Ben bir sanat eylemcisiyim
Dosya Haberleri —
15 yıldır Zürih’te yaşayan Kürt sanatçı ve küratör Niştîman Erdede’yle sanat serüveni ve çağdaş sanatı konuştuk:
- “Her şey, gerçekliğin bir adım ötesinde yaşanıyor. Ben buna fantazma diyorum. İşte ben bu fantazmanın içerisinde kendimi hikayemle birlikte salt bir gerçeklik temsili olarak görüyorum. Zaten sanat eylemciliğimin gerekçesi de bu gerçeklik. Ben derdimi bir Kürt olarak kendim dile getirmeyi tercih ediyorum.”
MİHEME PORGEBOL
Türk devletinin, Kurdistan'da özel savaş yöntemi olarak devreye koyduğu hapis cezalarından dolayı çok sayıda Kürt, Avrupa'ya gitmek zorunda kaldı. Onlardan biri de Niştîman Erdede. 15 yıldır Zürih’te yaşayan Kürt sanatçı ve küratör Niştîman Erdede, 2006 yılındaki büyük Amed Serhildanı sırasında önce bir gözaltı, ardından tutuksuz yargılamadan sonra 2008 yılında hakkında verilen hapis cezası kesinleşince Zürih’e gitmek zorunda kaldı. Kendini Avrupa’ya gidene kadar felsefe, kültür ve sanat alanlarında “bilinçli bir tüketici” olarak tanımlayan Erdede’yle sanat serüveni ve çağdaş sanatı konuştuk.
Sanata başlamadan önceki yaşamını ve tecrübelerini paylaşır mısın bizimle?
Sanat alanına girmeden önce orta halli bir yaşam tarzı olan, 4C’ye tabi, sözleşmeye bağlı bir memuriyet yaşayan ve dönemin koşullarından kaynaklı olarak felsefe, kültür, tiyatro gibi birçok alanda bilinçli bir tüketiciydim aslında. Ailemin ilgisinden dolayı çocukluktan itibaren aldığım eğitimden dolayı da biraz ayrıcalıklıydım. İyi bir eğitim aldım. Dil biliyordum. Orta sınıf diyebileceğimiz bir yaşam sürüyordum ama diğer yandan 90’lı yılları Amed’de yaşayıp o atmosferi solumak insanı bir öz-kimlik sorgusuna sürüklüyor. Bu sorgu aslında bana toplumsal bir zaruret gibi göründü. Aslında ilk sorgulamalarım Batı’da lise okurken arkadaşlarımın ceketimi kaldırıp “Aa kuyruğu yok bunun” diyerek alay etmeleriyle başladı. Ondan sonrası zaten politize olma aşaması. İşte tüm bunların arasından çıkıp buraya geldiğimde de öteki olmanın başka bir yüzüyle karşılaştım. Örneğin orada beyaz Türk üst kimliğinin sana atfettiği bir yafta vardır. Bu yafta adı konulmamış bir sömürü ilişkisinden kaynaklanıyordu. Bu daha vahşi bir durum. Yani yeryüzündeki başka herhangi sömüren ve sömürülen ilişkisine baktığımızda; sömüren belli, sömürülen bellidir. Arada bir hukuk vardır. Ama Kürtlerle Türkler arasındaki kabul edilmeyen bir sömürü ilişkisi. Kurdistan’ın bir sömürge olduğu kabul edilmiyor.
Örneğin Ruanda’nın sömürüldüğü sömürgeci tarafından kabul ediliyor muydu mesela?
Plantajı vardır. Kölelik üzerine bir döngü, eşitsiz bir ilişki vardır. Beyaz adam oranın her şeyini kullanıp posasını çıkarana kadar sömürür. Sömürgeci olduğunu da bu pratikleri üzerinden kabul etmiştir aslında. Hatta resmiyeti ve bu sömürü ilişkisine özel bir hukuku da vardır.
Kurdistan ile sömürgecileri arasındaki ilişkiyi biraz açar mısın peki?
Örneğin seni sömüren Fars’tır ama Fars seni sömürdüğünü kabul bile etmez. “Biz kardeşiz” diyerek sömürgeci olduğunu inkâr eder. Zaten kendi sömürgeci varlığı senin varlığını reddetmesi üzerine kuruludur.
Coğrafyanın sömürüsü zaten birçok pratikte gözlemlenebilir ancak kardeşlik safsatası üzerine kurulan “sömürgeciliğin inkârı” Kürt bireyde ne gibi tahribatlara sebep oluyor?
