
6 Şubat depremi/foto: AFP-Hatay
Depremden hemen sonra Antakya’ya giden M. A. adlı gönüllü, bölgede AFAD ekipleriyle temas halinde katıldığı çalışmalara ilişkin gözlemlerini gazetemize gönderdiği bir mektupla paylaştı:
- Gönüllülere turist muamelesi yapan yandaş basın ve AFAD, kimseyi içeri almadan trafikte süründürmeye karar vermişti adeta. Yandaş basın ve AFAD’ın eliyle başlayan trafik yüzünden şehrin girişinde 6 saat bekletildik. Daha sonra Antakya yerlilerinden bir yurttaşın yardımıyla şehre girmenin bir yolunu bulduk.
- Termosuna çay doldurmak isteyen kadın insanlıktan nasibini almamış bir Kızılay görevlisi tarafından kovulurcasına reddedilmişti. ‘Çocuklarım için istiyorum’ dedi, vermediler. Kadın utanarak yüzünü kapattı. Bu olaya şahit olan doktorlar olaya müdahale etti. Kadın çayını başka yerden aldı.
- Bu provokasyonlar devletin aciziyetini örtmek için yapılan, çok planlı ve başarılı bir provokasyon. Adıyaman, Maraş, Hatay ve bu şehirlerin ilçelerindeki birçok enkaz hala sahipsiz, çadırsız, susuz. Çalışan ekipler yorgunluktan bitap. İlçelerde, köylerde dertler asıl şimdi başlıyor.
MIHEME PORGEBOL
6 Şubat’ta Pazarcık ve Elbistan’da art arda yaşanan depremlerde devlet kurumlarının koordinesizlik, vurdumduymazlık ve acımasızlığının bedeli ağır oldu. Sayısız ispat ve çağrıya rağmen bir türlü üzerine düşeni yapmaya yanaşmayan devlete ve kurumlarına tepkiler ilk olarak kurtarma ekipleri ve bölgeye giden gönüllülerden geldi. Özellikle AFAD’ın işlevsizliği kendi personelleri tarafından bile birçok kez ifade edildi. Bu koordinesizlik ve vurdumduymazlığa isyan eden gönüllüler de az değil. Depremden hemen sonra Antakya’ya giden M. A. adlı gönüllü, bölgede AFAD ekipleriyle temas halinde katıldığı çalışmalara ilişkin gözlemlerini gazetemize gönderdiği bir mektupla paylaştı. Mektubu olduğu gibi aktarıyoruz.
MERHABA
Antakya’daki çalışmalara ilk günden katılan bir gönüllü olarak gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki benim gözlemlerim enkaz alanlarından değil, devletin enkaz alanlarına üs olarak kullandığı bölgeden. Antakya’ya girişimiz tabiri caizse kaçak yollardan oldu. Gönüllülere turist muamelesi yapan yandaş basın ve AFAD, kimseyi içeri almadan trafikte süründürmeye karar vermişti adeta. Yandaş basın ve AFAD’ın eliyle başlayan trafik yüzünden şehrin girişinde 6 saat bekletildik. Daha sonra Antakya yerlilerinden bir yurttaşın yardımıyla şehre girmenin bir yolunu bulduk. Yerliler gönüllülere açıktı çünkü onlara ihtiyaçları vardı. Devletin değil, gönüllülerin çadır getirdiğinin farkındaydılar. Hiçbiri bize sırtını dönmedi, bize küsmedi. Herkes bizi bariz bir gururla kabul etti.
Oradan oraya taşınan cenazeler
Çalışacağımız nokta bir hastaneydi. O gururu, hastane bahçesinde ağlayan depremzede kadının gözyaşlarında da gördüm. Termosuna çay doldurmak isteyen kadın insanlıktan nasibini almamış bir Kızılay görevlisi tarafından kovulurcasına reddedilmişti. ‘Çocuklarım için istiyorum’ dedi, vermediler. Kadın utanarak yüzünü kapattı. Bu olaya şahit olan doktorlar müdahale etti. Kadın çayını başka yerden aldı. Kızılay görevlisi de orada bulunan bir doktordan içimi rahatlatacak azarı duydu. Buna da şükür dedim çünkü vicdan çok nadir bulunan bir değer olmuş. Hastanede durmaksızın değişim vardı. Başta yerler tamamen cenazelerle doluydu, sonra cenazeler çadırlara taşındı ve artık ben dönerken cenazeler orada değildi. Cenaze işlemleri mezarlığa taşınmıştı. Kriminaller her gün yüzlerce cenaze tespit etmeye çalıştıklarını söylüyordu ve öğrendiğim kadarıyla ölülerin kimliklendirmesi ancak yüzde 70 oranında yapılabiliyordu.
