Mezopotamya sanatının gizemi

Nurettin DEMİRTAŞ yazdı —

  • Çözülen her gizem yeni heyecanlara yol açıyor ve başka anlamların peşine düşülürken yeni gizemlerle karşılaşılıyor. Tarih şimdidir ve bizler on binlerce yıllık gizemin sesini merakla, ilgiyle, heyecanla duyumsuyoruz. Her gizem “beni bul” diye sesleniyor: “Beni bul!”

Tüm sanat etkinliklerinin en büyük hasretliğimizin son bulmasına vesile olması dileğiyle bu yazımızda, konserin gerçekleştiği toprakların tarihine ve sanatındaki gizeme yer vermek istiyoruz.

Minnetle andığımız Prof. Dr. Klaus Schmid ömrünün son yıllarını tümüyle Urfa-Göbeklitepe’ye adadı. Ekibiyle birlikte insanlık tarihinin ve elbette sanat tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacak verilerin açığa çıkmasını sağladı.

Marksist teori insanı insan yapanın çalışma, iş olduğu tezini savunur. Dolayısıyla iş için kullanılan eller, ellerin yarattığı iş araçları sanatın da başlangıcı olarak kabul edilir.

Anlamak bir çeşit güzelliktir

Güzellik ölçüsüyle sanatın doğada hazır olduğunu iddia edenler olduğu gibi ilk sanatın el sayesinde değil, dil sayesinde geliştiğini savunanlar da olmuştur. Tam tersine büyük ihtimalle sanat dilin gelişmesine vesile olmuştur. Çünkü dilden önce hafıza, ses, dans, işaret ve resmetme yeteneği vardı.

Hegel doğasal güzellikleri yadsımaz ama sanattaki güzelliğin doğal güzellikten üstün olduğunu söyler. Bu soruyu somutlaştırdığımızda insanın doğaya yabancılaşması gibi bir sorunla karşılaşmak mümkündür. Örneğin hareketli bulutlar, coşkun nehirler, heybetli dağlar, rengârenk ağaçlar arasında olmak ve bu manzarayı yüksek bir kayadan seyretmek mi yoksa bu manzaranın bir resmi mi insanda daha çok güzellik duygusu oluşturur? Estetikçiler resmi tercih eder. Ve biz bu tartışmaları ülkemizin muhteşem dağlarında, doğanın kucağında yapıyoruz.

Sanat sadece insanın yaptıkları mıdır veya sadece güzellik midir? Arının yaptığı mükemmel petek bize ne anlatıyor? Anlamak bir çeşit güzellik değil midir? Bir balık ile balık resmi arasındaki fark nedir? Resme bakıp “ne güzel bir balık” diyecek olsak sanallığı gerçeklik yerine koyup kendimizi kandırmış mı oluruz?

Picasso’nun cevabı açıktır: “O, balık değil, resim!”

Herkes bir balık ile balık resmini birbirinden ayırt edebilir. Bunun o kadar da zor olmadığını düşünürüz. Fakat çocuk aklı bir balık ile balık resmini birbirinden ayırmayabilir. Oyuncakla gerçeğini ayırmadığı gibi. Tıpkı ilk insanların kendileriyle doğa arasında bir fark görmemeleri gibi; ağaçlarla, hayvanlarla konuşmaları, onların da bir ruhunun olduğunu düşünmeleri gibi!

Çıldırtan bir merak, delice bir sevda…

Yaşamı, doğayı, evreni ne kadar tanıyoruz ki doğal olan ile sanatsal olanı kolayca birbirinden ayırmaya kalkıyoruz? Filozof İonna Kuçuradi “Bir sorunun araştırılmasında sanat-yaşam ayrımı yerinde olmayan bir ayrımdır” der.

Hegel ve Picasso yanılıyor muydu? Haksızlık yapmayalım, onlar doğadaki güzelliği reddetmeden sanatın farkını anlatmışlardır. Fakat Benedetto Croce gibi estetikçiler doğada güzellik diye bir şeyin olmadığını iddia edecek kadar ileri gitmiştir.

Sanatın açık olması, gizem taşımaması gerektiğini iddia edenler için Croce iyi bir dayanaktır. Tolstoy estetiği bir yana bırakmayı öğütler. O’na göre, güzel düşüncesi sanatı bozuyor; estetik elitlerin işidir, sanatın toplumsallaşması için estetiğin bir yana bırakılması gerekir!

Etikle birlikte düşünmeyince estetiğin bir hayli elit kaldığı doğrudur.

Sanat ve estetik aynı anlama gelmez. Sanatı ve estetiği bir tek tanıma indirgemenin mümkün olmadığını gösteren en önemli veri ise sanatın taşıdığı gizemdir. Hiper gerçeklik duygusuyla tüm gizemi yok etmeye çalışan teknolojiye rağmen “sanat düşüncesi” düş gücünü harlıyor.

