrimci” alternatiftir; “Demokratik Uluslaşma” süreci “Konfederal devrimci sürecin” sosyal temelini inşa etme sürecidir.
Bu bütünsel programatik yapıdan “Türkiyeliliği” sökmek, Kurdistan devrimini önce Bakur’a hapsetmeye, Kürt halkını Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin Kürt olmayan halklarından izole etmeye, ardından da Başur’da yaşanan trajik gelişmelere mahkum etmeye götürür. Demokratik Ulus paradigmasının Türkiye’ye özgü somut biçimi “Türkiyelileşmektir.” İsme takılmayalım. Bu, Kürt halkının öncülük misyonuyla bütün parçalardaki halkları tek bir cephede birleştirme stratejisidir. Kurdistan’ı kuşatan ulus devletleri saf dışı bırakma, onları “demokratik cumhuriyet” “demokratik özerlik”, “demokratik ulus” temelinde yeniden inşa etmek ve hepsini Kurdistan’ın dört parçasıyla “demokratik konfederalizm” temelinde birleştirmektir. Eğer bu stratejik paradigmayı söküp attığımız, Kürk halkını dört parçanın Kürt olmayan halklarından tecrit ettiğimiz ve devrimci süreci Bakur’a hapsettiğimiz zaman, dört tarafı “düşman” halklarla ve onların ulus devletleriyle çevrili “Özgür Bakur”, kısa zamanda bu “düşman halkların” ulus devletleriyle önce uzlaşmak, ardından onlardan birine teslim olmak, onların hegemonyasında diğer parçaların Kürt halkına karşı düşmanca tutumlar almak zorunda kalır. Başur’un kısa tarihi bu trajik sonucu göstermiştir. Apocu hareket halklarla birleşerek özgür Kurdistan’a yürüyor, “tek parçacılık” kendi halkını bölüyor ve Kürt düşmanı Türk devletiye birleşiyor. Rojava ise “Demokratik uluslaşma” yani “Suriyelileşme” yolundadır ve bütün var olan uluslarla kaynaşırken Kürdiliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Orada Kürt halkı diğer haklarla birlikte özgürlüğe, Kürt dili diğer dillerle gelişip zenginleşmeye, Kürt kültürü diğer kültürlerle serpilip kalıcılığa doğru yürüyor. Milliyetçilikten ne kadar uzaklaşırsan o kadar Kürdi olursun, ne kadar dar milliyetçiliğe yürürsen o kadar “genel Kürdilikten” “tek parçacılığa” ve kardeş düşmanlığına yürürsün. Başur’da, ulusal birlikten kopan, izole olan, o nedenle çareyi faşist Türk rejimiyle suç ortaklığında bulan Başur yönetiminin işbirlikçiliği yüzünden Kürt kanı dökülüyor.
Buna karşılık, “demokratik ulus ve konfederalizm” teorisi bütün parçalardaki Kürt halkını birleştiriyor, birleşmekte olan Kürt halkını Avrupa’dan Latin Amerika’ya kadar dünya halklarıyla kucaklaştırıyor. Bu da gösteriyor ki, “Türkiyelileşme” demek “Türkleşmek” demek değil, “dünyalaşmak” demektir. Tarih, Kürt halkının omuzlarına milletler arası düşmanlıklara son vererek kapitalist moderniteyi en can alıcı Aşil Topuğu’ndan vurma misyonunu yükledi. Kürt halkı Apocu paradigmalarla Kürtlükten uzaklaşmak şöyle dursun, özgürlüğe ve refaha susayan dünya halklarının öncülüğü gibi, her Kürt insanında “ulusal gurur” yaratan bir “rütbeye” yükseldi.
Sonuç olarak, genel tartışma milyonlarca Kürt halkının “önderlik” olarak tanıdığı Apocu paradigmalar temelinde, bu paradigmaların hayata geçirilmesi esnasında yapılan hataları ortadan kaldırmak amacına sıkı sıkıya bağlı kalınarak yürütülmeli. Böyle yapılırsa hiçbir ideolojik ve milliyetçi demagoji HDP’ye ve genel olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ne zarar veremeyecektir.
Benim önerim şudur: Özgür Medya alanında tartışmaları sağlıklı yürütebilmek için özel bir “merkezi komisyon” kurulmalı ve bu komisyon parti aktivistlerinin, halkın, aydınların ve sanatçıların katılacağı tartışmayı ekranlara ve gazete sayfalarına “yeniden yapılanma” amacına uygun bir anlayışla yansıtmalı ve sonuçlandırmalıdır.
Bu satırlardan sonra çok gerekli olmadığı halde, yazılarımı okuyanlar kendimden bahsetmeyi sevmediğimi bilirler, yine de kendimle ilgili birkaç hususu vurgulama ihtiyacını duyuyorum.
Bu satırların yazarı hiçbir zaman “Kemalist Türk solunun”mensubu olmadı. Gençlik yıllarım “cuntacılarla”, “Türk soluyla” mücadeleyle geçti. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda TİP yönetimi tarafından Başkanlığa getirilen Doğu Perinçek, örgütü cuntacı “güçbirliğine” kattığı zaman onun yerine Başkanlığa Muşlu Zülküf Şahin’i getirenlerin başında ben bulunuyordum. Başur’la ilgili şimdiki görüşümü büyük bir üzüntüyle yazdığımı bilmenizi isterim. Gençlik yıllarımda Şivan’ı, Sait Elçi’yi, Ape Musa’yı, Enver Aytekin’i, Kemal Burkay’ı, Edip Karahan’ı ve daha nicesini TİP içinde ve dışında tanıma fırsatım oldu. Kimisinin teşvikiyle ilk “Doğu Gecesi”ni örgütledim, hemen hepsi KDP’ye bağlı Kürt gençlik dernekleriyle ortak bildiriyi kaleme aldım. Bu bildiriyi KDP Genel Sekreteri şehit Faik Bucak’ın evladı Serhat Bucak illegal olarak Kurdistan’da dağıttı. Molla Mustafa Barzani’ye büyük bir saygı duydum. 1960’lı yıllardan söz ediyorum. TKP yıllarımda bu çizgimi yeterince izleyemedim. Ve işte şimdi, vaktiyle savunduğum reel sosyalizmin başına gelenler gibi Başur’un başına gelenlere Moskova’ya hüzünle baktığım gibi bakıyorum. KDP’nin günün birinde Kürt ulusal birliği saflarındaki hakettiği yeri alacağına inanıyorum.