Rüzgarda ölümün kokusu
İlk günler depremzedelere yardım toplanan, depremzedelerin rahatlıkla girip çıktığı bu merkez Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ziyaretinin sabahında sivil araçlara tamamen kapatıldı. Artık depremzede de olsa aracıyla gelen insanlara erzak verebilmek için onları rica ve minnetle alabiliyorduk. Bu toleransa anlayış gösteren askerler olsa da polislerle iletişim kurmak imkansızdı. Kapıdaki görevli asker ‘böyle iş olmaz’ demek istedi, diyemedi. Yemekhane sırasındayken beni buldu ve içinde tuttuğunu bana fısıldadı. İlk defa ‘Allah devletimizden razı olsun, devlet sağ olsun, var olsun’ ya da ‘yapıyorlar, çalışıyorlar’ laflarının birini bile duymadım. ‘Biz çok geç kaldık’ laflarını, ‘buraya 24 saat önce gelinseydi ne canlar kurtulacaktı’yı duydum. Herkes devletin ne kadar geciktiğinin farkında. Fakat bu farkındalığın ne halka ne de depremzedelere hiçbir faydası olmadı. Rüzgarda ölümün kokusu gibiydi sadece.
Gönüllüleri suistimal eden devlet
Devletin eksikliğini yine devletin elemanlarından dinledim. Her gün lanetler okuyarak çalışanlar vardı. Enkazdan dönen ekiplerin başını sokacak çadırı yoktu. Biz sadece bir yemek aracıydık ancak bizi sorumlu görüp yatacak yer isteyen sağlık görevlileri bile oldu. Devletin getirdiği tuvaletler dışkıdan girilemez durumdaydı. Sadece yardım kuruluşlarının getirdiği gönüllü tuvaletler, uzun bekleyişler sonucu kullanılabilir haldeydi. Sıcak yemek veya kumanya sadece 2 gönüllü topluluğu tarafından veriliyordu. Bu süreçte devletin merkezinde olduğumun farkındaydım ve devletin gönüllüleri nasıl suistimal ettiğini de birinci elden yaşadım. Biraz vicdan sahibi bir insansanız, ne olursa olsun orada çalışmaya ve enkaza giren bir ekibi doyurabilmek için hiçbir şey yapmadan oturan 5 ekibi de doyurmayı kabul ediyorsunuz. Aynı vicdana sahip olduğunu gördüğüm birtakım sağlık çalışanları ve memurlar köylere giderken çadırımızdan erzak, sıcak yemek götürdü. Ama vicdandan mahrum ve durumun vahametinin alana inmediği için veya indiği halde farkında olmayan ciddi bir grup memur, vatandaşın üzerinde yatması için getirilen paletleri yakıyordu. Bu gözler yerlerde çöp gibi duran bağışların, kıyafetlerin polis tarafından ateşte yakıldığını gördü. Odunu yok, kağıdı yok diye değil, ateş daha büyük olsun diye. Ateşin ne kadar yakıcı olduğunun farkındalar mıydı bilmem ama bir paletin 200 TL olduğunun farkındalardı.
Afet bölgesinde kadın olmak
İnsanları organizasyonsuzluk öldürdü desem hiç yalan olmaz. Yerlerde tonlarca ekmek, kıyafet, su... İhtiyaç sahiplerine ulaşması için hiçbir çaba yoktu. Bakan alanda 3 çadır arası gezip görüntü veriyordu ama arkasında taşan tuvaletler, önünde yerlerde çöp olmuş bağışlar vardı. Ama bunlar kamera açısının dışında olduğu için sorun teşkil etmiyordu yetkililer için. Tuvalet ve su sorunu hastalıklara davetiye çıkarıyordu. İnsanlar bitlenmekten, hastalıktan korkarak devam ediyordu yine de çalışmaya. Alanda kadın olmak ise fazlasıyla zor. Susuz, tuvaletsiz koşullarda, pede ulaşım kimsenin aklına gelmiyor. Erkeklerin sokakta karşılayabildiği ihtiyacı kadınlar karşılayamıyor. Köşeler aranıyor, tenha aranıyor, toprak aranıyor. Temiz iç çamaşırı ihtiyacı biraz da olsa karşılanabiliyorken günlük ped hiç yok. Günlük pede tamamen lüks gözüyle bakılıyor. Bu hijyensizlik, düşüncesizlik ve umarsızlık kadınların ve kız çocuklarının pek çok hastalık geçirmesine sebep olacak. Bu hastalıklar mutlaka tüm çocukları da etkileyecek.