Egemenliğin paylaşımı -1
Demir ÇELİK yazdı —
- Yerel yönetimler bünyesinde örgütlenen ‘kent konseyleri’, ‘yerel gündemler’ gibi yapılanmalar, “halkın yönetime katıldığı” imajını vermekten başka bir işlevleri olmamıştır.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler sonucu, Türkiye ve Suriye’de çokça tartışılmaya başlanan ademi merkeziyetçilik ve Avrupa Konseyi Özerklik Şartı ile Kürt sorunu ilişkisi üzerine iki hafta üst üste yazmak istiyorum.
Devlet, iktidar ve egemenlik siyasal bilimin temel kavramlarıdır. Devlet ve iktidar ilişkisini analiz ettiğimizde egemenlik kavramı önemli bir yer tutar. Siyasal iktidar biçimlerinin ele alınmasında ve ifadesinde egemenlik kavramı farklılık arzeder. Avrupa Birliği süreci ile birlikte egemenlik kavramı, yeni formlar ve iktidar biçimleri ile ortaya çıkar. Coğrafi sınırların ve gümlük kapılarının önemli ölçüde ortadan kalktığı, dolaşım serbestisinin sağlandığı, ortak bayrak etrafında para birliğinin sağlandığı ulusalarüstü bu yapılanmanın bile belirsizliğini koruduğu günümüzde, devlet ve iktidar ilişkisinin ele alınması ve açıklanması Ortadoğu’daki gelişmeleride göz önünde bulundurduğumuzda önemli olmaktadır. Bununla birlikte tarihin her döneminde egemenliğin sancaklar, beylikler, krallıklar veya eyaletler şeklinde paylaşıldığını görmekteyiz. Egemenlik kuramı, ilk kez, 1648 yılında imzalanan Westphalia Barış Antlaşması ile uluslararası arenada ‘yönetişim’ modelleri olarak uygulanmaya alınır. Ancak bu anlaşmadan iki yüz yıl sonra gerçekleşen sanayi devrimininneden olduğu ulus-devletler,
1- Tekçi egemenlikçi yapı/egemenliğin paylaşılmaması
2- Coğrafi toprak bütünlüğü/toprağın paylaşılmaması,
3- Milletin bölünmezliği
4- Katı merkeziyetçi devlet yapılanması üzerinden yükselen bir siyasal organizasyon olarak halkların, inançların ve farklılıklarının kıyımı ve katliamına neden olurlar.
Ulus- devletlerin bu katı merkeziyetçi ve tekçi yapısına karşı, demokratik modernite güçlerinin mücadelesi sonucu, devletçi iktidarcı sistem her gün yeni formlara doğru değişimi de yaşamaktadır. 1929 ekonomik krizinin neden olduğu ikinci dünya savaşı; siyasal, sosyal, kültürel ve ekolojik kırımlarıyla büyük alt üst oluşların yaşanmasına neden olur.
Savaş sonrasında ekonomik bunalımı aşmak adına kapitalist sistem, sosyal devlet politikalarına yönelmek, devletin ekonomiye müdahalesiyle kamu hizmetlerini, ‘sosyal haklar’ diye bedelsiz vermeye başlar. 1973’te fosil yakıt krizi ve sonrasında yaşanan siyasi krizin nedenini, devletin ekonomiye müdahalesinde gören egemen sınıf, bu uygulamadan vazgeçerek neo-liberal politikaları uygulamasına alır. Neo-liberalizm, yaşanan krizin nedenini, devletin ekonomiye müdahalesinde görmesi, sosyalizmin de yakın tehlike olmaktan çıkması sonucu, emperyalist-kapitalist sistem, demokratik uygarlık dinamiklerini sisteme entegre etme, meşru taleplerini karşılıyor görünerek yerellere idari ve mali özerklik uygulamalarına geçmek durumunda kalır. Küreselleşme olarak ifade edilen bu süreçte, devlet kendisinin mutlak ve değişmez olduğuna insanlığı iknâ etmeye kalkışarak, bu süreci yönetmeye çalışır.
