Çalışılmış senaryolar ve Merz’in Türkiye ziyareti
Cafer TAR yazdı —
- Bu zamana kadar olmayan şey bundan sonra hiç olmayacak, Almanya ve Türkiyeli yöneticiler kimi zaman bundan sonra da kamuoyu önünde kayıkçı kavgası yapacaklar; fakat ilişkiler arka planda her zaman yoğunlaşarak devam edecek.
Kapitalizmin ilk yıllarında sermayenin sahipliği ve kontrolü aynı kişide veya aynı ailede iken, şirketin sahibi kârı maksimum seviyeye çıkarmak için çok yoğun çaba harcardı. Fakat zaman içerisinde modern şirketler büyüdüler ve bir kişinin veya ailenin tek başına yönetemeyeceği hale geldiler.
Günümüz Batı toplumlarında çok zengin insanlar var, fakat birkaç istisna dışında devasa ekonomilere yön veren şirketlerin bir sahibi yoktur. Bazı kişiler veya aileler nispeten önemli sayılabilecek hisseye sahiptirler, fakat bu tek başına şirketin sahipliğine yetmez. Bunların çoğu artık anonim bir karakter kazanmış durumdalar ve sermayelerinin önemli bir kısmını borsalar üzerinden temin ediyorlar.
Bu tür şirketlerin yöneticileri orada kalabilmek için öncelikle hisse senedi sahiplerini mutlu edecek asgari bir kârlılık ve kendi etki alanlarını büyütecek bir ticari faaliyet modelini esas alırlar. Burada daha önceki dönemden farklı olarak maksimum kâr esas alınmaz.
Teknokrat yöneticiler, astronomik maaşlar ve diğer ayrıcalıklarla donanmış insanlar olarak toplumsal yaşamın her alanında etkili kişiliklere dönüşürler. Siyasette, sporda, ekonomide önemli pozisyonlarda durarak devleti ve kamuoyunu kendileri ve yönettikleri şirketin çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışırlar.
Aslında modern bürokratlar da benzer bir pozisyonda dururlar; AKP iktidarının bürokratlarının birden çok yerden maaş alması biraz abartılı ama kapitalist modernitenin etkili olduğu toplumlarda ilk defa duyulmuş bir şey değildir. Örneğin Alman bürokrasisinin üst düzey yöneticileri de çift, hatta daha fazla maaşla yaşıyorlar. Çünkü kapitalist modernite modellemesinde toplum değil, birey öne çıkar. Türkiye’de olan istisna değil; sadece çok abartılı, toplumun gözüne sokarcasına yapıldığı için çok tartışılıyor.
Bu tür büyük şirketlerin diğer önemli bir özelliği de birden çok konuda rezerv, yani yedeklenmiş proje stokları vardır, devletler ve onları yöneten çevreler de sürekli benzer bir tutum içerisindedirler. Mümkün olan hiçbir konuda şaşkınlık yaşamamak için neredeyse her zaman çalışılmış senaryolarla olacakları karşılamaya ve seçmeni etkilemeye çalışırlar.
Buna rağmen tıpkı Stephen Hawking’in dediği gibi iyi ki tesadüf diye bir şey var; iyi ki her şey kontrol edilemiyor, eğer her şey kontrol edilebilseydi içinde yaşadığımız evrenin bizzat kendisi var olamazdı. Toplumsal yaşam ise olduğu gibi öylece adeta donmuş olarak varlığını devam ettirirdi. Çok şükür ki böyle değil, hayat muazzam bir akışkanlık içerisinde devam ediyor ve hiç kimse tarafından kontrol edilemiyor.
Kapitalist modernite toplumlarında siyasetçiler çoğunlukla bürokratlar tarafından hazırlanmış senaryolar üzerinden kendi toplumları ile ilişki kuruyorlar. Çoğu zaman siyasetçiler de tıpkı teknokratların hisse senedi sahiplerini mutlu etme, fakat aslında kendilerini var etme tutumunu siyasal alanda benzer bir şekilde devam ettiriyorlar.
İktidar olmuş siyasetçiler, özellikle bu noktada dünyanın her yerinde benzer bir eğilim içerisindedirler. Onlar da seçmenin duyarlılıklarını okşayacak davranışları adeta bir tür tiyatro sahnesine dönüşmüş basın toplantılarında sergilerken, arka planda kendilerini ve ait oldukları ilişki ağını büyütecek ilişkileri geliştiriyorlar.
