Umut ve kaygı diyalektiği
Veysi SARISÖZEN yazdı —
- Kaygı duyan, kaygısını gidermek için özellikle şu günlerde "Öcalan'a özgürlük, Kürt sorununa çözüm" hamlesini dünya çapında yeni bir aşamaya yükseltmek için insanüstü bir gayretle ayağa kalkmalıdır.
Bu yazıda iki soruya cevap aranacak.
Birinci soru, fiili müzakereden neden umutlu olmalıyız ve neden "sözlere" bakarak umutlu olmamalıyız?
İkinci soru, PKK'nin örgütsel varlığına son vermesinden neden kaygı duymamalıyız ve neden kaygı duymalıyız?
Siz soruların cevaplarını düşüne durun, ben kişisel cevaplarımı yazmaya başlayayım.
Fiili müzakereden neden umutlu olmalıyız sorusunun cevabı şöyledir: Çünkü adı hala konmamış olan bugünkü süreç, yıllar önce yaşanan Oslo ve İmralı sürecinden yüz seksen derecede farklıdır. Birinci süreç başlangıçta Erdoğan rejiminin Arap Baharı ile birlikte bölgede hegemonya için harekete geçtiği koşullarda başladı, Kobanê zaferiyle birlikte, hegemonya hamlesi hezimete uğrayınca sona erdi. PKK'yle başlatılan bu süreç esnasında hem Türk devleti, hem de Erdoğan iktidarı hem ekonomik bakımdan, hem diplomatik bakımdan, hem de seçmen çoğunluğu bakımından çok güçlüydü. Askeri gücüyle bölgede hegemonya kazanma planı rakip devletlerle savaş riski taşıyordu, iki cephede savaşmamak için PKK'yle savaşa ara vermek ve gücünü Ortadoğu'ya yönlendirmek zorundaydı. Kısaca o dönemde Türk devleti de Erdoğan da "saldırı" konumundaydı. Rojava devrimi, bu bölgesel emperyalist planı bozdu ve Erdoğan yeniden PKK'ye karşı savaş açtı. O andaki çok yönlü gücüyle bu savaşı kazanacağını hesapladı. Hesap tutmadı.
Şimdi adı konmayan süreç tam tersi koşullarda başladı. Birinci süreçte saldırı konumunda olan rejim, bu defa Ortadoğu'da meydana gelen ve tüm ulus- devletleri tehdit eden koşullarda, savunma konumuna mecbur oldu. Bölgesel koşullardaki değişikliğe, ağır ekonomik kriz, diplomatik izolasyon ve iktidarın seçmen tabanında büyük erime halinde yakalandı. Bir anda Kuzey Kıbrıs, Efrîn, Girê Spî, Serêkaniyê ve Başûr Kürdistan’ındaki işgal ettiği yerleri kaybetme riskiyle yüz yüze geldi ve bu kayıplarla birlikte Bakur'un da tehlikeye girdiğini gördü.
Birinci süreçte PKK'yle "uzlaşma" yayılma hamlesinin gereği iken, bugünkü süreç "küçülme" korkusunun zorunlu "çaresi" olarak başladı.
Başkan Apo, devletin "beka", Erdoğan'ın "iktidar" korkusuyla İmralı kapısını çalmasını, "barış ve demokratik toplum sürecine" dönüştürdü. Böylece ortaya şu ikilem çıktı: Devlet ya bürokratik merkeziyetçi ulus- devlet rejiminden geri adım atmak, böylece "küçülmenin" önünü almak, ya da küresel emperyalizmin sürükleyeceği savaş maceralarıyla kaosa sürüklenmek ikilemiyle yüz yüze geldi. Erdoğan iktidarı ise, ya kendi "diktatörlüğüne" son verecek olan "demokratikleşmeye" yönelmek, ya da "seçimsiz faşizme" yürüyerek ülkeyi kaosa sürüklemek ikilemiyle yüz yüze geldi.
Fiili müzakereden umutlu olmamız, devletin ve Erdoğan iktidarının böylesi hayati ikilemlerle karşı karışa gelmiş olmasındandır. Başkan Apo, hem devlete, hem Erdoğan rejimine ve hem de tüm bölge halklarına biricik çıkış yolunu göstermiştir, bu yolun dışında herkesi kaos beklemektedir. Devlet ve iktidar son şansı, eğer intihar etmeyeceklerse kullanma zorunluğu ile karşı karşıyadırlar ve bu da fiili müzakereden umutlu olmamızın sebebidir.
Böyle durumlarda devletin ya da Erdoğan'ın "sözleri, vaatleri" hiç bir anlam taşımaz. Bu yıkıcı ikilem sonuçlarından sözle değil, ciddi ve somut adımlarla çıkılır. O nedenle verilen "sözlerden" dolayı umutlu olunamaz. Pratiğe bakılır. Pratikteki durum umutsuzluğun sebebidir. Ortada hiç bir adım yok.
