Tepe Cûdî direnişi ve Besê Çiya’nın sanatı
Nurettin DEMİRTAŞ yazdı —
- Besê Çiya bir anlam deryasıydı. Onu tanımış olanlar sadeliğini, mütevaziliğini, içtenliğini ilk bakışta bile fark etmişlerdir. Sanatı da karakteri gibiydi; doğaldı, doğal insanı ve doğayı esas alırdı.
- Besê’nin resimlerindeki ortak tema saçlar, kuşlar ve doğuştur. Her üçü de özgürlüğü anlatıyor, tıpkı onun masum gülümsemesi gibi…
Besê Çiya bir özgürlük savaşçısıydı. Kısa süre önce şehitler kervanına katıldı. Tepe Cûdî’nin eşsiz direnişinde yer alıyordu.
Tepe Cûdî de neler yaşandığını tüm boyutlarıyla bilmesek de Dım Dım Kalesi direnişinin benzeri bir kahramanlık yaşandığını ve akıbetinin de orada yaşanan olayla benzerlik gösterdiğini biliyoruz. Gurur kadar üzüntü duyduğumuz Tepe Cudi şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Onların büyük direnişi, devrimci sanat perspektifimizin temelini oluşturuyor.
Besê Çiya aynı zamanda bir sanatçıydı, ressamdı. Yaşamı ve hayallerimizi resmediyordu.
Ünlü bir ressam değildi, kendini de eserlerini de onlarla kıyaslamazdı fakat sanata yaklaşım açısından biz bazı kıyaslamalar yapabiliriz.
Van Gogh dünyaca ünlü bir ressamdı. Sanatı uğruna kulağını kestiği bilinmektedir. Ressam arkadaşı Gauguin’le aynı evde resim çalışmalarını yürütürlerken Gauguin ayrılıp gittiğinde buna itiraz etmiş ve gitmemesi için elinde bir usturayla arkasından koşup yetişmiş. Bir anda arkadaşına usturayla saldırmakta olduğunu fark edince kendi kulağını kesmiştir. Resimlerine ve sanat tutkusuna saygı duyulabilir ama sanatı her şeyin merkezine koyması eleştirilir.
Salvador Dali de dünyanın en meşhur ressamlarındandır. Dali amacının “içinde yaşadığımız toplumun alçakça işleyişini gözler önüne sermek” olduğunu belirtse de daha sonra diktatör Franko karşısında maalesef bir aydın duruşu göstermemiş, konformist olarak tarihe geçmiştir.
Oysa aynı dönemde şair ve tiyatro yazarı Federico Garcia Lorca İspanya iç savaşında Franko’ya bağlı milliyetçiler tarafından öldürülmüştür.
Cesede doymayan mezbaha!
Lorca, burjuva düzenini sürekli eleştirmiş dünya çapında tanınan bir şairdir. ABD’deki burjuva sembolü Manhattan bölgesini “cesede doymayan bir mezbahaya” benzettiği ve daha birçok eserinde burjuvaziyi, Nazizm’i, milliyetçiliği hedeflediği halde politik olarak “yansız” şeklinde tanımlanmıştır. Gerçekten öyle olsa faşist diktatörlük tarafından katledilmeyebilirdi.
“Yansız” olduğunu iddia ettiği halde şu an hapishanelerde olan sanatçılar yok mudur? Vardır çünkü iktidar “yansızlık” diye bir şeyin olmadığını iyi biliyor!
Burada Şilili devrimci sanatçı Vicor Jara’yı da anabiliriz. Pinochet darbesi sırasında şarkı söylememesi için işkence edilerek katledilmiştir. Stadyumda gitar çalamasın diye elleri kırıldığı halde şarkı söylemeye devam etmiş ve şarkı söylerken katledilmiştir.
Kana, cesede doymayan bir sistem karşısında Besê gibi sanatçılar sırf sanat olsun diye sanat yapmazlar. Sanat tartışmaları yapılırken önyargı taşıyan görüşleri “mutlak doğru” gibi savunmazlar.
Sanat eleştiriyle gelişir. “Mutlak doğru budur” diye sanata ölçü koymak bizim işimiz olamaz fakat sanat dahil yaşamın tüm alanında paradigmanın 3’lü sac ayağından bahsedebiliriz.
Ekolojiyi esas almayan, anti demokratik, cinsiyetçi her anlayış topluma, insana, doğaya ve sanata zarar verir. Bu ölçüleri göz ardı edenler kapitalist egemenliği sürdürenlerdir. Bu ölçüler karşısında kim “tarafsızım” diyebilir. Bu ölçüleri yeryüzündeki tüm insanlara, tüm toplumlara öneriyoruz. Bunda insani olmayan ne vardır?
Yansızlık yoktur!
Dünyanın cesede doymayan bir mezbahaya çevrilmesinden “yansız” olduğunu ileri sürenler de sorumludur. Garcia Lorca yansız değildi. Demokratik İspanya’yı savunuyordu. Sanatıyla da bunu ortaya koymuştu hem de canı pahasına…
Marks Proudhon’u eleştirirken “küçük burjuva bir yandan ile öte yandan’ın birleşiminden oluşmuştur” diyordu. Sosyalist veya toplumcu gerçekçilik bu eleştiriyi esas almıştı. Sorunlar esasen devlet eksenli yaklaşmaktan kaynaklanmıştı. Evet, herkesi bu keskinlikle kamplaştırmayalım, kategorize etmeyelim ama “sanat ve sanatçı tarafsızdır, yansızdır” diye bir yanlışa da düşmeyelim.