Buraya geldiğimde başka kıtalardan insanlarla tanışma fırsatı buldum. Bir Nijeryalıyla aynı kampa girdiğimde Nijeryalının kamp görevlileriyle sıkıntısı olmadı ama Kürtlere gelince bir dehumanizasyon devreye giriyor. Faucault’un dile getirdiği şekilde bir “epistemik şiddet”e maruz kalabiliyorsunuz. Bu şiddet, bir Kürt çocuğun üzerinde 6 yaşında okula gittiği sırada başlıyor. Hepimiz bu travmanın etkilerini taşıyoruz aslında. E tabii bu durum bende öfke uyandırdı. Sonuçta “existance” dediğimiz bir varlığımız var ve bu varlık anadiliyle özdeşik. Örneklemek gerekirse; sen bir İsviçrelisin ve Almanlar gelip “Sen Almansın” diyerek seni Almanlaştıramazlar. Böylesi bir ihtimal Avrupa’da hayal sınırlarını aşıyor. Oysa biz belki de yaşadıklarımızın milyonda birini anlatmış oluyoruz bu ifadelerle. Kesinlikle hep mağdur bir yerden konuşmamak gerek ama adı konmamış bu sömürgenin hukukunu anlatabilmek önemli çünkü hâlâ güncel konular bunlar. Benim alanım dekolonyal sanat olduğu için bunlar ister istemez bende belirleyici tartışma konuları oluyor.
İşte buraya geldiğimde iltica kamplarında karşılaştıklarım bende kendimi ifade sıkıntılarına yol açtı. “Açlıktan mı kaçıp buraya geldin?” sorusunu hissediyorsunuz ama “Hayır, senin ülkende [İsviçre’de] kurulan bir masada benim ülkem dörde bölündü ve bana tek kelime bile söz hakkı verilmedi” diyemiyorsunuz, çünkü karşıdaki bunu anlayamıyor. Buradaki insanlarda da farklı bir beyin yıkama biçimi işliyor. Yaşadıklarınızı ve hissettiklerinizi bir türlü tasavvur ve tahayyül edemiyorlar.
Avrupa’daki Kürt sanatçıları yakından takip ediyorum ve onların neredeyse tamamı bu mesele üzerinde duruyor. Avrupa Kürt sanatçılar için kendini bu anlamda ifade edebilme olanağı mı sunuyor?
Kendi üzerimden anlatacak olursam, işte bu bahsettiğim kendini anlatamama durumu beni bir tepkisellik ve arayışa itiyor. Bir yerde kendime “Bu deveyi güdecek misin yoksa bu diyardan gidecek misin” diye sordum. Almancaya başladım ama Türkçenin dayatmalarından kaynaklı dil öğrenmeye karşı bir antipatimin geliştiğini fark ettim. Mültecilikten kaynaklı karşılaştığın tavırlar da bunun cabası… “Yabancı dil öğren”, “Yabancı! Entegre ol!..” O sıralarda sanat aktarımı odaklı mültecilere dönük bir proje kapsamında dil öğrenme imkânı çıktı karşıma ve buradan başladım. Tamamı göçmenlerden oluşan bir topluluk “dezavantajlı gruplara sanatı nasıl aktarabiliriz?” sorusuna yanıt arayan araştırmalar yapıyordu. O sıralarda Türkiye ile İsviçre arasında diplomatik jestler gerçekleşiyordu. İsviçre, Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masayı dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e armağan etti. O masanın tarihsel ve sembolik anlamından ötürü bu seremoni beni rahatsız etti. Ardından bu masayı dört parçaya bölünmüş Kurdistan haritası ve türlü figürlerle donatıp “Sömürgeci İşbirliğinin Güzel Hatırası” adıyla yeniden tasarladım. Bu masayı İsviçre Ulusal Müzesi’ne yerleştirdim. Bunu, “Evet siz diplomatik olarak birçok etkileşimde bulunabilirsiniz ama bir Kürt birey olarak üçüncü taraf da benim. Bu masada ben de olmalıyım” düşüncesiyle harekete geçirmiştim. Çünkü benim imha ve inkârım bu masada başlıyor. Benim kişisel olarak sanatla temasım da burada başlıyor.
İçsel, politik dertlerini başka bir şekilde ifade etmekten kaynaklı mı?
Biraz da vicdan, hakikatler, öz-bilinç ve öz-kimlik farkındalığı. Karşı tarafa estetik aracılığıyla hakikatleri aktarma derdi. Aslında bir çeşit arayışın sonucu çünkü ben başladığımda sanat yapma amacıyla başlamadım. Sanatçı olmak veya sanat üniversitesinde eğitim almak gibi bir derdim yoktu. Zaten bu yüzden kendimi sanat eylemcisi diye tanımlıyorum.