İkinci sorumuz şuydu: PKK'nin örgütünü dağıtmasından neden kaygı duymamalıyız ve neden kaygı duymalıyız?
Cevabım şu: PKK Fis Köyü’nde, diğer bütün devrimci örgütler gibi az sayıda militan tarafından kuruldu. İlk kurşun derme çatma silahlardan, az sayıdaki militanlarca atıldı. O esnada PKK ister devlet zoruyla olsun, ister gönüllü olarak olsun tasfiye edilseydi, geride büyük bir iz bırakmadan tarihe karışabilirdi. Hatta Başkan Apo sınırı geçerken tutuklansaydı ya da katledilseydi, yine aynı sonuç yaşanırdı. Hatta Bekaa vadisindeki PKK kampı basılsaydı ve orada bir katliam yaşansaydı, PKK gerçekten tasfiye edilmiş olurdu.
Ama köprülerin altından çok sular aktı. Başkan Apo esaretteyken onun paradigmaları evrenselleşti, PKK savaşçıları tünellerde, PKK kadroları gizlilikte olduğu halde Kürt halkı PKK'lileşti. PKK'lileştiğini "PKK halktır, halk burada" sloganıyla ilan etti.
Artık Kürt halkının büyük çoğunluğu milyonlar halinde kendini PKK olarak örgütledi. Gittiğim her Kürt evinde duvarlarda Başkan Apo'nun posteri, PKK'nin bayrağı ve PKK'li şehitlerin resmini gördüm. O ev sakinlerinin hiç biri PKK "kadrosu" değil, ama o evler birer PKK örgütüdür. PKK'nin İsmi ve örgüt şemasını oluşturan merkezi ve yerel "komiteleri" feshedilse bile bu evleri ne devlet feshedebilir, ne de PKK Kongresi... Şöyle anlatayım: PKK Kongresi fesih kararını aldıktan sonra soruyorlar, PKK örgütlerinde üye olan kadrolar, savaşçılar ne olacak, nereye gidecek? Düşünelim: Mesela Karayılan Urfa'da bir evin kapısını çalacak, kapıyı evin beş ve altı yaşındaki iki çocuğu açacak, açar açmaz birisi Karayılan'ın sağ omuzuna, diğeri sol omuzuna anında tırmanacak. Anneleri çocuklarına "kim geldi?" diye sorduğunda iki çocuk bir ağızdan "biz geldik" diye haykıracak.
Bu da gösteriyor ki, PKK ne devlet zoruyla, ne de gönüllü olarak feshedilemez. O artık halktır.
O halde kaygılanmanın alemi yoktur.
Ama şunu bilelim: Kürdistan’ın hemen hemen her evi bir PKK örgütüdür ama, bu örgütlü gücün Kürt sorununu çözebilmesi için bir "Önderliğe" ihtiyacı var. Bu ihtiyacı Başkan Apo esarette ve tecritteyken PKK'nin merkezi ve yerel örgütleri karşıladı. Şimdi başlayan fiili müzakerenin sonucunda PKK'nin bu komiteleri, Apo adına yürüttükleri görevi yeniden O'na iade edecekler. Dünyanın her yerindeki Kürt evlerine Başkan Apo Önderlik edecek.
İşte bu noktada kaygı var: Ya PKK kendini feshettiği zaman Başkan Apo yine İmralı'da esaret altında kalırsa? Ya Duran Kalkan'ın dediği gibi Türk devletinde oyun Osmanlı'daki oyundan daha beterse? Yüzbinlerce hane halkı Önderliksiz kalırsa? Ya devlet Kürt halkını Aposuz ve PKK'siz bırakmak üzere yeni bir komplonun peşindeyse?
Bu kahırlı halk böyle bir duruma karşı ne diyecek?
İşte bu soruya, bu kaygıları kendisi de taşıyan Cemil Bayık gidermek üzere şöyle cevap verdi: "Silah da bırakırız, komitelerimizi de dağıtırız, tek şartımız Önder Apo'nun özgürlüğüdür."
O halde kaygı duyan, kaygısını gidermek için özellikle şu günlerde "Öcalan'a özgürlük, Kürt sorununa çözüm" hamlesini dünya çapında yeni bir aşamaya yükseltmek için insanüstü bir gayretle ayağa kalkmalıdır.
Not: Barış ve demokratik toplum sürecinin emektarlarından sevgili Sırrı Süreyya Önder ölüme karşı, kızının sesini duymuş gibi direniyor. Diren sevgili kardeşim, sonuna kadar diren.