Sanat ve edebiyatta sosyalist gerçekçiliği eleştirenler -kaldı ki biz hepsini toptan reddetmiyor ve inkârcı yaklaşmıyoruz- bazen aşırı indirgemeci oluyor ve tıpkı Marks’ın eleştirdiği konuma düşmekten kurtulamıyor. Sonuçta “sanat tarafsızdır, sanatın ideolojiyle işi olamaz” anlamına gelen görüşler de bir ideolojinin temsilcisidir ve sanatı da buna göredir.
Toplumcu paradigmanın 3 temel ölçüsünü sanatımızda da esas alalım dediğimizde bu kadarını bile çok görenler yaşadıkları yerlerde her gün kaç tane “devlet” ve “egemenlik” ölçüsüne uyduklarını bir düşünseler o kadar da özgürlükçü olmadıklarını anlarlar.
Özgürlüğü dağlara nakşeden sanatçılar
Sanat ve sanatçı dağlarda bambaşkadır. Her sanatçı gerilla gibi olsun, aynı ölçüyle hareket etsin demiyoruz. En yüksek ölçüleri temsil eden Besê’ler elbette ilham kaynağımızdır ve direniş mirası herkesin, hepimizin sorumluluklarımızı artırıyor.
Sanat çizgimizi eleştirenleri de desteklemek Besê’lerin amaçlarına bağlılığımızın gereğidir. Hatta çoğu zaman eleştiriler isabetli olmasa bile genel tespitlerde haklılık, doğruluk payı olduğunda bundan hepimiz faydalanıyoruz. Katkı olarak ele alıyoruz. Her zaman, her platformda desteklemekten de imtina etmiyoruz.
Kaldı ki sanat engel tanımaz bir enerji akışıdır. Komün anlayışımız bu akışın dağılmasını, enerjinin boşa gitmesini önleyecek kadar demokratik, kapsayıcı, farklılıklara saygılı, birleştirici nitelikte olmak zorundadır.
Sanat alanında komünal örgütlenme ve yaşamın öneminden bahsediyoruz. Yeni döneme büyük bir kültür-sanat hamlesiyle girmek istiyoruz. “Komün” bizim için kilit kavram ve hedef haline gelmişse tartışmalar bunun içini doldurmaya, demokrasiye, özgürlüğe daha fazla hizmet etmeye dönük olursa hepimize katkı sağlar, bundan yani komünal değerlerden vazgeçirmeye dönük olursa biz bu eğilimle “zihniyet ve anlayış” temelinde mücadele ederiz.
Sanat, Besê ve direniş
Komün temelinde bir örgütlenme ve hayatı tercih ederken sanatımızı da buna göre oluşturmak elbette bireyci alışkanlıklara fena gömülmüş olanları zorlayacaktır. Bu böyledir diye kimse kimseyi ötekileştirmeyecek, dışlamayacaktır.
Bu bir değişim-dönüşüm sürecidir; zihniyet ve yaşam alışkanlıklarını terk etmenin kolay olmadığını biliyoruz. Sanatı herkesin bildiği ve alıştığı gibi, bilinen kalıplar ve metodolojiyle tartışmadığımızın da farkındayız. Öyle olsa bu dünyaya uyup giderdik ki bu bir nevi teslimiyettir, vicdansızlıktır.
Değişim-dönüşüm cüreti alışıldık metot ve kalıplara meydan okumayla başlamıştır! Aksi halde farklı bir paradigmadan bahsetmemiz mümkün olmazdı. Yeni paradigma yeni kavramlar, yeni yöntemler ve yeni anlamlar yaratmıştır. Konumuz olmadığından bunları burada açmamız gerekmiyor ama bu kavram, yöntem ve anlam gücüne güveniyoruz.
Saçlar, kuşlar ve doğuş
Besê Çiya bir anlam deryasıydı. Onu tanımış olanlar sadeliğini, mütevaziliğini, içtenliğini ilk bakışta bile fark etmişlerdir. Sanatı da karakteri gibiydi; doğaldı, doğal insanı ve doğayı esas alırdı.
Besê’nin resimlerindeki ortak tema saçlar, kuşlar ve doğuştur. Her üçü de özgürlüğü anlatıyor, tıpkı onun masum gülümsemesi gibi…
Charlie Chaplin’in “Çocuk” ve “Modern Zamanlar” gibi filmlerini herkes bilir. Eleştirdiğimiz yanları vardır ama güldürürken bile duygulandıran ve düşündüren böyle filmler değerlidir. Chaplin bu işin sırrını şöyle açıklamıştır: “İnsanı tanımak bütün başarıların temelidir!”
Paulette Goddard, fabrikayı anlatan filmdeki kadın karakteri canlandırıyor ve ona hitap eden şarkının sözleri de amacı özetliyor: “Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız!”
Çizimler: Besê Çiya