Bir süre sonra sanat okuluna kabul aldın. Ondan sonraki süreç nasıl işledi sende ve şu an neler yapıyorsun?
Şu an bitirme tezimi hazırlıyorum. Amerika planlarım gerçekleşmeyince son çare olarak burada kaldım. Bitirme tezim de yine aynı konu, yani Lozan üzerine. Bunun yanında gelen farklı tekliflere bakıyorum. Diyebilirim ki az önce bahsettiğim toplumsal vicdan, burada karşılığını buldu. Dadacılara ait Cabaret Voltaire'den üç sergili bir teklif geldi. Diğer yandan burada yaşanan bir tıkanıklık var. Her şey, gerçekliğin bir adım ötesinde yaşanıyor. Ben buna fantazma diyorum. İşte ben bu fantazmanın içerisinde kendimi hikayemle birlikte salt bir gerçeklik temsili olarak görüyorum. Zaten sanat eylemciliğimin gerekçesi de bu gerçeklik. Ben derdimi bir Kürt olarak kendim dile getirmeyi tercih ediyorum. Bendeki hikâyenin onlarda olmadığını biliyorum. Onlarda para olabilir, teknik olabilir, silah tüccarlarının paralarıyla yapılan bienaller olabilir. En azından kendilerinden anladığım kadarıyla sanat onlar için böyle bir şey.
Sanatta hikâyenin, daha doğrusu bir yaşantı parçasının ana belirleyici olduğunu mu söylüyorsun?
Benim demek istediğim daha çok ruhla ilgili. Benim için sanat, [Walter] Benjamin’in aura dediği şeydir. Ruhsaldır. Burada edebiyat ve sanatı ruhsal bilimler diye kategorize ediyorlar. Sonuçta vicdanınızda bir hakikat birikir ve onu bir şekilde dışa vuruyorsunuz ya da o kendiliğinden harekete geçiyor. Bir ifade zarureti ortaya çıkar. Bu zaruret bende biraz daha militanca gerçekleşiyor. Burada ayrıcalıklı hissediyorum çünkü kültürümün ve geçmişimin bana verdiği hikayeler ve bir politik bilinç doğrultusunda üretiyorum. Örneğin burada biri Das Kapital okuyunca on sefer okuyup anlamaya çalışıyor ama ben veya herhangi bir Kürt okuduğunda anlatılanlar bir film şeridi gibi gözlerimizin önünde canlanıyor. Çünkü onlar teoriden pratiğe gitmeye çalışırken biz pratiğimizin teorisini öğrenmeye çalışıyoruz.
Demek istediğim, sanat bir güçtür. Buradakiler sana bir imkân veriyor, seni bir yere davet ediyor. Diyor ki “Senin bu kadar bir alanın var, bu alanda şöyle konsepte ilgi duyuyorum ve sen bana ne getirebilirsin?” Ben de getirebileceklerimi sunuyorum ve ondan sonrası benim hür vicdanıma kalıyor.
Bu sularda biraz daha gezinmek istiyorum. Benjamin’in ‘aura’sından bahsettin ama diğer yandan sanatçının kendi vicdanı ve hakikatinden bahsediyoruz. Bir eser herkes için farklı bir aura da yaratabilir. Dolayısıyla sanat auraysa, eser dediğimiz şey vicdan ve hakikatler bağlamında kendiliğinden bir çelişki olarak belirmez mi?
Benim Kürt bir sanatçı olarak kendi gerçekliğine hâkim vicdani bir farkındalığım var. Beni yakan bir mesele var. Bir İsviçreliden bunu bekleyemeyiz. Biz zaten tam burada kaybediyoruz. Çağdaş sanatı yorumlarken İsviçrelinin de bizim gibi kodlarla yetiştiğini varsayıp bizi anlatmak istediğimiz şekilde anlamasını bekleyebiliyoruz. Bu bir yanılgıdır. Bu noktada ben bir şeyler kabul ettirme derdini baştan reddediyorum. Bir şey ispat etmeye çalışmıyorum, “ben de sanat yapıyorum, ben de sanat yapabilirim” demekten ziyade Susan Sontag’dan referansla değerlendiriyorum: ‘Ötekinin acısına seyirci kalmak ve onun tüketicisi olmak.’ Ben ona o tüketiciliğini hatırlatıyorum.