Bunun en bariz örneğini Alman Başbakanı Friedrich Merz’in Türkiye ziyareti sırasında yaşadık. Her ikisi de basın toplantısında Merz’in Türkiye ziyareti ile hiç ilgisi olmayan İmamoğlu’nun tutukluluğu ve İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamlar konusunu kendi taraftarlarını etkileyecek bir tür şova dönüştürdüler. Her ikisi de birbirlerine kendi kamuoylarını yatıştırmak için çalışılmış senaryolar üzerinden adeta gollük paslar verdiler.
Her ikisi de aslında kamuoyunun gerçekten çok önemsediği sorulara suya trit cevaplar verdiler. Aslına bakarsanız kendi kamuoyları ile adeta alay ettiler. O kadar atlı birliklerle karşılamalar, top atışları ve düzenlenen askeri törenin arkasında bambaşka dinamikler var. O noktada ne Almanya’nın demokrasi ve insan hakları umurunda ne de Türkiye’nin İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlar. Türkiye politik tecritten ve ekonomik krizden çıkmak istiyor.
Almanya’nın en temel politik hedefi AB’nin entegrasyon sürecinin kesintiye uğramadan devam etmesidir; aksi halde nispeten küçük Almanya devasa Çin, Hindistan ve benzeri ülkelerle rekabet edemez. Almanya’nın pazara ve endüstrisi ile uyumlu iş gücüne ihtiyacı var. Bu noktada Avrupa’ya yönelmiş kontrolsüz mülteci akını hem AB’nin entegrasyon sürecini işlemez hale getiriyor, hem de AB standartları ile uyumsuz mülteci akını toplumsal yaşamı zorluyor.
Tam da bu noktada Türkiye’nin sürekli Avrupa’yı, özellikle de Almanya’yı yeni bir mülteci akını ile tehdit etmesi, Türk/Alman ilişkilerinde başka bir başlık olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’yi yönetenler her defasında bu konuyu bir tür faturaya dönüştürüp Almanya’nın önüne koymaktadır. Almanya’yı yönetenler de her defasında Erdoğan’la adeta at pazarlığına oturmakta, Erdoğan her defasında en fazlayı almaya, dönemin Alman başbakanı ise en onu en aza ikna etmeye çalışmaktadır. Bu döngü Merkel’le başlamıştı, günümüze kadar halen devam etmektedir.
Ayrıca Türk/Alman ilişkilerinin anlaşılması açısından Türkiye’nin Almanya için denk düştüğü ekonomik önemin de altını çizmekte fayda var. Türkiye Almanya’nın bölgedeki en önemli ticari partneri durumundadır. Türkiye Almanya’nın ihracatta 15’inci, ithalatta ise 18’inci sıradaki ticari partneri konumundadır. On bine yakın Alman şirketi Türkiye’de faaliyet sürdürüyor. Bölgede Almanya’nın bu boyutta ticaret yaptığı ikinci bir ülke yoktur; Türkiye Alman endüstrisi için hem pazar, hem de bir lojistik merkezi olarak çok önemli bir yerde duruyor.
Bütün bunlara Avrupa’nın artan güvenlik ihtiyacını da eklerseniz Türkiye’nin Almanya için ne anlama geldiğini anlamak çok daha kolay olur. Almanya hiçbir zaman Türkiye ile ilişkilerinde prensipleri esas almadı, bundan sonra hiç almayacak. Çalışılmış basın açıklamalarında yapılan demokrasi şovlarının hiçbir anlamı yok. Bu zamana kadar olmayan şey bundan sonra hiç olmayacak, Almanya ve Türkiyeli yöneticiler kimi zaman bundan sonra da kamuoyu önünde kayıkçı kavgası yapacaklar; fakat ilişkiler arka planda her zaman yoğunlaşarak devam edecek.
Bütün bunlardan dolayı Almanya’da diplomasi çabası içerisinde olan insanlar esas olarak devleti değil, Alman kamuoyunu, Almanya’daki demokrasi dinamiklerini diplomasi çalışmasının merkezine almalıdırlar.
