Yanında tutmak

Aykan SEVER yazdı —

  • ABD’deki yönetim değişikliği Çin’e karşı bir strateji değişikliğine yol açar mı, şimdilik bu açık değil. Ama Tayvan’a artan silah satışlarına ve bölgeye dönük üst düzey askeri atamalara bakıldığında öteden beri tasarlanan bir Tayvan-Çin savaşının gündeme getirilip Çin’in ticari akışını baltalamak düşünülüyor olabilir.

 

ABD seçim meselesini henüz atlatamamış, iç çekişmeler sürerken “en büyük rakip” ilan edilen Çin boş durmuyor. Geçen hafta Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) adı altında on Güneydoğu Asya ülkesinin yanı sıra Güney Kore, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da dahil olduğu bir ticari ortaklığa imza attı. Çin yönetimi bu anlaşmayı “bölgesel ekonomik entegrasyon için dönüm noktası” olarak niteliyor. Ayrıca “dünyada en çok nüfusu kapsayan, en büyük gelişme potansiyeline sahip ve en büyük serbest ticaret bölgesi” olarak görüyor.

Çin’in başka sözcüklerle de güzellemesini yaptığı bu gelişme, doğal olarak dünyanın fabrikası pozisyonundaki Çin’e hegemonik avantajlar sağlayacaktır. Bu ittifakın içinde Avustralya, G. Kore, Japonya gibi ABD’nin müttefiki ülkelerin de yer alıyor olması ayrı bir dikkat çekicilikte. Aslında kaçınılmaz ve aynı zamanda doğal olan bir gelişme. Çünkü Obama döneminde karşı stratejinin bir parçası olan Trans Pasifik Anlaşması’nı (TPPA) Trump çekilerek fiilen ilga etmişti. Ayrıca Korona salgınıyla birlikte ABD ekonomisi irtifa kaybetti, yakın zamanda da işin başında Biden da olsa toparlanması zor. Buna mukabil büyüyen (Çin’in geçen yıl “ticaret savaşı”na ve salgına rağmen yüzde 6.1, bu yıl ise petrol fiyatlarındaki düşüşün de katkısıyla en azından 1.9 oranında büyümesi bekleniyor. ABD’nin gelecek için tahmini büyüme rakamları ise eksiyi gösteriyor) ve halihazırda dünyanın hemen hemen tamamına yakınında ticari olarak ağır basan, yükselen bir güç olarak Çin var. Ve bu durum herkesin cebine baktığı bir dünyada Çin’i güçlendiriyor.

ABD’deki yönetim değişikliği Çin’e karşı bir strateji değişikliğine yol açar mı, şimdilik bu açık değil. Ama Tayvan’a artan silah satışlarına ve bölgeye dönük üst düzey askeri atamalara bakıldığında öteden beri tasarlanan bir Tayvan-Çin savaşının gündeme getirilip Çin’in ticari akışını baltalamak düşünülüyor olabilir. Ya da ABD Biden’la birlikte en azından bölgede askeri baskıyı artırarak başka başlıklar (Hong Kong, Uygurlar, Tibet, Çin-Hindistan sınır sorunu) etrafında yeniden Çin’e karşı bir cephe kurma arayışına girebilir. Yeni anlaşma Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık’a (RCEP) rağmen savaşa dönük bir adım atılırsa ABD’nin hegemon özelliklerinden iyice feragat etmeye doğru gitmesi kaçınılmazlaşır. Ya da günün sonunda Çin’le uzlaşmak zorunda kalır. Çin’ karşı “yeni” cephe oluşturmak ise mümkün, en azından kısmi karşılık bulabilecek bir yaklaşım olur. Postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının belirleyici dinamiklerinden olan bu çekişmenin nereye evrileceği sorunu, rakiplerin karşılıklı atacağı adımların yanı sıra dünyanın sürüklenmekte olduğu, mesela kıtlık, yeni hastalıklar, “doğal” afetler gibi gelişmelerin bizlere ne tür bir gelecek hazırlayacağı sorusuyla da yakında ilintili olacak. 

Bütün bu hikâyelerin ortasında Türkiye’de hüküm süren diktanın tamtakır kasasının ve dünya siyasetinde “değişen” dengeler karşısında, iktidarını korumak için sergilemeye çalıştığı ‘açılım’ politikalarının ülkenin içinde ne tür tepkilere yol açacağı bir yana dışarıda bütünüyle olumsuz karşılanma ihtimali zayıf. Hele hele Batılı sermayedarların “bizim adımıza” rejimden hesap sormasını beklemek fazlasıyla yanıltıcı olur. Aksine rejimi “yanında tutma”yı önceleyen pragmatist yaklaşımlarıyla havuç-sopa politikasından vazgeçmeyen ama onun görüntüde bile olsa “demokratikleşme” adımlarına pozitif yaklaşan bir tavır izlenmesi şaşırtıcı olmaz. Çünkü onların hesabı basit "karşı tarafta olacağına bizim yanımızda olsundan" ibaret. Bunun için son yapılan Macron-Pompeo görüşmesindeki gibi, mesele pekala “Erdoğan’ın ikna edilmesi”nden ibaret bir tanımlamaya hapsedilebilir. Burada TC’nin Rusya ile sürdürdüğü kırılgan bağımlılık ilişkisinin ise sorgulanması kaçınılmaz. Her iki halde de rejim bazı maliyetleri kabullenmek zorunda.

Rejimin sürdürücüleri Batı’ya sonuçta alternatifsiz olduğu kabullendirmenin yollarını arıyor. İçeride kendini asıl olarak sokakta şekillendiren, yükselten bir muhalefet gelişmediği sürece bunu başarması mümkün. Asıl mesele burada zaten; Batı’nın ne düşüneceğinden çok diktadan bir an önce nasıl kurtulacağımız sorusudur. Bu soruya “gidecekler, bekleyelim” gibi bir saçmalıkla cevap verilmesi ancak rejimin yedek lastiği olmaktan öte gitmeyen bir “muhalefet”in eseri olabilir. Değiştirebilme kudretinde olan yanıtlar ise farklı, farklı olmak zorunda. Örneğin Şili’de halklar “efendim, referandumda yüzde 80’e yakın lehimize sonuç çıktı, bekleyelim, gidecekler“ falan hiç demiyorlar. Kesintisiz mücadele ediyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.