Kapitalist modernite, 1989’da reel sosyalizmin çökmesiyle, daha bir cesaretle dillendirmeye başladığı ‘yeni dünya düzeni’ söylemi ile emperyalist yayılmacılığına meşruiyet kazandırmaya bakar. Söz konusu bu süreçte, açığa çıkan yeni gelişmeler karşısında, devlet, kendisini yeniden değişime evirmek durumunda kalır.Toplumun doğal topluma erişmek için verdiği mücadelenin yol açtığı bu değişim dinamiği, devleti otoriter, katı merkeziyetçi formdan âdem-i merkeziyetçi formlara doğru hızla değişime zorlar. Devlet, bu değişimi kendi bekasını riske etmemek adına, topluma değişimci tek dinamik olarak kendisini sunmak durumunda kalır. De-santralizasyon, ya da başka bir ifade ile adem-i merkeziyetçilik olarak ifade edilen bu süreç; yerelin ve yerelde yaşayan halkların, toplum kesimlerinin ve kültürlerin ‘doğrudan doğruya’ politik süreçlere dahil olması anlamınadır. Yerellik ve yerindelik ilişkilerinin öne çıktığı adem-i merkeziyetçi bu yeniden şekillenme ile kapitalist modernite, devlet- toplum ilişkisini;
1- Hizmet bireye en yakın birim tarafından yerine getirilmeli (Yerellik, yerindelik) ilkesi,
2- Toplumsallaşmanın odağına insanı almalı,
3- Gücün merkezileşmesi yerine, tabana doğru yatay dağıtılmasını (Egemenliğin paylaşımı) sağlamalı,
4- Hizmetlerin üretilmesi ve yürütülmesinde olduğu kadar, kaynakların rasyonel kullanılmasında katılımcılık esas alınmalı (Katılımcılık) ilkesi diyerek kendi sürdürülebilirliğini âdem-i merkeziyetçi bu anlayışla sağlamaya çalışır.
Ancak bu değişimin kendiliğinden olmadığı da açıktır. Tarih boyunca kapitalist moderniteye karşı demokratik toplum mücadelesi ile merkeziyetçi yapılar, daha yumuşak yapılara dönüşerek, toplum dinamiklerini sistem içine çekme arayışı içinde olmuşlardır. Bu arayış, son kırk yılda daha derinlikli ve hızla yaşanır olmuştur. Yaşanan bu süreç, aynı zamanda uçların ehlileştirilmesi, sisteme entegrasyonu, radikal olanın törpülenmesi, sisteme dâhil edilmesi süreci olarakta işlev görmüştür. Bugün Suriye ve Ortadoğu’da yaşananlar bundan azade değildir.
“Az devlet, çok demokrasi” söylemi eşliğinde, topluma pazarlanan, adına “Yönetişim” denilen bu süreç, halkın yönetime ve karar alma süreçlerine katılmasından çok, asıl olarak sermayenin sivil toplum kuruluşları (STK) üzerinden, kamunun işleyişini ve kaynaklarını ihtiyaçlarına göre belirleme ve denetlenmesi anlayışıdır. Halkın karar alma süreçlerine katıldığı, demokratik yönetim olarak sunulan bu ‘yönetişim’, esas olarak sermayenin üretim, dağılım ve kullanımı için ihtiyaç duyduklarını ele geçirmeden başka bir şey değildir. Yerel yönetimler bünyesinde örgütlenen ‘kent konseyleri’, ‘yerel gündemler’ gibi yapılanmalar, “halkın yönetime katıldığı” imajını vermekten başka bir işlevleri olmamıştır. Merkezin planlama, karar verme, kaynak oluşturma sürecinin yetkilerini yerel yönetimlere, özerk yapılara devretmesi ile “kamusal hizmetler”in parayla karşılanan hizmetler haline gelmesi (ulaşım, eğitim, sağlık, temizlik, barınma, su vb.) sermaye için yeni pazar işlevi görmüştür. “Kalkınma ajansları”, “kararların halkın katılımı ile en yakın düzeyde alınması”, “hizmetlerin en yakın birim eliyle götürülmesi” söyleminde asıl amaç; yerel kaynakların sermayeye sorunsuzca sunulmasıyla sonuçlanmaktadır.
