Yenilenen evren, yenilenen yaşam neyi anlatıyor?

Nurettin DEMİRTAŞ yazdı —

Ellerindeki teknikle her şeyi yapabileceğini sanan insanlık düşmanlarına, çok övündükleri “tekniki” teorilerle bir yanıt vermek gerektiğinden burada kullanacağımız bazı yabancı kelimelerden dolayı şimdiden affınızı dileriz.

Fizik yasalarını topluma ve tüm evrene uygulayan akıl yüzünden “umutsuzluk-karamsarlık” insanlığın en büyük hastalığı haline getirildi. Üstüne küresel biyolojik saldırı da eklendi ve şimdi “normalleşme” denilen beyin ölümü gerçekleştirilmek istenmektedir.

“Evren hep bozuluyor, her şey kötüye gidiyor” algısı, dev şirketleri kâinatın hâkimi haline getirmekte ve mutlak boyun eğiş normalleştirilmek istenmektedir.

Hayır! Evren hep kötüye gitmiyor, her şey hep bozulmuyor, hayat hep çürümüyor! Bunun nice kanıtı vardır. Bilim diliyle söylenirse türbülans sadece kaos değildir. Kaos sadece düzensizlik değildir. Düzensizlik de mutlak değildir. Kaostan her zaman kötülük çıkmaz. Evren karanlığa, yok olmaya mahkum değildir. Kendini sonsuz sanan nice imparatorluklar yıkıldı, nice diktatörler devrildi.

“Ölüm gerçek diğer her şey yalan” değildir! Ölüm vardır ama yaşamı anlamlı kıldığı için o da bir değere sahiptir. Fakat egemenler halkın başında “ölüm” makinasını çalıştırarak korkutuyor. Halk bunun adını koymuş: “Ölümü göstererek sıtmaya razı etmek!” Bu bir stratejik devlet politikasıdır: “Var olan kölece yaşama razı olun yoksa daha beteri de vardır!”

Yaşam devrimcidir!

Sonuçta: “Yaşam zaten acılarla doludur, kaderimiz değişmez, mücadele etmeye değmez!” duygusunu işliyorlar. Simülasyon tekniği bu işi kolaylaştırdı. Sanal yaşamlarla avunan milyonlar üretildi.

Devrimcilik bu nedenle çok değerli hale gelmiştir. Yaşamın devrimci karakteri burada devreye giriyor. Yaşam devrimcidir! Bunun farkında olan herkes devrimci sayılır.

Egemenlerin binlerce yılda oluşturduğu bilinç kalıplarını yerle bir eden Önder Apo’nun 22 yıldır tecrit altında olmasının en önemli sebebi de yaşamda yarattığı farkındalıktır. Bu konuda söylediklerine bakalım:

“Yaşamın doğruya en yakın tanımı, farkına varma olarak belirtilebilir… Yaşamın farkına varmaya hizmet eden ölüm olgusu bile, yaşamı mümkün kılmak isteyen doğanın bir oyunu veya ustalığı gibi geliyor. Örneğin sonsuz yaşamla cezalandırılmış bir varlığın, acaba bir trajediye mahkum edilmiş Sisyphos’tan (Bir taşı tepeye çıkarma cezasına çarptırılan, tepeye taşıdığı taş her seferinde yuvarlandığı için aynı eylemi sürekli tekrarlayan bir mitoloji kahramanı) farkı kalır mı? Ölüme üzülmek sadece yaşamın değerini arttırır ve hatırlatır.”

Sonsuz hayat bahşedilen mitolojik bir güzelin hikayesi de benzerdir:

“Çok güzel bir kızdı Sybill. Yalnızca güzellikler için yetenekli gözlere sahip insanlar değil, aynı zamanda tanrılar da Sybill’in müthiş güzelliğine hayran kaldılar. Ve hem güzelliği görmeye vergili gözlere sahip insanlar, hem de tanrılar, böylesine bir güzelliği ödüllendirmek amacıyla, Sybill’e ölümsüzlük bağışladılar. Ve onu sonsuza kadar hiç yaşlanmadan yaşayacağı bir cam fanusun içine yerleştirerek, güzellikler için yetenekli gözlere sahip olanların görebileceği bir yere koydular. Yüzyıllarca herkes gelip bu güzelliği büyülenerek, büyük bir hayranlıkla seyretti. Ancak bir gün, güzellik için duyarlı yüreğe sahip olanlardan biri, Sybill’in neler hissettiğini anlamak isteğiyle, fanusun kapağını açtı. Ve ona sordu: “Sybill”, dedi, “bir isteğin var mı?”

“Tek bir isteğim var”, dedi Sybill. “Ölmek istiyorum.”

Sonsuz yaşamla ödüllendirdiklerini düşünüyorlardı fakat Önderlik buna “sonsuz yaşamla cezalandırma” diyor. Siysphos’un trajedisini örnek veriyor. Burada hem büyük bir acı var, sonuçsuzluk var hem de büyük bir irade var. Siysphos’ta pes etmeyen, yılmayan, aşınmayan bir irade var ama tekrardan ibaret bir yaşam da var. Sürekli tekrarın Sysphos azabından farkı yoktur. O irade de olmasa “sürekli tekrar” aşınmaya yol açar. Buna karşın devrimcilik, tekrarın ötesine geçme, değişim yaratma gücüdür; nicel birikimlerin nitel sıçramalara dönüşmesi durumudur. Niceliğin niteliğe dönüştüğü ani sıçramalar yaşamın oluşum diyalektiğidir.