Bir dervişin çilesine benzer gizem, en derin yalnızlıkta aranan hakikate benzer. Bazen çıldırtan bir meraktır, bazen delice bir sevda. “Dâhi ve deli” işidir, en umutsuz anlarda kutup yıldızı gibi parlar. Bazen en olmadık yerde büyük acıların tanığı olarak açık eder kendini.

Bir ağaca bakarak hakikatini anlamak mümkün müdür? Bir meşe ağacının hikayesi vardır. Ovadaki sıcak bir kasabada tek bir meşe ağacı büyümüştür. Oysa orada meşe ağacının yetişmediğini herkes biliyor. Sırrı, toprak kazılınca anlaşılıyor. Bir çocuğun iskeleti ve giysileri bulunuyor. Halepçe’de katledilen bir çocuktur o ve cebindeki palamut, meşe ağacına dönüşmüştür.

Her insanın acısı ve bilinmezleri olduğu gibi her sanatın bir hikayesi ve gizemi vardır.

“Doğanın anlamı onun diyalektiğindedir”

Sanatın mistik kökenlerine gidildiğinde ilkin doğanın gizemiyle karşılaşılır. Anlamı tek başına insan yaratmamıştır: “Doğanın anlamı onun diyalektiğindedir.” Sırrı insana geçer. Bundandır ki insan ruhundaki mistisizm reddedilemez. Tümden mistisizme batmış bir doğa ve insan tasavvuru ne kadar hakikatten uzaksa mistik özelliklerden soyutlamak da o kadar yanıltıcı ve aşırı maddeci bir görüştür.

Eski kaynaklara bakıldığında sanat ve yaşamın birlikteliği çok barizdir. Göbeklitepe vd. kazılarda ortaya çıkan bulgular (taş yontmaları, taşlara işlenen hayvan figürleri, kabartmalar, heykeller, süs eşyaları) o kadar görkemlidir ki Meleklerin Küllerinden’in yazarı Andrew Collins “sanatsal ifadede bu kadar ustalıklı bir düzeye on bir bin yıl önce, basit avcı-toplayıcılar tarafından ulaşılmış olması neredeyse imkânsız gibi görünür ama bunu başardıkları ortadadır” demiştir. Nevala Çori’de bulunan bir akbaba heykeli için “modern bir sanat galerisine yakışacak, harika şekilde yontulmuş” değerlendirmesini yapmıştır. Kolyeler, boncuklar, semboller, çeşitli kaplar, mimari… her şeyde bir sanatsal üslup vardır. Çayönü’nde bulunan metal işlemeler de aynı sanatsal değere sahiptir.

Bu sanatsal değerlerin ortaya çıktığı Amed, Urfa, Batman gibi alanlarda aynı dönemden beri yaşayan halkların kültür ve sanatının, tarih içinde nasıl şekillendiği çok özel ve anlamlı bir araştırma konusudur. Yaşam ve ölüm fikri bu sanatların temel kaynağıydı belki fakat daha spesifik konulara girilmesini gerektirecek kadar karmaşık bir yapılanma ile karşı karşıyayız.

Ruhumuzun kökenleri sırlarla dolu

Onlardan önce yaşayanlar sanat adına neler yapmışlardı? Tanrıçaların şarkıları, dansları nasıldı?

Doğaya, topluma, kadına-erkeğe, birbirlerine nasıl bakıyorlardı ve sanatlarına nasıl yansıyordu? Ölüm ve yaşamdaki gizemler, birbirleriyle ve doğayla ilişki sistematiğindeki sırlar nelerdi? Nelerden büyüleniyor, nelere hayranlık duyuyor, neyle motive oluyor, neşeleniyor ya da korkuyorlardı? Çağlar boyu sanat adına neler yaptılar? Buna benzer birçok soru soruluyor ve tartışılıyor.

Toprağa yerleşene kadar soyut sanatın gelişmediği, mağara duvarlarına çizilen resimlerde olduğu gibi tüm paleolitik sanatın doğa ve yaşamın kopyası olarak somut halde gerçekleştiği iddia ediliyor ama hayal ve soyut düşünme yeteneğinin çok daha eski olması bu iddiayı tartışmalı kılıyor. Karşımıza yine sanatın gizemi çıkıyor…

Bunların akademik düzeyde araştırılmasını kolaylaştıracak kurumlaşmalara ihtiyaç vardır fakat ondan önce cevaplarını kendi ruhumuzda, sanat ruhunda bulabiliriz. Ruhumuzun kökenleri sırlarla dolu, çözüldükçe derinleşen sırlar…

Dans gibi fiziksel her hareket ruhsal enerjiye dönüşüyor, ruhtaki canlanma yaşamdan beklentileri artırıyor, beklentiler arayışa, arayışlar sanata dönüşüyorken yaşam döngüsü gizemini artırıyor. Çözülen her gizem yeni heyecanlara yol açıyor ve başka anlamların peşine düşülürken yeni gizemlerle karşılaşılıyor.

Tarih şimdidir ve bizler on binlerce yıllık gizemin sesini merakla, ilgiyle, heyecanla duyumsuyoruz. Her gizem “beni bul” diye sesleniyor: “Beni bul!”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.