Ölümden sonra bile rolünü sürdürecek kadar karmaşık manevi-kültürel süreçleri olan devrimci bir karaktere sahiptir yaşam. Evrenin kendini inşa etme tarzı vardır. Evren sadece yok oluşa doğru seyreder diyenler yanılıyor. İddia ederler ki “demir paslanır, ağaç çürür ve bu böylece sürüp gider ta ki evren yok oluncaya dek!” Bu mutlakıyetçe düşünceye aldanırsak hiç mücadele etmeye gerek yoktur, her şey boştur!

Oysa biz buna karşı en sade bilincimizle deriz ki, evet demir işlenmezse paslanır, ağaçlar çürür ama yeni ağaçlar doğar, yeni insanlar, yeni fikirler… Evrende bozunma-dağılma vardır ama sürekli bir oluşum da vardır. Sürekli bir inşa vardır. Bu da yokluğa-yok oluşa karşı evrenin öz savunmasıdır. Onlar zamanı yok edici, öldürücü olarak tanımlarlar, biz deriz ki “ZAMAN OLUŞTURUCUDUR!”

Bilim ne diyor?

Güneşteki tepkimelerle belli bir kütle kaybı karşılığında ısı ve ışık açığa çıkmaktadır. Bunu iyi gözlemlediler ve akıllara durgunluk veren tehlikeli icatlara giriştiler.

“Fisyon” yani bölünme sayesinde atom bombasını, “füzyon” yani birleşme sayesindeyse hidrojen bombasını icat ettiler. Bu toplu kıyım tekniği Türkiye’nin elinde olsa bir an kullanmaktan geri durmayacak ama bu bile insanı bitiremez!

İnsanlar birleştiğinde hidrojen bombasından daha büyük enerji ve güç açığa çıkarabiliyor. İnsan aklı ve yüreği ondan üstündür. Ulusal Birlik, Demokratik Birlik, Küresel Birlik bu yüzden çok önemlidir.

Bilim eliyle yapılanları biraz daha açalım: İki hafif elementin birleşerek daha ağır bir element oluşturması süreci olan nükleer füzyon olayı, hidrojen bombasının temelidir.

Bir hidrojen bombası Japonya’ya atılan atom bombasından 3 bin kat daha etkilidir. ABD ve Rusya denemeler yapmıştır. Hidrojen bombasından havaya yükselen alev topu 900 km uzaklıktan bile görülebilmiştir. Bu kadar etkili bir bilimi insanlığın yararına kullanıp enerji savaşlarına son vereceklerine savaş aracı haline getiriyorlar. Açıktır ki bozulan evren değil, bu egemenlikçi vahşi akıldır.

Dünyanın karşı karşıya kaldığı nükleer tehditler umurlarında mıdır bilinmez ama kaderciliğe bulaşmış bilimciler bunları evrenin sürekli “bozunmasının” kanıtı sayarlar.

Hakikate saygılı olan bilim ise der ki “nükleer füzyon süreci, evrenin bozunmasının değil, inşasının örneğidir!” Adı üstünde “füzyon yani birleşme” elbette ki bir inşadır. Yok oluş değil var oluştur.

Bünyesindeki doğal füzyon sayesinde Güneş var olmaktadır. Kendisini böyle inşa etmektedir. Olay tüm evrene uyarlanabilir. Bu bilgi kötüye kullanılmışsa suç evrenin değildir.

Bu bilim aklı evreni cansız, ruhsuz, ölü sayıyor.

İnsanlığın başına büyük belalar açtığı halde halen birçok çevrede savunulan, Termodinamiğin Yasalarıyla bu durumu açıklıyorlar. Yani diyorlar ki: “Zaman tek yönlü akmaktadır.  Tüm sistemler bir denge durumuna ulaşmaya çalışmaktadır. Denge durumu net bir enerji akışının olmadığı -sıfır enerji- durumudur ki bu nedenle değişimler hep yok oluşa, hep ölüme doğrudur. Evrenin başka türlü düşünülmesi mümkün değildir.”

Bu kocaman bir yalandır!

Neyse ki bilimdeki tutuculuklara karşı devrimsel atılımlarla cevap verenler de var: “Doğada denge “nadir ve kararsız bir durumdur. Denge-dışılık kuraldır. Kristaller gibi basit yalıtık sistemlerde, denge uzun süreli olarak, hatta sonsuza değin korunabilir. Ama yaşayan şeyler gibi karmaşık süreçlerle ilgilendiğimizde durum değişir. Canlı bir hücre denge durumunda tutulamaz., aksi takdirde ölür!”

Evrenin “oluşturucu ve yaratıcı” diyalektiğini anlamak istemeyenlere iyi bir cevap verilmiştir. Geçerli olan harekettir, değişim-dönüşümdür, bu da yaşamdır! Cansız, ölü bir evrende yaşamıyoruz: En büyüğünden en küçüğüne evrendeki tüm sistemler “kendi kendini örgütleme, inşa etme” kabiliyetine sahiptir.

“Her var oluş çabası inşacıdır!”

Evrenin şaşmaz aklı ve insanın bitimsiz yüreğiyle her yerde direnenlere hürmetle: Zafer insanlığın olacaktır!

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.